Yıldız Holding Başkanı Murat Ülker’le söyleşi

Kaderin cilvesine bakar mısınız; babamlar Bolşeviklerden kaçmış, biz ise Bolşevik isimli bir şirketi satın almaya kalkıştık

Murat Ülker, 2000 yılının Nisan ayında Yıldız Holding’in başkanlık görevini, babası Sabri Ülker’den devraldı. Aslında, Holding’in birinci kilometre taşının üzerinde “Ülker” markası var. Bu marka, Murat Ülker’e hem rehber, hem de itici güç oldu; gıda ürünlerinin marka sayısı ise 69 yılda tam 300’ü buldu.

Bir özdeyişte, “Babaların fazileti, çocukların servetidir” deniliyor. Bu, sadece maddi bir servet olmasa gerek...

Sabri Ülker, tüm yaşamı boyunca “Ne iş yapıyorsunuz?” sorusuna, hem övünerek, hem de tevazu içinde “Bisküviciyim” derdi. Oğlu Murat Ülker de bisküvici... Ama bir farkla... Hem bisküvici, hem de ticaret, sanayi ve finans sektörlerinin dünya çapında bir oyuncusu.

Murat Ülker’le söyleşimizin bu bölümünde, biraz dünü, biraz da bugünü konuştuk. Söyleşinin odak noktasında, hep Sabri Bey’in erdemli kişiliği, yani fazileti vardı:

“Sabri Bey, hastalığı sırasında da fabrikaya gelir, imalatı, golf arabasının üstünde izlerdi”

Hulûsi Turgut – Yıldız Holding yönetimi 2000 yılında babanız Sabri Ülker’den size geçti. Babanız, görev devrinden sonra elini işten çekti mi?

Murat Ülker – Sabri Bey, görevi bize devretti, ama Topkapı’daki fabrikaya her gün muntazam gidiyor, ancak, işyerinde birkaç saat kalabiliyordu. Bu temposunu 2005 yılına kadar sürdürdü. 2006’da ise tamamen evine çekildi. Bu defa görevliler, Sabri Bey’in sağlık durumunun elverdiği ölçüde eve giderek, kendisine günlük faaliyetlerle ilgili bilgi sunuyorlardı. Böylelikle, uzaktan da olsa işleri takip etmeyi sürdürdü.

Sabri Bey, iş hayatını önce Eminönü, daha sonra sırasıyla Sağmalcılar ve Topkapı’da sürdürdü. Siz ise, Çamlıca’da örgütlendiniz. Babanız, Çamlıca’daki holding binasında çalışmayı düşünmedi mi?

Sabri Bey, Çamlıca’daki işyerimize sadece bir defa geldi. Binanın alt katındaki bir yere oturdu. “Burada ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Biz de “Şurada pazarlama var, şurada holding var...” dedik. Aslında, ne işe yaradığını yeterince anlatamadık. Kendisi de Çamlıca’ya bir daha gelmedi. Sürekli Topkapı’ya gitti. Yani Çamlıca’yı yok saydı.

Sabri Bey’in daima küçük mekânlarda çalıştığını tespit ettik. Bu bir tasarruf mu, yoksa tevazu mu?

Bu sorunuza, babamdan dinlemiş olduğum bir anekdotla cevap vermek istiyorum.

Sabri Bey, bir gün Fındıklı’da büyük iş sahibi bir dostunun yazıhanesine gitmiş. Bu dostu, koskoca bir salondaki küçücük bir masada oturuyormuş. Salon, deniz manzaralıymış. Bize o ziyaretiyle ilgili şunları söylemişti:

“Arkadaşımın makam odasında şahane bir manzara vardı. İnsan, orada acaba nasıl çalışır? Bence aklı dağılır. Pencereden bakar, dikkati dağılır.”

Sabri Bey, daima küçük odalarda ve küçük masalarda çalıştı. Hatta işlerini azaltınca, hem odasını, hem masasını daha da küçülttü. Bunları yaparken, “Bu kadarı bana yeter” diyordu. Şimdiki düzenimizde de odaların belli bir standardı vardır. Daha büyük, daha küçük olmaz. Bu kuralı, titizlikle uygularız.

Sabri Ülker’in Topkapı fabrikasındaki mütevazı makam odası.

2000 yılında sağlık durumu bozulan Sabri Ülker, buna rağmen her gün fabrikaya gidip gelmeye başladı. Üretimi izlemek için kendisine özel bir araba getirtti. Fotoğrafta, Hulûsi Turgut, Sabri Ülker’in özel arabasının yanında görülüyor. (Fotoğraflar: Garbis Özatay)

Topkapı’daki tesislerinizi gezerken, Sabri Bey’e ait olduğunu öğrendiğimiz bir golf arabası gördüm. Sabri Bey, bu arabayı acaba nerede kullanırdı?

Sabri Bey, rahatsızlığının had safhaya ulaştığı dönemde dahi, fabrikaya gidip üretimi takip edebilmek için kendisine özel bir araba getirtti. Bu, fabrikanın içinde her tarafa gidebileceği bir arabaydı. Yanına bir görevli biner, birlikte dolaşırlardı. Bu, iki kişilik, golf arabasına benzer bir şeydi. Küçük olduğu için fabrikanın her tarafına girip çıkıyor, asansörlere de sığıyordu.

Yürüme fonksiyonunu yitirince, tekerlekli büro sandalyesine oturdu. Asla zafiyete düşmek istemiyor, dik durmaya çalışıyordu. Ancak, o haşmetli durumunu korumak istese de, fizik gücü buna imkân vermiyordu.

Sabri Bey, sağlık sorunları yaşar mıydı?

Seyrek de olsa başı ağrırdı. Aslında yorgunluk nedir bilmez, baş ağrısının sinüzitten kaynaklandığını söylerdi. Pek doktorada gitmezdi. Ama annem sık sık hasta olur, doktora başvururdu.

Annemin erken yaşta diş problemi de başladı. Mecburen protez diş kullandı. O yıllarda diş tababetinde teknolojik imkânlar bugünkü kadar gelişmiş değildi. Uzun yıllar İstanbul’un Hollywood’u konumundaki o meşhur Yeşilçam Sokağı’nda, annemin dişlerini tedavi eden bir diş hekimi vardı. Babam, akşam vakitleri annemi o dişçiye götürür, tedavisini yaptırırdı. Annemi ve babamı evden Beyoğlu’na taşıma görevi benim üzerimdeydi. Onlar dişçideyken, kendilerini arabada beklerdim.

Burada şunu vurgulamak istiyorum; babamın çok önemli bir işi olsa dahi, öncelikle annemin sağlık sorunlarıyla ilgilenirdi.

“Sabri Bey işini yapar, sonrasını kadere bırakırdı”

Babanızın düşünce tarzı nasıldı? Kendi fikirlerini empoze etmek için ısrarcı olur muydu?

Babam, uzun vadeli düşünür, uzun vadeli davranırdı. Bir de fazla ısrarcı değildi. “Oğlum, sen uğraştın, didindin, artık bundan sonrası olursa olur, olmazsa olmaz” derdi.

Sabri Bey’in hiç hayıflandığını duymadım, “Tüh” kelimesini de... “Tüh, bu da olmadı”, “Tüh, şu işi kaçırdık”, “Tüh, para kaybettik” dediğini hiç duymadım. İşini yapardı, ondan sonrasını kadere bırakırdı.

İş hayatında, insanların zaman zaman bazı mecburiyetlerle de karşı karşıya kaldıkları bir gerçek. Bu kapsamda bir sorum var. Acaba Sabri Bey, istemeyerek de olsa, yasa dışı bir ödeme yapmış mıdır?

İş adamı, işyerinin çarkını çevirirken, her nedense sürekli “Devlet Baba”ya sığınır. Yani, kendisini mecbur hisseder. Devlet Baba, adil davranırsa mesele yok, ama adalet rafa kalkarsa, problem orada başlar. 

Yıldız Holding Başkanı Murat Ülker, Hulûsi Turgut’la söyleşisinde, hem Sabri Ülker döneminde yaşananları, hem de kendisinin teşebbüslerini anlattı.

Babamın prensip sahibi bir sanayici ve dürüst bir vatandaş oluşunu, daima ve her ortamda göğsümü gere gere anlatırım. İşte, bu çerçevede diyorum ki, Sabri Bey’in işini yaptırırken, rüşvet verdiğini hiç duymadım ve görmedim... Ancak, haraç verdiğini biliyorum. Rüşvet nedir, haraç nedir? Kendime göre onu değerlendirmek istiyorum.

Bir insan, hakkı olan bir şeyi elde etmek için karşısındaki kişiye menfaat sağlıyorsa, o haraçtır. Ancak, hakkı olan bir şeye ek olarak, yeni menfaat sağlıyorsa, bu da rüşvettir. Sabri Bey, rüşvet verilmesine karşıydı. Bunun, hem alan hem veren için gayri ahlaki olduğunu düşünür, tevessül edenleri de kınardı. 

Şimdi rüşvet ve haraç konusu açılmışken bir kadastrocu hikâyesi anlatmak istiyorum.

Sabri Bey, Küçükçekmece’de, hatırı sayılır büyüklükte bir arazi satın almış. Bu arazinin üst tarafı yeşil alan, alt tarafı da Karayolları şantiyesi. Yanında bir de benzin istasyonu var. Gayet kıymetli bir yer.

Zamanla, Küçükçekmece’deki arazinin bulunduğu bölgeden kadastro geçmiş. Yetkili kişi, Sabri Bey’i aramış. Babam ise, bu görüşme talebini reddetmiş. Yetkili, babamın bu tavrı karşısında, gıyabında gerekli cezayı kesmiş ve kadastro düzenlemesini öyle yapmış ki, bizi, bütün komşularla nizalı (ihtilaflı) hale getirmiş. Bu arada bizim arazinin bir kısmını da, Karayolları İdaresi işgal etmiş.

Uzun lafın kısası, o arazideki problemlerden dolayı konu mahkemeye taşındı ve dava yıllarca sürdü. Bu arada, bizim araziden kum satıp, para kazanan da oldu. Daha sonra, araziye bir baraj yapıldı. Sabri Bey, bu arazi hikâyesini anlatırken, “Acaba kadastrocuyu görmek mi lazımmış?” der ve tebessüm ederdi.

“Ülker’in Ankara’daki işini takip eden görevlilere ‘Charlie’nin Melekleri’ diyorlarmış”

Ülker’in yönetim merkezi İstanbul’daydı. 70’li yıllardan itibaren Ankara’da da bir tesisiniz oldu. Bilindiği gibi, her sanayi kuruluşunun Ankara devlet bürokrasisinde işleri olur. Sabri Bey, başkentteki işleri acaba kimlere takip ettirirdi?

Kurulu düzenimizin büyük bir kısmı İstanbul’daydı. Ama her sanayici gibi bizlerin de başkent Ankara’da işi olurdu. Bununla birlikte mümkün mertebe Ankara’nın kapısını çalmak istemezdik. Mecbur kaldığımızda, bürokrasiyle ilişkilerimizi sürdürmek ve devletten meşru taleplerimizi takip etmek için Ankara’ya gider gelirdik. Ankara bürokrasisinde iş takibi ise, büyük beceri isterdi.

O tarihte Anadolu Grubu’nda bağımsız yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan Bülent Çorapçı’yı Ülker’in bünyesine almak istedik. Ancak, o vakit nasip olmadı. O dönemde, kendisi bana şunu söylemişti:

“Ankara’da, Ülker’in işlerini takip edenlere, ‘Charlie’nin Melekleri’ diyorlar. Çünkü Sabri Bey, hiç ortada yok. Sizlere söylüyor, gidip işleri takip ediyorsunuz.”

O yıllarda televizyonda “Charlie’nin Melekleri” isimli bir dizi vardı, herhalde bu benzetme de ondan esinlenilerek yapılmıştı.

Ankara’ya ben pek gitmezdim. Ailemizin can güvenliğinin sağlanabilmesi için bir defa gidip, dönemin Başbakanı Süleyman Bey’le [Demirel] görüştüğümü hatırlıyorum. Süleyman Bey, derdimizi dinlemiş, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı’yı arayarak, talimat vermişti. Başbakanın bu talimatından sonra, bizim ev ve işyeri koruma altına alınmıştı.

Sabri Bey, mecbur kalmadıkça, Ankara’ya başvurmaz veya temsilcisini göndermezdi. Ama kulağımıza küpe olsun diye, şunu söylemişti:

“Biz sürahiyiz. Taş, sürahiye çarparsa ne olur? Veya sürahi taşa çarparsa ne olur? Kırılır! Sen, sürahisin... İşini ona göre yap. Devlet, memuruna, seninle uğraşsın diye maaş vermiş... Sen, onunla başa çıkamazsın.”

“28 Şubat’ta elden ele dolaşan boykot kara listesinde lahmacuncular ve işportacılar da vardı”

Rahmetli babanız Sabri Ülker Bey, 28 Şubat’ta yaşanan bazı olaylardan çok etkilenmiş, üzülmüş. Bu üzüntüsünü, 29 Nisan 2002 tarihinde basına yansıyan bir söyleşisinde dile getirirken, aynı zamanda nazik bir üslupla sitem de ediyor...

Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde “28 Şubat Süreci” diye anılan dönem, bizim ailemizi ve işimizi de bir ölçüde etkilediği için, o yaşananları kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.

Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu, ülkemizin özellikle ilk ve orta öğrenim süreleriyle ilgili birtakım tavsiye kararları alıp, bunu merhum Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refahyol hükümetine bildirmişti. Sözünü ettiğimiz bu dönemde, siyaset ve medya farklı tavırlar sergiliyor, kamuoyu oluşturmak için devreye giren birtakım odaklar, bu uğurda büyük çaba harcıyordu.

28 Şubat Süreci’yle ilgili olarak basına yansıyan görüntülerden biri, Ankara’nın Sincan ilçesinde tankların gösteri yapması, diğeri ise piyasadaki çeşitli marka ürünlerin kara listeye alınarak boykot edilmesiydi.

Hem medyada yayımlanan, hem de kulaktan kulağa fısıltı şeklinde yayılan listede adı geçen firmaların ürünlerini boykot etmek için halka çağrıda bulunuluyordu. Liste, karmakarışıktı. Sözgelişi o listede, belli başlı firmaların yanı sıra, lahmacuncular, hatta işportacılar dahi vardı.

Bazı gazete haberlerine göre, Ülker firmasının ürünleri de kara listeye alınmıştı. Bu listenin, Genelkurmay tarafından hazırlandığı ileri sürülüyordu. Ama tetkik edildiğinde, düzgün bir liste olmadığı görülüyordu.

Listenin amacı, zihinleri bulandırmaktı. Ortada liste vardı, ama sahibi yoktu. Ancak, bazı kimseler durumdan vazife çıkarırcasına, bu liste üzerinden spekülasyon yapıyordu.

“Bazı ürünleri boykot listesi” gün ışığına çıkınca, bu listede firmamızın adını görmemize rağmen, duruşumuzu hiç bozmadık. Bu arada, hiçbir kişi ve kuruluş da, “Bak, listede adın var, o nedenle ben senden mal almam” demedi. Üstelik, böylesine güdümlü bir listeyle birlikte satışlarımız da fevkalade arttı, işimiz ve itibarımız büyüdü.

“Genelkurmay Başkanlığı, bir gazetede Ülker’le ilgili yayımlanan hayali bilgileri resmen yalanladı”

O kritik dönemde, resmi kurumlara, “Bir suç işliyorsak, hakkımızda niçin kanuni işlem yapmıyorsunuz?” şeklinde yazılı bir başvuru yapmayı düşünmediniz mi?

Düşünmüş olabiliriz, ama adliyeye intikal eden bir şikâyetimiz sırasında, hâkim, Genelkurmay’a bir soru sormuş. Gerekli cevabı da almış.

Mahkemeye gitmemize neden olan olaya gelince...

O tarihte bir İstanbul gazetesi, “Genelkurmay Raporu” diye bir rapor yayımladı. Söz konusu hayali rapordaki iddialara göre, Fethullah Gülen yasadışı bir teşkilat kurmuş, Sabri Bey de bu teşkilatta Gülen’in sağ kolu imiş.

Sabri Bey’in Sayın Fethullah Gülen’le hiçbir ticari ve hukuki ilişkisi olmadı. Ancak Sabri Bey, Gülen’in, hem Türkiyemizde, hemde dünyanın dört bir köşesinde açılmasına öncülük ettiği eğitim kurumlarından dolayı, kendisine karşı takdir hisleriyle doluydu.

Anlatmaya çalıştığım gazetenin bu yayını üzerine, şirket avukatına talimat verdim, hakkımızı yasal yollardan aramasını istedim.

Yargılama başlamış, bu arada davalı taraf, “Hâkim, taraf tutuyor” demiş, “reddi hâkim” talebinde bulunmuş. Dosya, bir üstmahkemeye gitmiş. Duruşma sonrasında, hâkim, davalı tarafa “Bu bilgileri nereden aldın ve yazdın?” diye sormuş. Gazetenin sorumlusu da “Genelkurmay’dan aldım” cevabını vermiş. Mahkeme, bunun üzerine, Genelkurmay’a bir yazı yazarak, gazetede yayımlanan bilgilerin kendilerinden alınıp alınmadığını sormuş. Bir süre sonra mahkemeye, Genelkurmay’dan cevap gelmiş. Yazının altında da Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın imzası varmış. Yazıda, Büyükanıt Paşa diyor ki, “Söz konusu gazetede yayımlanan bilgilerin Genelkurmay’la hiçbir alakası yok.”

Yargılama sonunda, davalı gazete hakkında kuvvetli bir tazminata hükmolundu. Gazete de ortalıktan kayboldu. Ben de işin peşine düşmedim. Zaten bir tazminat beklentim yoktu, ama haklılığımız ortaya çıksın istiyordum. Çıktı, davayı biz kazandık, ama daha sonra o gazeteye reklam dahi verdim. Çünkü biz kin gütmeyiz. Babamızdan öyle gördük.

Yine 28 Şubat Süreci’nde bir büyük İstanbul gazetesinde daha aleyhimizde bir yazı yayımlandı. Onun üzerine, o gazeteyle de davalık olduk. Yargılama, lehimize sonuçlandı. Dosya, Yargıtay’a gitti. Yargıtay’da savunmamızı duruşmalı olarak yapacaktık. Ancak, bu duruşmadan bir gün önce, söz konusu gazetenin genç bir mensubunu vurdular. Tabii, yer yerinden oynuyordu.

Yargıtay’daki duruşmaya, avukatımız katıldı. Bizim talimatımız üzerine, heyete hitaben şunları söyledi:

“Davalı gazetenin isnatları çok haksız. Davayı kazandık, onaylanması için huzurunuza geldik. Bu duruşmada söyleyecek sözlerimiz olabilirdi. Ancak, davalı gazetenin böylesine bir acısı varken, biz bu işten vazgeçiyoruz.”

Yargıtay’daki davayı takip edecek, şikâyetimizi sürdürecek olsaydık, eminim ki İstanbul Mahkemesi’nin verdiği karar, kesinlikle onaylanacaktı. Çok yüklü bir tazminat kazanmış olacaktık. O da, gazeteyi madden sıkıntıya sokacaktı. Biz, para peşinde değildik, itibarımızı korumaya çalışıyorduk.

28 Şubat döneminde yaşadıklarınızı, bugünün şartlarında değerlendirir misiniz?

Yaşanmış, bitmiş... İleriye bakmamız gerektiğini düşünüyorum.

Sabri Bey’in siyasetten uzak durduğunu hem aile fertleri, hem de dostlarından dinledik. Peki, babanızın siyasi dostları yok muydu?

Olmaz olur mu?.. İsterseniz, liderler seviyesinde, kronolojik bir sıralama yapalım.

Sayın Süleyman Demirel’le daima dostane münasebetler içinde oldu. Bu arada, merhum Necmettin Erbakan ve merhum Turgut Özal’la da saygıya dayalı hukuku vardı. Rahmetli Turgut Bey, evimizin güzide misafirleri arasında da daima yer alırdı. Sabri Bey’in merhum Alparslan Türkeş’le de münasebetleri çok iyiydi. Merhum Türkeş, babama her vesileyle takdir duygularını ifade ederdi.

Sabri Bey’in merhum Bülent Ecevit’le de başbakanlığı yıllarında görüşmeleri olmuştu. Bu görüşmeler, daha çok 1974-1979 döneminde yaşanan işçi olayları kapsamındaydı.

“Bolşevik isimli şirketi alma teşebbüsümüze babam, kinayeli bir şekilde ‘Bekleniyordu’ dedi”

Babanız görevi size devrederken, iş hayatında çalışma yöntemleri konusunda tavsiyeleri oldu mu?

Babam Sabri Bey’le arkadaş gibiydik. Aramızda çok iyi bir diyalog vardı. Nasihatlerini de çok yumuşak bir üslupla yapardı. Önce dinlememi, sonra konuşmamı öğütlemişti. Her yaptığım işi kendisiyle paylaşmamı isterdi.

İş hayatına başladıktan sonra tavsiyeleri arttı. Yavaş gitmemi söylüyor, “Çok yatırım yapma” diyordu. Babam, işleri çoğaltmamamı istiyordu. Gerekçe olarak da, “Adam bulamazsın” uyarısı yapıyordu. Ama yaptık... Babamın yanı sıra, annem de, yöresel bir halk deyimiyle beni uyarırken şunları söylerdi:

“Oğlum, peynirleri dağıtma”.

Siz, holding başkanı olduktan sonra, Sabri Bey döneminde başlayan yurtdışına açılma sürecinde, hangi aşamalara geldiniz? Bu arada, cazip tekliflerle karşılaştığınız da oldu mu?

Evet, cazip değil ama, ilginç bir teklifle karşılaştım. Dedem 1929’da bütün aile fertlerini alarak, Kırım’dan Türkiye’ye adeta kaçar gibi göçmüş. Göçüş nedeni, Çarlık rejiminden sonra, Bolşevik yönetiminin başlattığı tahakküm...

Aile büyüklerimizden, Bolşevik zulmünü dinleyerek büyüdüm. Kaderin cilvesine bakınız, görevi babamdan devraldıktan sonra dışa açılma teşebbüsümüz sırasında, bize Bolşevik İhtilali’nin anısına yapılmış ve “Bolşevik” isimli bir şirketi teklif ettiler. Bu teşebbüsümüzü babama anlatırken, “Biz, Bolşevik tesisini de almış oluyoruz” dedim. Kendisinden, müspet-menfi bir cevap bekledim. Tabii bu arada işin içine Bolşevik meselesi girince, kızar mı diye endişe de ettim.

Daha önce de ifade ettiğim gibi, babam, işleri büyütmememizi ve dağıtmamamızı öğütler, “Bu kadar işi, kim idare edecek?” derdi. Ama bu son teşebbüsüm karşısında, sadece tek kelimelik, kinayeli bir cevap verdi:

“Bekleniyordu...”

Doğrusu, bu cevaptan, yaptığım işin olumlu veya olumsuz olduğunu çözemedim. Daha sonraki yıllarda Godiva’nın alımı gündeme geldi. Babama, Godiva’yı da söylemedim. Söylesem, herhalde aynı sözü işitecektim:

“Bekleniyordu...”

Sabri Ülker, GAP Projesi’ne büyük ilgi duyuyor, Dicle ve Fırat nehirlerine gem vuran barajları görmek için 1995 yılında Şanlıurfa’ya gidiyordu. Fotoğrafta Ülker, gezisi sırasında kendisine refakat eden küçük rehberiyle birlikte, tarihi bir yapının gölgesinde dinlenirken...

Bizim, ambalaj işinde Iraklı bir ortağımız vardı. Kendisi bizi, sürekli Irak’a davet etti. Her türlü güvenceyi verdi. Ortağımız, Irak’ın kralı gibiydi. Zaten kendisine, “Irak’ın Koçu” derlerdi. Sabri Bey, Irak’ta işlerin iyi gitmeyeceğini bilirdi. Bu ülkenin şartlarına hiçbir zaman güvenmezdi. Hatırladığım kadarıyla babam, Irak’a bir defa gitti. Ama beni asla göndermedi. İş görüşmeleri için dünyanın pek çok ülkesine gönderdi, Irak’a razı olmadı.

1990-1997 yılları arasında yaşanan olaylar

Türkiye, 1990’lı yılları da çok hareketli yaşadı. Hükümetler sık sık değişti. ANAP ve DYP kan kaybetti. RP birinci parti oldu. Bu arada Turgut Özal ve Alparslan Türkeş vefat etti. İşte, 90’lı yıllar...

17 Eylül 1990 – Yüksek Adalet Divanı tarafından idama mahkûm edilip, cezaları 1961 yılının Eylül ayında infaz olunan Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın İmralı Adası’nda bulunan naaşları, İstanbul’da düzenlenen devlet töreniyle Topkapı’da yaptırılan Anıt Mezar’a defnedildi.

20 Ekim 1991 – Erken genel seçimler yapıldı. TBMM’deki 450 sandalyeden 178’ini DYP, 115’ini ANAP, 88’ini SHP, 62’sini RP, 7’sini de DSP kazandı. Seçimlerden sonra Başbakan Mesut Yılmaz görevinden istifa edecekti.

7 Kasım 1991 – Cumhurbaşkanı Turgut Özal, hükümeti kurma görevini DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel’e verdi. Demirel, daha sonra koalisyon hükümeti kurmak için SHP lideri Erdal İnönü ile anlaşacak, yeni koalisyon hükümeti 30 Haziran 1991’de TBMM’den güvenoyu alacaktı.

17 Nisan 1993 – Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal, kalp yetmezliğinden vefat etti. Atatürk’ten sonra görevi başında vefat eden ikinci cumhurbaşkanı olan Özal için 5 günlük yas ilan edildi.

16 Mayıs 1993 – DYP Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel, TBMM tarafından dokuzuncu cumhurbaşkanı seçildi.

13 Haziran 1993 – DYP Genel Başkanlığına Tansu Çiller seçildi. Çiller, daha sonra Cumhurbaşkanı Demirel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilecekti.

24 Aralık 1995 – Milletvekili genel seçimleri yapıldı. Seçim sonuçlarına göre, Refah Partisi birinci parti olurken, ANAP ikinciliğe, DYP ise üçüncülüğe düştü.

8 Temmuz 1996 – Necmettin Erbakan tarafından kurulan RPDYP hükümeti, TBMM’den güvenoyu aldı.

4 Nisan 1997 – MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Ankara’da vefat etti.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye