Murat Ülker’le “gençlik yılları” söyleşisi

Lise müdürü, Ahmet Davutoğlu ile beni okuldan uzaklaştırmak istedi

 

 

Prof. Dr. Haluk Yavuzer’in anlatımıyla, “etrafına daima pozitif enerji yayan” Sabri Ülker’in, acaba oğlu Murat Ülker’le ilişkileri nasıldı? Bu ve benzer soruların cevabını Murat Ülker’den aldık. Oğul Ülker, babasını anlatmaya başlarken, ilk sözü ne oldu biliyor musunuz?

“Babamı üzersem, dünya adeta başıma yıkılırdı.” Sonra, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Babam, hem annemin, hem de bizim üstümüze titrerdi.” ™

“Her şart ve ortamda nezaketini korurdu.” ™

“Önemli konularda karar alırken, ailesine danışırdı...”

Murat Ülker’e, çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren ailesiyle birlikte yaşadığı günleri sorduk. Anılar dağarcığında bazen gülümseten, bazen düşündüren anekdotlarla karşılaştık.

Lise yıllarında, delikanlılık çağını dolu dolu yaşarken, arkadaşı Ahmet Davutoğlu’yla birlikte okul yönetiminin nasıl hedefi haline geldiğini öğrendik. Çalışma hayatında ise, ilk işinin fotokopicilik olduğu bilgisine ulaştık. Şimdi, buyurunuz söyleşimize:

“Hiç sevmediğim coğrafya dersini, babam sevdirdi”

Hulusi Turgut - Çocukluk yıllarınızda babanızla güreş tuttuğunuzu, ama her seˆerinde yenildiğinizi öğrenmiştik. Ayrıca, amcanız Asım Beylerin evindeki avizeyi sallamak için üst kattaki evinizin salonunda zı’pladığınızı da işitmiştik. Çocukluk dönemindeki o hareketliliğiniz, daha sonraki yıllarda da sürdü mü?

Murat Ülker - Öğrenciliğimin ilk yıllarını yaşarken, babamın dönemi ile benim dönemim mukayese edilirdi. Yani, hep onları dinleyerek okula gidip gelmeye başladım.

Babam, ortaokul ve liseyi parasız yatılı okumuş. Bütün notları da, “aliyy-ül âlâ...” Yani, adeta yıldızlı pekiyi. Babam, bu öğrencilik döneminde sadece bir defa kırık not almış. Bu notu veren hoca, okula yeni atanmış, babam gibi tüm öğrenciler de kırık not almış. Duruma çok üzülen babam, bu anısını bize her vesileyle sürekli anlatırdı.

Babamın öğrenciliği sırasında hazırladığı haritalarını ve ödev defterlerini gördüm. Her biri adeta matbaa baskısından çıkmış gibiydi. Hiçbir hata yoktu. Silinti, kazıntı, leke asla söz konusu değildi.

Babam ilkokula giderken, malum, harp yılları, yokluk yılları... Bir yıl boyunca notlarını deftere kurşunkalemle yazar, yaz tatilinde o defteri silgiyle temizleyip, ertesi yıl tekrar kullanırlarmış. O yılları anlatırken, “Oğlum, biz, kıtlık ve yokluk içinde okuduk. Bir güvencemiz de yoktu. Çalışmaya, başarmaya mecburduk. Sana tavsiyem, derslerini öğrenmendir. Bu dersler, boşuna değil, ileride lazım olacak” derdi.

Tabii, babamın anlattıklarından ders çıkarmam gerekirdi. Fakat, buna rağmen, “Ben, coğrafyayı sevmiyorum, çalışmayaca- ğım, bu dersten kötü not alacağım” dedim.

Babam, bu ani tavrımı sükûnetle karşıladı. Oturdu, bana coğrafyayı anlattı. Coğrafyaya bir bakış açısı getirdi. Yani, coğrafya dersine nasıl kolay çalışılabilir, nasıl kolay cevap verilebilir, bunların yöntemini öğretti.

Babam, bizi zaman zaman ailece seyahatlere götürürken, çevrenin arazi yapısını, coğrafi şartlarını anlatırdı.

İzmir’e giderken, tarlalardaki ürünleri izah eder, “Ege Bölgesi’nde bunlar yetişiyor” derdi.

Babamın anlatımından sonra, coğrafya dersini çok sevmeye başladım.

“Yabancılarla Kıbrıs’ı tartışırken Almanca öğrendim”

Babanız, sık sık yurtdışına iş seyahatlerine çıkarmış. Siz de o seyahatlere katıldınız mı?

Yurtdışına ilk defa 1968’de, henüz ilkokul öğrencisiyken ailemle birlikte çıktım. Bu, büyük bir Avrupa turuydu. Mayıs ayının sonunda başlayan bu seyahatimiz sırasında, okullar henüz tatile girmemişti. Onun için okul idaresinden bir hafta, on günlük bir izin aldık. Hatırladığım kadarıyla dördüncü sınıftaydım. Hocam, bir şartla izin vermişti: “Gördüklerini her gün bir deftere yazacaksın. Önümüzdeki yıl getirip, arkadaşlarına okuyacaksın.”

O yıllarda dünyanın en büyük havayolu şirketlerinden biri Pan-American’dı. Seyahate, bu şirketin uçağıyla başladık. Uçağa, Beyti’den şiş kebap geldi, onu yedik. Pek çok Avrupa şehrini gezdik. İsviçre, İtalya ve İngiltere’ye gittik. Roma’da, Opera Oteli’nde kaldık. O yıl, tüm Avrupa’da işçi ve öğrenci olayları çok yaygındı. Otelin penceresinden, Roma’daki olayları canlı olarak seyrettik.

Ailemle gittiğim bu yurtdışı seyahatinden sonra bir defa da İsviçre’deki yaz okuluna gönderdiler. Henüz 14 yaşındaydım. Kırım’daki bir komşularının oğlu veya torunu olan Gürol Büyük’ü bulduk. Kendisi, İsviçre’de doktor olmuş. Beni, Dr. Gürol Bey’e emanet ettiler. Gürol Bey de Davos’taki yaz okuluna gönderdi.

İlk defa tek başına evimizden başka bir diyara gidiyordum. Bu, aynı zamanda bir yurtdışıydı. Sanki askerlik yapıyordum.

Orada, Ermeni ve Rum öğrenciler vardı. Onlarla, Kıbrıs davasını konuşur ve tartışırdık. Tartışmalarımız yarım gün sürerdi. Bir ay kaldım. Bu süre içinde herkesle rahat bir şekilde Almanca konuşmaya başladım. Türkçe konuşmayı adeta unuttum.

Yaz okulundaki hocalar da “Bunların, derse ihtiyacı yok. Zaten öğrenmeye geldikleri dili çok iyi konuşuyorlar” derdi. Kısacası, Kıbrıs meselesi, bana ikinci bir yabancı dil kazandırdı.

“Camlı kapıyı yumruklayınca elim kesildi”

Henüz 14 yaşındayken tek başınıza Avru’pa’ya gitmekten korkmadınız mı? Ne dersiniz, bunun bir macera olabileceğini de düşündünüz mü?

Babamın beni İsviçre’ye yalnız başıma göndermesi, büyük bir cesaret işiydi. Çünkü benim ve ablamın üstüne titriyordu. Anlıyorum ki, bizi hayata alıştırmak istemiş. Toplum içine çıkmadan önce, birisi bana yan baksa veya bir şey söylese, hani “muhallebi çocuğu” derler ya, öyle küsen, kırılan bir çocuktum. İsviçre’deki yaz okulundan sonra, o tabiatımdan hiç eser kalmadı.

Davos’a gittiğim yıl, ablam Orhan Bey’le (Özokur) evlenmişti. Onlar da balayına Davos’a gittiler. Herhalde hem benim okulum, hem de ablamların balayı, bir plan dahilinde programlanmıştı.

Ben Davos’a gitmeden önce, onlar gidip döndüler. Seyahat dönüşü, gideceğim yaz okulu için gerekli olan kıyafetlerin listesini getirmişlerdi. Ayrıca, hediye olarak bir de İsviçre dağcı ayakkabısı...

Yine o yeniyetme dönemimde bir pazar günü Göztepe’deki evimizin bahçesinde oturuyorduk. Yağmur yağmaya başladı. Babam bana, “Şapka al” dedi. Eve gittim, şapkayı alacağım. Delikanlılık psikolojisi içinde evin kapısına bir yumruk attım; yumruğum, kapının camından içeri girdi. Elim kesildi, her taraf kan revan oldu. Beni, hemen arabayla önce yakınımızdaki nöbetçi bir eczaneye, oradan da hastaneye götürdüler. Hastanede, yarama dikiş attılar. Her nedense, bu operasyon sırasında uyuşturucu bir ilaç kullanmadılar. Yani bağırta bağırta yaramı diktiler. Babam buna, kendisi sebep olmuş gibi çok üzüldü. Oysa, müsebbibi (sebep olan) bendim.

“Babamın teşvikiyle ‘Tarzanca konuşmaya’ başladım”

Küçük yaşta, tek başınıza yurtdışına çıkınca, dil sorunu yaşamadınız mı?

Yurtdışına dil bakımından çekinmeden gittim. Çünkü babam, bana ilk yurtdışı seyahatinde, “Oğlum, çekinme konuş” demişti. Babamın bu uyarısı karşısında, “Baba, yanlış bir tavsiyede bulunuyorsun, yabancı kelimeleri yerli yerinde konuşmazsam, ayıp olmaz mı?” deyince, “Bu adamlara bir daha nerede rastlayacaksın? Sen konuş, dilin çözülsün” tavsiyesinde bulunmuştu. Ben de ondan cesaret aldım. “Tarzanca” konuşmaya başladım. Nereden nereye, Tarzanca konuştuğum o yabancılarla daha sonra iş yapmaya başlayacaktık. İleriki yıllarda babam seyahatlere giderken, beni de yanına aldı. Bu sırada görevim, tercümanlıktı.

Bir başka çocukluk anımı daha anlatmak istiyorum. Babam, iş için gittiği Ankara seyahatlerinden dönerken, beraberinde sürekli antepfıstığı getirirdi. O yıllarda antepfıstığının halk arasında adı “şamfıstığı” idi.

Okullar bitti, iş hayatına atıldık. Ankara’ya gidip gelmeye başladık. O zaman baktım, Ankara’nın şamfıstığıyla bir ortak yanı yok. Babama, “Niçin Ankara’dan her seferinde şamfıstığı getirirdiniz?” diye sormuştum. Babam da bana şu cevabı vermişti: “Oğlum, havaalanında bunu satıyorlardı. Ben de elim boş gelmeyeyim diye size şamfıstığı getirirdim.”

Öğrencilik yıllarımda resim yapma becerim de yoktu. “Bana resim lazım değil” derdim. Bunun üzerine babam, Yüksel Bey adında bir resim hocası tuttu. Hoca, işyerinde, babamın toplantı odasına haftada birkaç defa gelip gitmeye başladı. Resim hocamız, aynı zamanda Ülker’in grafiklerini de yapıyordu. Aldığım bu ders sayesinde, cisimlerin resimlerini başarıyla yapmaya başladım.

Şimdi hatırlıyorum; hoca, kapalı bir kapının arkasına gelişigüzel ceket asmıştı, o ceketin resmini bütün kıvrımlarıyla yaptım. Sonuçta, ortaya çıkan çalışmaya, kendim de şaştım.

Ressam Yüksel Bey sayesinde, mühendis olmadığım halde, makine parçası çizme becerisi de kazandım. İşte o gün bugün, kalemi elime almaktan hiç çekinmem.

“Babam, sosyalleşmem için beni tiyatroya gönderirdi”

Öğrencilik yıllarınızda, sinema veya tiyatro merakınız yok muydu?

Babam, sosyalleşmem için her şeyi düşünür ve planlardı. Bu sosyalleşme kapsamında tiyatroya gitmemi de gerekli gören babam, Hüdai Yaramanoğlu isimli bir sınıf arkadaşından yardım istemişti. Hüdai Bey, Ülker Grubu’nun satıcılarındandı. Astım hastasıydı. Bir zamanlar tiyatro senaryoları da yazmış olan Hüdai Yaramanoğlu, sahnelerde de rol almış.

Babam, tiyatroya gitmem konusunda Hüdai Bey’den yardım istedi. Olumlu cevap alınca, beni bu arkadaşının refakatinde tiyatroya göndermeye başladı. Hüdai Bey’le tiyatroya gittiğim zaman kendisiyle kulislere de girme fırsatı bulur, bu sayede sahne sanatçılarını yakinen görebilirdim.

Bilindiği gibi, tiyatro sanatçıları, oyunlar sırasında zaman zaman doğaçlama roller de sergilerler. İşte böyle bir sahneyi, Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatrosu’nda yaşadım. Bu çift, sahnede oyunlarını sergilerken, bir anda Gazanfer Özcan, senaryo dışına çıkarak, şunları söylemişti:

“Hanım, akşam Hüdai’ler yemeğe geleceklermiş.”

Gönül Ülkü, eşinin vermiş olduğu bu mesajı hemen alıp, salondaki izleyicilere bakmaya başladı. İşte tam o anda Hüdai Bey’i görür görmez ona selam verdi.

“Dış seyahatlerde yiyeceklerimizi de yanımıza alırdık”

Yabancı dil öğrendikten sonra, babanızın dış seyahatlerine zaman zaman tercüman olarak katıldığınızı söylediniz. Bu seyahatlerinizin ilginç yönleri nelerdi? Ülkemizde döviz darboğazının yaşandığı bir dönemde gerçekleşen bu seyahatlerde gönlünüzce alışveriş ya’pabilir miydiniz?

Hayır, yapamazdık. Hatta yiyecek erzakımızı dahi beraberimizde götürürdük. Bildiğiniz gibi, o yıllarda döviz darboğazı olduğundan her yolcu yurtdışına çıkarken, beraberinde sınırlı bir miktarda döviz götürebiliyordu. Dolayısıyla, yurtdışına çıkan her Türk vatandaşı dövizini ölçülü harcamak mecburiyetindeydi.

Bu arada, beraberinde yasadışı şekilde fazladan döviz götüren de yok değildi. Ayrıca, bazı insanlar yurtdışındaki dostlarından borç döviz alır, karşılığını Türkiye’de belirli bir adrese Türk Lirası olarak öderdi. Ama babam, bu gibi yollara hiç başvurmazdı.

Babamla birlikte sınırlı dövizle yola çıkarken, rahmetli halam Sıdıka Hanım, bize kavurmadan böreğe kadar çeşit çeşit yemek hazırlardı.

Bu yemekleri, Alman gümrükçüler elimizden almasın diye özel şekilde ambalajlar, hediye paketi süsü verir, üzerine de hayali isimler yazardık. İşte bu paketlerin içinde kavurma ve böreğin yanı sıra, sucuk ve konserve kutuları da olurdu.

Yurtdışı seyahatlerimiz sırasında dövizimizi tasarruflu bir şekilde harcama kapsamında titiz davranır, şehir içi ulaşımları sırasında taksi yerine, otobüs ve tramvayları tercih ederdik.

Avrupa’da bir şehre gidince ilk işimiz tramvay tarifesini öğrenmek olurdu. Velhasıl, Avrupa’da toplu taşıma araçlarının kullanılışı ve hatlarını bilirim. Ama Türkiye’deki tramvay ve otobüs hatlarını doğrusu bilmem.

Akşam olunca, babam ve Selçuk Ağabeyim’le birlikte yiyecek paketlerini açar, karnımızı doyururduk. Yemek biter, sıra bulaşık yıkamaya gelirdi. Ancak, yaşım küçük olduğu için o işten hiç anlamazdım. Sonra “Bulaşığı kim yıkayacak?” muhabbeti, çöp çekmeyle sonuçlanır, Selçuk Ağabey, hep yanlış çöp çekerdi. Çöp, doğru da, yanlış da çekilse, Selçuk Ağabey, babamın bulaşık yıkamasına meydan vermezdi.

“Babam, arabalı seyahatlerde çok güzel şarkı söylerdi”

Anlaşılan, yurtdışı seyahatlerinde e’pey sıkıntı çekmişsiniz. Herhalde bunun acısını, yine babanızla ya’ptığınız yurtiçi seyahatlerinde çıkarmışsınızdır? Babanızın arabalı seyahatlerde söylediği güzel şarkıları da anlatır mısınız?

Evet, yurtdışı seyahatlerimizde, sınırlı paralarla kısıtlı hareket ederdik. Ancak, ülkemizdeki bolluk ve rahatlık sayesinde, seyahatler daha bir güzel geçerdi.

Babamın yurtiçi seyahatlerinden bir örnek vermek istiyorum. İzmir’in havası mutedil olduğu için, babam bu güzel kentimize her gidişinde huzur duyar, Ege seyahatleri sırasında çoğu zaman beni de yanına alırdı.

Yaz aylarında ailece tatile giderken, babam arabayı 140 kilometre hızla kullanırdı. İfade ettiğiniz gibi, sesi de çok güzeldi; yolda giderken güzel şarkılar, türküler söylerdi. Biz de dinlerdik.

Bu gibi seyahatlerde yalnız kalmamam için kimi zaman akrabalarımızdan bir erkek çocuğunu da beraberimizde götürürdük. Seyahatler, adeta bir kültür gezisi gibiydi. Babam, hem çevreyi hem gittiğimiz memleketleri anlatır, konuşmalarını çok güzel hikâyelerle süslerdi.

Babanızla yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinin dışında, müştereken neler ya’pardınız? Baba-oğul, Istanbul’da nerelere giderdiniz? Mesela, terzisi veya berberine sizi de müşteri ya’ptı mı?

Babam, giyimi, kuşamı ve tıraşı ile çok bakımlıydı. Belli bir yaşa geldikten sonra, berberine beni de götürmeye başladı. Genelde tarifesi ucuz, ama usta berberleri vardı. Dedikodu yapmayan, fazla konuşmayan berberleri tercih ederdi. Çünkü bazı berberlerden, “Çok konuşuyorlar” diye şikâyetçi olurdu. Bunun yanı sıra, berberler için şu tespitleri de vardı:

“Berberlerin işi çok zor. Elleriyle çalışıyorlar. Bunların bir güvencesi de yok. Adam hasta oluverse, ne olacak?”

Babam, zengin ve güzel giyinirdi. Yani zenginlikten kastım, 450 elbisesi üzerine yapışmaz, rahat, dökümlü dururdu. Kravat ve gömlek seçiminde de çok titizdi. Saçları kıvırcık olduğu için, onları sabah erkenden ıslatıp tarar, yatışsın diye evden çıkmadan bir de takke giyerdi. Ben çocukluğumda ve ilkgençlik çağımda saçımı taramazdım. Babam, o konuda da dikkatimi çekerdi.

“Babamı üzünce, dünya adeta başıma yıkılırdı”

Erkek evlatlar, yetişme çağında zaman zaman babalarıyla çatışırlar.  Siz, böyle bir dönem yaşadınız mı?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; babam çok nazikti. Bana bir defa olsun kızdığını hatırlamıyorum.

Delikanlılık dönemimin başlarında, astığım astık, kestiğim kestik havası içindeydim biraz. Annem, bu durumum karşısında bana, “Oğlum, söz dinle, şöyle yap, böyle yapma!” şeklinde nasihatte bulunurdu. Taleplerim karşısında da, “Akşam babana söylersin” derdi. Benim, anneme cevabım ise, “Hayır, bunu babama söylemem” şeklinde olurdu. Çünkü babamın, beni ikna edeceğini bilirdim.

Bu halimin, bir başka ifadeyle “asi tavrımın” iki gün sürmesini isterdim. Hal böyleyken, babamın kaşı kalksa veya annem, “Baban, bu tavrına üzüldü” dese, işte o zaman dünya adeta başıma yıkılırdı.

Rahmetli dedem de, “Çocuk, çocukluğunu yapacak, ama dur deyince duracak” dermiş. Biz, işte öyle yetiştik. “Dur” denilince, dururduk.

Babamın fevkalade bir ikna kabiliyeti vardı. Bunu, çok nazik bir şekilde yapardı.

“Bana öyle yüksek notlar getirmene gerek yok. Senin bunları öğrenmen yeterli, ama öğrenince zaten iyi not alırsın” derdi. “Öğrenmeyeceğim” dediğimde de, niçin yüksek notlar getirmem gerektiğini izah ederdi.

Ortaokul ve lise yıllarım çok hareketli geçti. İstanbul Erkek Lisesi’nde ortaöğretimimi sürdürdüm. Babamın Bilecik Ortaokulu’ndaki müdürü Halit Gürel benim velimdi.

Babam, ortaokul ve liseyi parasız yatılı olarak okumuş. Halit Bey de, babamın öğrenim gördüğü 1934-1938 yılları arasında Bilecik Ortaokulu’nun müdürüymüş.

Gel zaman git zaman, Halit Bey emekli olmuş ve İstanbul’a yerleşmiş. Babamın, eski müdürü ile münasebetleri ise hiç kesilmemiş. Ortaokula giderken, babam Halit Bey’den benim velim olmasını rica etmiş. O da seve seve kabul etmiş.

Halit Bey, zaman zaman okula gelir, benimle ilgilenirdi. Öyle zannediyorum ki, okul idaresinden de benim durumumu izlerdi...

“Ahmet Bey’le beni, okuldan uzaklaştırmak istediler”

Doğrusu, şimdi ortaokul yıllarınızı merak etmeye başladım. Sayın Ahmet Davutoğlu ile çocukluk ve gençlik arkadaşı olduğunuzu da biliyorum. Kendisi ile aynı sınıfˆta mı okudunuz?

Evet, Ahmet Bey’le aynı sınıftaydık. Okulumuzda, zaman zaman olaylar çıkıyordu. Olayları çıkaranlar da iki ayrı grup oluşturmuştu. Ahmet Bey’le biz, aynı grupta yer alırdık. Boykota benzer olaylar olurdu. Okul idaresi bu durumdan çok tedirgindi.

Öğrenciler arasındaki bu gruplaşma, okul yönetiminde tedirginlik yarattı. Yöneticilerimiz, öğrenciler arasındaki olayları önlemek için çareler aramış, daha sonra “Gruplardan birini bertaraf edelim” kararı alınmış. İşte bu nedenle, velim olan Halit Hoca’yı da okula çağırıp, beni şikâyet etmişler.

Okul yönetimi, olayların elebaşı olarak Ahmet Bey ile beni görmüş. Hatta o kadar ki, “Bu iki öğrenciyi okuldan atarsak, olaylar yatışır” demişler. Bu anlattığım olaylar, İstanbul Erkek Lisesi’nin son sınıfında meydana geliyordu.

Velim Halit Hoca, aynı zamanda İstanbul Erkek Lisesi Okul Aile Birliği yönetiminde de görev almıştı. Okul idaresinin bizi suçlaması üzerine, deneyimli eğitimci Halit Hoca, “Peki, bu öğrencilerin ders durumuna ve notlarına bir bakalım” demiş. Öyle ya, olay çıkaran, derse devam etmez, dolayısıyla notları da kötüdür

Halit Hoca’nın bu teklifi üzerine, okul idaresi notlarımıza bakmış, Ahmet Bey’in her dönemde “takdir”i, benim de bazen “takdir”im, ama sürekli “teşekkür”üm var. Tabii bu manzara karşısında iş değişmiş. Bizleri, okuldan uzaklaştıracak halleri de yok. Ne yapalım, ne edelim demişler, Ahmet Bey’in babası ile babamı okula çağırmaya karar vermişler

Babam ile Ahmet Davutoğlu’nun babası da okula gelmiş. Lise müdürü, kendilerine aynen şunları söylemiş:

“Biz, çocuklarınızı bu okuldan mezun edeceğiz. Diplomalarını vereceğiz. Derslerinde çok başarılılar. Onların mutlaka iyi bir üniversiteye girmeleri lazım. Ama lütfen, çocuklarınızı okuldan alın, evde oturup, çalışsınlar, kursa gitsinler, üniversiteye hazırlansınlar. Ben, bu çocukları her şart altında mezun edeceğim.”

Demek ki, lise müdürü size zorunlu izin veriyor? “Okula gelmesinler, buralarda görünmesinler, zaten ben kendilerini mezun edeceğim” diyor. Okula devam mecburiyetiniz kalmadığına göre, siz, bu karara sevindiniz mi?

Hayır, sevinmedik. Okul müdürünün, babalarımıza yapmış olduğu bu teklife rağmen, Ahmet Bey de, ben de okula devam etme konusunda ısrarlı olduk. Her gün muntazaman okula gittik. Bu arada, babalarımız da, “Nasıl bilirseniz, öyle yapın” dediler. Bir bakıma, bize destek oldular. Biz, haksız durumda değildik. Çünkü olayları çıkaran bazı gruplara karşı tavır alıyorduk.

O dönem, öğrenciler arasında hem “Kürtçülük” hem de “solculuk” cereyanları vardı. Bu cereyanların içinde olan çocuklarla çatışıyorduk, ama hepsi bizim arkadaşımızdı. O grupların içinde bugün hâlâ görüştüğümüz kişiler var. Bunlardan biri, Peyami’dir. Aradan yıllar geçtikten sonra, Peyami bana, “O gün seni görseydim, vuracaktım” demişti. Çünkü o günün atmosferi öyleydi. Bu olaylar sırasında, bir arkadaşımızı da maalesef kaybettik.

Karşıt grup, sürekli dersleri boykot eder, forum düzenlerdi. Onların yapmış olduğu forum, bakınız nasıl bir şeydi?

Karşıt gruptakiler, “Biz konuşalım, herkes bizi dinlesin” derlerdi. Anlattıkları bir şey de yoktu. Yanlışlarını görür, “Yapmayın” derdik, onun üzerine patırtı çıkardı. Aslında kimse kimseyi dövmezdi, ama dersler de kaynardı. Tabii bu olaylar karşısında, okul müdürünün başı ağrıyordu. Müdür bey, ısrarla bizim okuldan uzaklaşmamızı istiyor, “Onlar giderse, ben forum düzenleyenleri idare ederim” diyordu.

“Okuldan kaçıp, bilardo salonuna gidince ceza aldık”

Öyle anlaşılıyor ki, okulda sürekli ders çalışı’, bir de ideoloŒik kutu’laşmanın içine girmişsiniz. Hiç okuldan kaçtığınız olmadı mı?

Olmaz mı... Lisedeki olaylar anlatmakla bitmez. Bir gün, birbirimize uyduk, okulu terk ettik. Hocalardan birinin derse gelmeyeceği şayiası üzerine arka duvardan atlayarak kaçtık. Hoca gelmiş, sınıfta hiç kimseyi bulamamış. Biz, doğruca Beyazıt Beyaz Saray’daki bilardo salonuna gittik. Okul idaresi, dersten firar eden öğrencilere ceza vermeye kalktı, fakat bütün öğrenciler firardaydı. Sonra hepimize, “dikkat çekme” cezası verdiler. O, ne demek bilmiyoruz.

Birkaç gün sonra okuldan eve bir kâğıt geldi, babam “Oğlum, bu nedir?” diye sordu. Baktım, “Baba, herhalde dikkatimi çekiyorlar. Kötü bir şey olsa, ceza verirlerdi” dedim. Babam da işin üstüne gitmedi, öyle geçiştirdik.

Dedim ya, öğrencilik yıllarımda olaylar bitmiyor. Bir gün gençlik hevesiyle sigara içtim, sonra eve geldim. Annem, “Oğlum, arkadaşların galiba çok sigara içiyor” dedi. Ben de bunun üzerine, “Anne, ben de bir tane içtim” diyecek oldum, o sırada içerden babamın sesi geldi. “Hanım, hanım, benim oğlum salak mı ki sigara içsin?” dedi. Babamın sesini işitince şaşırdım, çünkü fabrikadan gelinecek saat değildi. Ne vesileyle bilmiyorum, eve erken gelmişti.

Okulumuzda, Muazzez Hanım isminde bir de müdür yardımcısı vardı. Kendisi, hatırladığım kadarıyla tarih öğretmeniydi. İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun olurken, Muazzez Hanım benden yeni çekilmiş vesikalık bir fotoğraf istedi. Çünkü dosyamda, yıllar önce okula kaydolurken çekilmiş fotoğrafım varmış. “Bu fotoğrafla, diploma tanzim edemem” dedi. Ben ise fotoğraf çektirmekten hoşlanmıyordum.

Muazzez Hanım’ın ikinci isteği ise, babamın okula gelip, kendileriyle görüşmesiydi. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Halit Bey velim olduğu için, babam okula gelmiyordu.

Yeni fotoğrafı çektirip verdim, ama doğrusu Muazzez Hanım’ın isteği üzerine babamın okula gelip gelmediğini hatırlamıyorum.

“Babam bana, uygulamalı hayat dersi vermiş”

Öğrencilik yıllarınızda babanızdan hiç hayat dersi almadınız mı? Seyahatler sırasında sadece gezdiğiniz yörelerle ilgili coğrafˆi bilgilerle mi yetindiniz? 

Babamın bana hiç hayat dersi vermediğini sanıyordum. Yaşadıkça gördüm ki, anlattığı şeylerin her biri hayat dersiymiş. Bir başka ifadeyle, uygulamalı ders almışım.

Gençlik yıllarımda babam, ufaktan ufaktan beni bazı işlere yönlendirmişti. Hiç unutmuyorum, bazen “Şu özellikleri olan bir ev veya arsa bak, alalım” derdi. Ben de o işler üzerinde yoğunlaşırdım. Bir gün, “Bana, bir araba al” dedi. Bunu söylediği sırada, kullanmakta olduğu Mercedes bir arabası vardı. Aslında onu da benim vasıtamla almıştı.

O yıllarda Mercedes arabalar, 3-3,5 milyon TL civarındaydı. Ama kullanmakta olduğu arabayı 2 küsur milyona almıştı. Bu arabayı Sabri Bey’e danışmadan, kendisinin bir tanıdığına sattım. Arabayı alan kişi, fabrikaya geldi, direksiyona geçti ve yol almaya başladı. O sırada, babam da başka bir yerden fabrikaya gelmiş. Bu durumu gördü, “Benim arabam nereye gidiyor?” dedi. “Çok iyi bir fiyata sattım” dedim. Tavır koydu, “Olur mu böyle şey? Çabuk al gel arabamı” dedi. Hemen arabanın peşinden gittim, alıcıya durumu izah ettim; anlayışla karşıladı ve arabayı geri aldık.

İşte bu da, benim için uygulamalı bir ders oldu. Şunu ifade etmek istiyorum; babamın bu arabasını niçin sattım? Çünkü çok eskimişti. Yenisini alabilmem için, eskisini elden çıkarmam gerekiyordu.

“Babam, önce doktorluk, sonra mühendislik önerdi”

Öğrencilik yıllarınızda geleceğe yönelik ne gibi hayalleriniz vardı? Bir dönem doktorluk ve mühendislik çok revaçtaydı. Çocuklar gelecek hayali kurarken, bu mesleklerden birini seçerlerdi. Belki de babanızın işine heves etmişsinizdir.

Babama çocukken, “Neden bisküvici oldun?” diye sormuştum. “Perşembe Pazarı’nda hırdavatçı olacak paramız yoktu da ondan” cevabını vermişti. Tabii, babamların işe başladığı dönemlerde Karaköy, Perşembe Pazarı’nda dükkân sahibi olmak, bir ayrıcalıkmış. Yani fabrika sahibi olmaktan iyiymiş.

Annemin babası, yani dedem Muharrem Efendi ise, Tahtakale’de hırdavatçıydı. Orayı hatırlıyorum. Dedemin dükkânına gittim, gördüm. Kısa bir süre Tahtakaleliğim de oldu. Babam, “Git, gör” demişti. Aslında babam, bana hiç doğrudan doğruya “İşe gel, çalış” demedi. Kendim gittim.

Merak ettiğim her konuyla öğrencilik yıllarımda da ilgilenmiştim. Mesela, ortaöğretimde iken laboratuvara girer, kimya deneyleri yapardım. Aynı şekilde, fizik alanında manyetik deneylere de kafa yordum. Con Ahmet makinesini ben de icat etmiştim.

Yaz tatillerinde fabrikaya gider, bütün şirketlerin muhasebe 455 analizlerini yapardım. Bunlar, finansal analizlerdi. İlerleyen yıllarda bilgisayarla uğraşmaya başladım. RPG ve Fortran kurslarına gittim. “IBM Programcısı” unvanı aldım, program yazdım, şirkette uyguladım. Bütün bu anlattıklarımı hobi olarak yaptım. Sabri Bey, hiçbirisine “Git, yap” demedi. “İlla gel fabrikaya...” şeklinde ısrarı da olmadı.

Meslek seçimi konusuna gelince... Babam bana devamlı doktor olmamı söylerdi. “Oğlum, doktor ol. Görüyorsun, memleketin ne olacağı belli değil. Dünyanın bin türlü hali var. Mal-mülkle uğ- raşmak, bu kadar insanı çalıştırmak, fevkalade zor bir iş. Bu gibi işlerle uğraşıp kendini heba edeceğine, doktor olursan, altın bilezik gibi mesleğin de olur. Nereye gitsen, dünyanın neresinde olsan, doktorluk mesleği geçerlidir” tavsiyesinde bulunurdu.

Babamın bu önerisi üzerine epeyce düşünüp taşındım. Kendime göre incelemeler de yaptım. Ama sonra kararımı verdim: “Ben, doktor olmayacağım.”

Doktor olmama nedenini de kafamda şöyle çözdüm: “Ben, babamın işyerinde çalışırken, ürettiğimiz bisküvi ıskartaya da çıkabiliyor. Bu ıskarta bisküvileri, ya yeniden kullanıyorsun, ya satıyorsun, ya da hayvan yemi olarak veriyorsun. Ben doktor olsam, tedavi ettiğim bir hastam hayatını kaybetse, ömür boyu bunun manevi ıstırabını çekerim. Ben, bu mesuliyeti alamam.”

Doktor olmak istemediğime dair gerekçelerimi babamla da paylaşmıştım. Her şeyi anlayışla karşıladığı için, “Sen bilirsin. O zaman mühendis ol” dedi. Ben de, “İşletme olmaz mı?” deyince, “Mühendis ol, işletme master’ı yap” önerisinde bulundu.

Üniversite tercihi yaparken, babamla karşı karşıya oturduk, tercih sıralamasında 1,3,5,... gibi tekli sayıların karşılarına Sabri Bey’in istediği mühendislik okullarını; 2,4,6,... gibi çiftli sayıların karşılarına da benim istediğim işletme fakültelerini yazdık.

Bu arada, üniversite arayışı sırasında hem Almanya’ya hem de İsviçre’ye gittim. Oralardan “kabul”lerim, yani aplikasyonlarım (application) geldi. Gönderdikleri evrakları imzalayıp, iade etmem gerekiyordu. Ama bir türlü elim varmadı.

Bir süre sonra “ÖSS” diye tanımlanan üniversite sınav sonuçları açıklandı. Boğaziçi mühendisliği üç puanla kaybetmişim, ama aynı üniversitenin İşletme Fakültesi’ni kazanmışım. Elde ettiğim sonuç, beni çok sevindirdi, ama bunu Sabri Bey’le paylaşmadım. Yani, mühendislik okumadığıma çok sevindim. Çünkü bana zor geliyordu.

“Boğaziçi Üniversitesi’nde ilk yıllar dersleri sermiştim”

Istanbul Erkek Lisesi’ndeki kavgalı gürültülü öğrenim hayatınızdan sonra, Boğaziçi Üniversitesi’nde, boğaza nazır herhalde rahat bir öğrencilik ya’pmışsınızdır?

Öğrencilik anıları bitmez, tükenmez... Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış, rahatlamıştım. Ama her nedense, derslerle pek ilgilenmiyordum. Notlarım, 1,82 idi. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Meğerse 1,82, geçmek için yeterli notmuş, ancak bu not diploma verdirmiyormuş. Boğaziçi Üniversitesi’nde böyle bir sistem varmış.

İstanbul Erkek Lisesi’nde velim olan Halit (Gürel) Hoca, Boğaziçi’nde de velimdi. Üniversite idaresi, Halit Hoca’yı bulup davet etmiş, “Velisi olduğunuz öğrencinin durumuna dikkat edin” demiş. Halit Hoca da, bizim İşletme Fakültesi idaresine “O, koskoca adam, ben ne söyleyeyim. Kendiniz söyleyin” cevabını vermiş.

Halit Hoca’dan sonra beni çağırdılar. Aynen şunu söylediler: “Murat Ülker, bu üniversite, aşk yeri değildir. İşine bak, dersine bak!..” Aslında avarelik yapmıyordum, dışarıda iş peşindeydim veya arada bir Boğaz’a inip kahve içiyordum. Sonradan işin farkına varınca, ders çalışmaya başladım. Notlarım kademeli olarak yükseldi. Son dönemde, meslek dersleri görmeye başlayınca 4 üzerinden 3,60 aldım.

Mesela, o derslerden Maliyet Muhasebesi çok zor bir dersti. Oysa, hiç derse gitmiyordum. Sınavdan tam not almıştım. Sebebi basit: Sabri Bey, bana, Maliyet Muhasebesinin nasıl yapıldığını göstermişti. Financial Control Techniues (Mali Kontrol Teknikleri) dersi var, bundan da tam not alıyordum. Onun da sırrı, yine Sabri Bey’den kaynaklanıyor.

Bir gün Amerika’dan uzmanlar gelmiş, Sanayi Odası’nda konferans vermişler. İçlerinden bir uzman, konuşması sırasında, bir şirket analizi yapmış, bu örneklemede işlerin personelden dolayı kötüye gittiğini söylemiş, ardından da, “Böyle bir durumda ne yaparsınız?” diye sormuş. İzleyiciler, cevap verememiş. Amerikalı demiş ki: “O şirketi kötü duruma sokan kişileri işten atarsınız, yerine doğru insanlar koyarsınız.” Ben de, Financial Control Techniques dersinde buna benzer sorular olunca, aynı cevabı vermiştim.

Düşünebiliyor musunuz, yıllar önce babamın karşılaştığı soru, yıllar sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde benim karşıma çıkıyordu. Babamın anlattıklarını hatırladım, Amerikalı uzmanın söylediklerini uyguladım, tam not aldım.

Liseyi bitirirken babam, “Mühendis ol” demişti. Bunun üzerine mühendis bir arkadaşımdan rica ettim, bana bütün bir yaz, temel mühendislik dersleri verdi. Bunu, haftada iki gün sürdürdük. Bu arkadaşımız, halen bir mühendislik firmasının başında. Ciddi bir şekilde mühendislik dersi almış olacağım ki, şimdi mühendislerin lisanından biraz olsun anlıyorum.

“İlk iş hayatına, fotokopicilik yaparak başladım”

Sanırım, iş hayatına Ülker Fabrikası’nda başladınız?..

Hayır, ilk iş hayatım, bir kitapçı dükkânı açmakla başladı. Bu dükkânı açabilmek için büyükçe bir deniz motorum vardı, onu sattım. Parasıyla, iş güç sahibi oldum. Şehzadebaşı’nda açtığım bu kitap ve kırtasiye dükkânı, bir pasajın içindeydi. Dükkânda kitap satışları zayıftı, ama fotokopi işinden güzel para kazanı- yordum. Yanımda, bir de ortağım vardı. Üniversite yıllarındaki bu ilk iş hayatımda, ticaretin tadını aldım.

“Amerika’da ‘hamurcu ustası’ kursunu yarım bıraktım”

Yabancı dille eğitim veren üniversitelerin mezunları genellikle hemen yurtdışına gidip’, çalışmaya heves ederler Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdikten sonra, sizde de böyle bir heves oluştu mu?

Üniversiteyi bitirdikten sonra iş hayatım başlamıştı. Ama sürekli bir arayış içindeydim. Belli konularda yurtdışı okullarına ve kurslarına gittim. Sempozyum ve seminerlere katıldım. Doğrusu, babam hiçbirisine “Gitme” demedi, aksine, “İyi olur, git” diye teşvik etti.

Kendi iş alanımızla ilgili bir seminere katılmak amacıyla Amerika’ya gittim. Bu seyahatim sırasında Amerika’da uzun sü- re kalmayı planlamıştım. Kurslara da yazılacaktım. Nitekim bir kursa yazıldım, orada hamurcu ustası yetiştirdiklerini gördüm. Babama telefon açtım, kurs hakkında bilgi verirken, “Ben, imalat müdürü mü olacağım?” dedim. Babam, “Niçin sordun?” deyince, “Burada o işi öğretiyorlar. Ben, bundan sıkıldım” dedim. Babam beni daima serbest bıraktığı için, “Sen bilirsin” diyerek meseleyi geçiştirdi.

Hamurcu ustası kursundan ayrıldıktan sonra, Amerika’yı dolaşmaya başladım. Çeşitli fabrikalar ve tesisler gezdim. İşte o turdan sonra da tekrar babamı arayarak, “Benim çok canım sıkıldı” diyerek kapris yaptım. Çünkü tekdüze hayattan sıkılmış- tım. Her gün aynı şeyi yapıyordum. Bu defa babamdan “İstersen, gel oğlum” daveti aldım. Aynı gün uçak biletini yaptırdım ve Türkiye’ye döndüm.

Sabri Bey’in beni işe ısındırma ve hazırlama gayretleri hep sürmüştür. Üniversite bittikten sonra İmalat Toplantılarına katılırdım. Bazı toplantılar öncesinde ‘sunum’u sen hazırla. Nasıl bir yönetim gerekir? Bunları da belirle” demişti. Hazırlığımı yaptım, kendisine gösterdim. Üzerinde konuştuk, tartıştık. Bu ilk egzersizlerimin neredeyse hepsini kabul etmişti.

“Fabrikadan adam çıkardım, sonra karizmayı çizdirdik”

Fabrikada hiç “’patron oğlu” gibi davrandığınız olur muydu? Yani, babanızın bilgisi dışında kararlar alır ve uygular mıydınız?

Evet, öyle bir tasarrufum oldu, Sabri Bey’den de unutamayacağım bir hayat dersi aldım.

Fabrika binamız yanmıştı. Epey uğraştık, yeniden yaptık. Çalışan personelden biri, olmadık şeyler yapıyordu. Tedbir almasak, fabrika yeniden yanacak duruma düşecekti. O görevlinin yaptıklarına çok sinirlendim, uyardım, ama onunla da yetinmedim, kendisini işten çıkardım. Daha sonra fabrika alanını terk etmesi için kendisine yolu gösterdim.

Sabri Bey, bu olayı odasında camdan seyrediyormuş. Beni çağırdı. Olayı sordu. Anlattım. “Adamı attım” dedim. Babam, her zamanki sakin tavrıyla, “Oğlum, sen adam atamazsın!” uyarısı yaptı. Bu, babamdan hiç beklemediğim bir tavırdı. Kendisine, “Niçin atamam? Ben, genel müdürlük yapıyorum ya...” dedim. “Yoo, olmaz. O adamı al gel, işe başlasın” uyarısında bulundu. Babam, şaşırtmaya devam ediyordu. “Peki, sonra ne olacak?” deyince, bana unutamayacağım bir ders verdi:

“Murat, sen artık patron oldun. Patron, adam atmaz! Patron, böyle bir tavrın içine girmez! Patron böyle çalışmaz!” dedi. İşte o gün bugün, ne adam attım, ne de kimseye kırılacağı, güceneceği laf söyledim.

Babam o gün bir de şu öğütte bulunmuştu:

“Sen artık beni temsil ediyorsun. Yani burada patronluk yapıyorsun. O yapmış olduğun işi, müdürken yapabilirdin. Bundan sonra o işlere karışma. İşten birinin çıkarılması gerekirse, onu müdürler yapsın.”

Babamın talimatını yerine getirdim, ama bu olayla birlikte bizim karizmamız da çizildi.

Sabri Bey, çok soğukkanlıydı. Hiç telaş etmezdi. “Yüzünde kıl kıpırdamaz” derler ya, işte öyleydi. Fabrikadaki yangın sırasında bana “Durum nasıl?” diye sormuştu. Ben de, “Hepsi yanacak” dedim. Sabri Bey’in ağzından tek kelime çıktı: “Peki...”

Hepsi yandı hakikaten, ne yazık ki...

“İşten istifa edince, beni hiç arayan soran olmamıştı”

Fabrikada çalışırken, rahatsız olu’p, sinirlendiğiniz durumlarda “Keşke babamın bu işine hiç bulaşmasaydım. Nasıl olsa, babam beni serbest bırakmıştı. Dil biliyorum, yol biliyorum, kendime bağımsız bir iş kuru’, özgürce hareket etseydim” dediğiniz oldu mu?

Şimdi nedenini hatırlamıyorum, ama fabrikada bana uymayan bir tavra bozulmuş ve istifa etmiştim. İşe gitmiyordum, evdeydim. Annem, “Oğlum, niçin işe gitmiyorsun?” dedi. Bu arada babamın da dikkatini çekmiş. “İki üç günden beri işe gelmiyor. Ne oluyor?” diye annemden bilgi almaya çalışmıştı. Annemin sorusu üzerine, “Artık, babamın işyerine gitmeyeceğim” dedim. Sonra baktım, arayan da yok, çağıran da... Mecbur oldum, işe döndüm. Dönünce, “Neredesin?” diye sitem eden de görmedim. Çünkü iş yürüyordu.

Hayata hazırlanmam konusunda bir başka örneği anlatmak istiyorum. NASAŞ Alüminyum Sanayii’nin kurucu hissedarlarındandık. Bu şirketin hisse senedi kuponları vardı. O kuponları kesme görevi bana verilmişti. Bu kupon işini yaparken, yaşım daha çok küçüktü. Kuponları kesmiş, ardından da tek tek saymıştım.

Muhasebede “Küçük kasa yapmak” diye bir yöntem vardır. Yani, kasanın mevcudunu belirleyip kayıt altına almak... Babam beni, arada bir, bu işe de yönlendirirdi. Kasa yapmak için kasa odasına girer, paraları ve senetleri saydıktan sonra deftere kaydederdim.

Fabrikadaki küçük kasayı, amcazadem Faruk (Berksan) tutardı. Bu, dertli bir işti. Kasiyer, ne kadar titiz davranırsa davransın, zaman zaman açık verir, mecburen açık miktarını cebinden tamamlardı.

Bir gün küçük kasa tutma görevi yine bendeydi. Faruk, bu durum karşısında, bana “Hah, şimdi cebinden koyarsın” demişti. Kasa yaparken, bunaldığım olurdu. Bir defasında kasa hesabını tutturamayınca, tepkimi dillendirmeye başladım ve “Bıktım bu ortaklıktan!..” dedim. Sabri Bey de yanı başımdaydı. Bu sözlerimi duyunca, kızdı ve “O da ne demek? Ortakların, kötü insanlar mı ki, böyle söylüyorsun? Biri baban, biri de amcan...” diyerek tepkisini dile getirdi.

Babamın bu uyarısından sonra tavrımın yanlış olduğunu anladım. Zaten, ileriki yıllarda da kendi başıma hiç işim olmadı. Pek çok ortakla iş yapmaya başladım. Nitekim bugün de 72,5 milletten ortağımız var.

“Babam; davetlere gitmez, ama cenazelere giderdi”

Iş hayatınız başlayınca, herhalde sosyal aktiviteleriniz de artmıştır, davetler de....

Evet, işe başladıktan bir süre sonra, her taraftan davetler gelmeye başlamıştı. Bu durum karşısında, ne yapmam gerektiğini babama sordum. Kendisi bana şu öğüdü vermişti: “Oğlum, istediğin davete gidersin, istemediğine gitmezsin. Davet edenlerin çoğu arkadaşların. Ancak, birisine gidip, diğerine gitmezsen, bu duyulabilir, sonuçta da davetine gitmediğin arkadaşın gönül koyar. Bu işlerle başa çıkamazsın. Benim sana tavsiyem, hiçbirine gitme...”

Babamın bu tavsiyesini aldıktan sonra, o gün bugündür mecbur kalmadıkça davetlere gitmiyorum. Aslında, bizim aile fertlerinin, istemediği bir şeyi yapmak gibi tabiatı da yok.

Burada, şu hususu belirtmek istiyorum; babam, biraz önce ifade ettiğim gibi, mecburiyet olursa düğüne giderdi. Hatırladığım kadarıyla yeğeni Faruk’un düğününe gitmişti. Ama cenazeye gitmeyi hiç ihmal etmez, burada da, din ve inanç farkı gözetmezdi.

Babam, bir Süryani dostunun cenazesine gitmiş, dönüşte bize aynen şunları söylemişti:

“Hayret!.. Süryanilerin cenaze merasiminde, makamlı olarak Yunus Emre’den ilahiler okudular. Ayrıca, hep bildiğimiz duaları da okudular. Ne kadar güzel yaptılar.”

“Sabri Bey, her şart ve ortamda nezaketini korurdu”

Babanız teorik hayat dersleri verirken, risk yönetimini anlattığı da oldu mu?

Babamın tabiatıyla ilgili bazı tespitler yapmak istiyorum. Kendisinin mutlu anı ile üzüntülü anı hiç anlaşılmazdı. Çünkü çok ciddiydi. Riskleri daima bertaraf etmeyi severdi. Biz, babamın yönetiminden beri firma olarak, risklerimizi sürekli bertaraf ederiz.

Sabri Bey, çok nazikti. Hoşgörüsüz olması gerektiği yerde bile, çok nazikti. Bu tabiatıyla ilgili bir olayı anlatmak istiyorum.

Annemin memleketi Balıkesir’e gidip dönmüştük. Bu seyahatimiz sırasında, devamlı taşkın yaşanan Susurluk Çayı üzerindeki köprünün de sel sularına kapılmış olduğunu görmüştük.

İstanbul’a döndükten sonra, zannediyorum, Balıkesir’e kamyonla bir mal sevkıyatı yapılacaktı. Babam, kamyon şoförünü odasına çağırdı. Üstü camlı masasındaki haritadan anlatmaya başladı. Şoförü çok iyi hatırlıyorum, ağzında sadece tek dişi vardı. Babam, kendisine tembihatta bulunurken, “Bak, Balıkesir’e şu yoldan gideceksin, ama Susurluk Çayı’na gelince, köprüye yönelmeyeceksin. Tek dişli şoför, kamyonla gitmiş, babamın tembihatına rağmen köprüden nehre uçmuş. Kamyon, büyük olduğu için bir şey olmamış. Nehrin orta yerine oturmuş kalmış. Yani, kamyon, adeta köprü gibi olmuş. Çünkü sel köprüyü götürmüş” dedi.

Tek dişli şoför, kamyonla gitmiş, babamın tembihatına rağmen köprüden nehre uçmuş. Kamyon, büyük olduğu için bir şey olmamış. Nehrin orta yerine oturmuş kalmış. Yani, kamyon, adeta köprü gibi olmuş.

Bu olaydan sonra bize köprünün fotoğrafı geldi. Olayı baştan beri bildiğim için deli oldum. Babama, “Bu adama onca uyarıda bulundunuz. Balıkesir’den dönünce, tekrar fabrikada çalışacak mı?” diye sordum. Babamdan da şöyle bir hayat dersi aldım:

“Oğlum, niçin kızıyorsun? Bak, şu taksi dolmuşlara... Desoto’lar, Dodge’lar... Bu arabaları uygun şartlarda, taksitle satıyorlar. Pek çok şoför, bu arabalara sahip oldu. Sahip olamayanlar da, bu fırsattan istifade edemeyenler de, gelip bizde çalışıyor. Evet, bu adama anlattım. Ama bu kadar. Anlamıyor ki...”

Babamdan almış olduğum bu dersten sonra, ben de zaman içinde, bir şeyi bir kişiye anlatmama rağmen, o kişi yanlış yapıyorsa kendi kendime “Anlatamadım” derim.

Sabri Bey, bana hep şunu söylerdi:

“1- Anlamadan, dinlemeden itiraz ediyorsun. 2- Bir şey söylediğin zaman, tam anlatmıyorsun. Karşındakinin ne anladığını anlamıyorsun. Sen anlatmıyorsun. Dolayısıyla adam yanlış yapıyor.”

“Sabri Bey, önemli kararları alırken ailesine danışırdı”

Sabri Bey, ailevi meselelerde karar alırken, konuyu anneniz ve sizlerle müzakere eder miydi?

Sabri Bey, fikir danışmayı çok severdi. Bunu, hem evde, hem de işyerinde uygulardı. Evimiz ve geleceğimizle ilgili hayati kararlar alırken, mutlaka ablamla bana da danışırdı.

Babamız, hayattayken biz iki kardeş arasında mal taksimatını yaptı. Yakın çevremiz, “Murat erkek, Ahsen kız; onun için dinen bu taksimatın iki hisse Murat, bir hisse Ahsen şeklinde olması lazım” dediler. Buna itiraz ettim. “Taksimatı eşit yapalım, başka türlüsü yakışık almaz” dedim. Babam da “Çok iyi düşünmüşsün evladım” diyerek, bu düşüncemi onayladı.

Aslında, Ahsen Hanım’la bizim dün de ayrı bir hesabımız yoktu, bugün de yok. Karşılıklı olarak birbirimize hiç hesap sormayız. İki kardeş de özellikle israfa karşı titizleniriz.

Babam, uzun vadeli düşünür, uzun vadeli davranırdı. Bir de fazla ısrarcı değildi. “Gayretinin bittiği yerde kaderin başlar. Oğlum, sen uğraştın, didindin, artık bundan sonrası olursa olur, olmazsa olmaz” derdi.

Sabri Bey’in hiç hayıflandığını duymadım, “Tüh” kelimesini de... “Tüh, bu da olmadı”, “Tüh, şu işi kaçırdık”, “Tüh, para kaybettik” dediğini hiç duymadım. İşini yapardı, ondan sonrasını kadere bırakırdı.

Sabri Bey, çok kanaatkârdı. Bunu bir örnekle anlatmak istiyorum.

Bir gün rakiplerimizden biri telefon ediyor, ürünlerimizin fiyatı düşük olduğu için şikâyette bulunuyordu. Telefondaki muhatabımız Sabri Bey’e “Çeşme akarken küp doldurulur. Siz yanlış yapıyorsunuz” deyince, babam da kendisine şu cevabı vermişti: “Ben pahalıya bisküvi satmam, kusura bakmayın.”

Sabri Bey’in çantasını başkasına taşıttığını hiç görmedim. Şoförü dahil hiç kimseye taşıtmadı. Ancak, yaşlanıp da elinde herhangi bir şey taşıyamaz duruma gelince taşıttı. Sabri Bey, işe gidip gelirken, çevresindeki bazı kişiler çantasını veya elindeki bir paketi taşımak istediklerinde onlara nezaketen tek kelimeyle mâni olurdu: “Unuturum...”

“Silah kullanmayı ve bakımını, babamdan öğrendim”

Babanız, işi icabı silah taşır ve kullanırmış. Sizde de o merak var mı?

Sabri Bey’in silah merakı vardı. Severdi ve kullanırdı. Silah kullanmayı bana da öğretmişti. “Silah şöyle doldurulur, bakımı böyle yapılır” deyip, “Oğlum, bunu da öğren, çünkü bir gün lazım olur” nasihatinde bulunmuştu. Diyebilirim ki, bana silah sevgisini babam aşıladı.

Ava giderdim, işitirdi, ama hiçbir şey söylemezdi. “Git” de demezdi, “Gitme” de... Ama kendisinin avcılığı yoktu.

“Sabri Bey, gazetecilik için ‘zor meslek’ derdi”

Az konuşan, kamuoyuna çıkmayı p’ek sevmeyen, gazetelerde demeçleri ve ˆfotoğraˆfı görünmeyen Sabri Bey’in, gazetecilik ve yazarlık mesleği hakkındaki düşünceleri acaba neydi?

Az konuşurdu, ama sohbetleri yerli yerinde olurdu. Mesela, gazetede okuduklarını anlatırdı. Köşe yazarlarından bilhassa Ege Cansen’in yazılarını takip ederdi.

İş hayatı sırasında okumaya pek fırsatı olmazdı. Ama bildiğim kadarıyla gençlik yıllarında çok kitap okurmuş. Evde, eski kitapların da bulunduğu bir kütüphanemiz vardı. Onlar bana göre değildi. Mesela, Emile kitabı vardı. Onu, çocuk yetiştirirken okumuş. Ben, yeniyetme dönemimde Emile’in ne işe yaradığını bilmezdim.

TÜSİAD’ın, Sanayi Odası’nın tüm yayınlarını takip ederdi. Kendi işiyle ilgili yayınları okur, onlardan istifade ederdi.

Babamla gazeteciler konusunda durum değerlendirmesi yapardık, zaman zaman bazı köşe yazarlarını eleştirir ve “Dün şöyleydi, bugün şöyle yazıyor” derdim. Bunun üzerine babam, “Oğlum, yazarlık çok zor bir meslektir. Hele hele gazete yazarlığı... Her sabah kalkacaksın, o köşeyi, herkesin dikkatini çekecek şekilde bir yazıyla dolduracaksın. Adamın bu kadar yaptığına şükret” derdi. Yani, gazeteciliğin zor bir iş olduğunu takdir ederdi.

Ayrıca, muntazam gazeteleri okur, radyodan ajans haberlerini dinler, bu arada hava ve yol durumunu da takip ederdi. Ben de babamla birlikte hep onları takip etmiştim. Bilmiyorum, bana bıkkınlık mı verdi, daha sonra dinlememeye başladım.

İleriki yıllarda televizyon devreye girdi. Bir seferinde hiç unutmuyorum, annemle babam, “Dallas” dizisini seyretmeye başlamışlar. Ben de televizyon sesini işitince, ne oluyor, diye yanlarına gittim. Bunun üzerine onlar benim aklım kalabilir diye bu gibi dizileri seyretmekten vazgeçtiler.

Evde ders çalışırken, masamı, pencerenin önüne koymuştum. Babamdan bu konuda şöyle bir uyarı aldım: “Oğlum, pencereye arkanı döneceksin. Işık arkadan gelecek” Bunları anlatırken, Fatih Medresesi’nin konumunu ve durumunu örnek gösterir, orada öğrencilerin hücrelerde ders çalıştığını söylerdi.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye