Sabri Berksan, ailesinin maddi durumundan vazife çıkarıp, “parasız yatılı” okuyor.

Ailesiyle birlikte Kırım’dan Türkiye’ye göç eden Sabri, ilkokulda Latin alfabesi ve Türkiye Türkçesi öğrendi. Bu dönemde, yaz tatillerinde tezgâhtarlık yaptı. Ortaokul ve lisede ise, eğitim masraflarını ailesinin üzerinden almak amacıyla, beş yıllık öğrenimini “parasız yatılı” sürdürdü.

Lübnanlı ünlü şair ve yazar Halil Cibran’ın anlamlı sözlerinden biri de şöyle:
“Doğru yol; sıradan insanların gittiği yol değildir; düşünen, öz akıl sahiplerinin yoludur.”

Sabri Berksan da, gençliğinin ilk yıllarında, sıradan insanların gittiği yola itibar etmemiş, henüz 15 yaşındayken, ailesinin içinde bulunduğu durumdan kendine vazife çıkarmıştı. Bilgiden başka hiçbir güce heves etmeme konusunda kararlı görünüyordu. 

Hz. Muhammed (S.A.V.) de bir hadisinde, “İlim, Çin’de de olsa, alınız” buyuruyordu. 

Sabri Berksan, 1934 sonbaharında ilkokulu bitirip “İstanbul Erkek Lisesi”nin orta kısmına kaydını yaptırdı. 

Henüz çocukluk dönemini yaşamasına rağmen, ailenin tüm fertleri gibi o da yokluk ve güçlükle mücadeleye girişmiş, ilkokul sıralarındayken hem okumuş, hem de boş zamanlarında çalışan nüfusa dahil olmuştu. 

Kırım’da kaybettiği üç koca yıl, moralini asla bozmadı. Geçmişe değil, geleceğe bakıyordu. Babası, ona, zamanı nasıl kullanacağını
öğretmişti. Sabri bu arada, ümit ederek, mesut olmayı da keşfetmişti. 

Yeni okulu da oturdukları lojmanla aynı semtte, hatta yürüme mesafesindeydi. 

Sabri Berksan’ın öğrenim göreceği İstanbul Erkek Lisesi, 1884’ten beri pek çok genci hayata hazırlamıştı. Bu okulun tarihi binası, bir zamanlar Düyun-u Umumiye İdaresi’ne (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) de hizmet vermişti. Kim bilir bu okul, belki yıllar sonra ailenin bir başka ferdine de ilim yuvası olacaktı.

Sabri, başarıya talipti. Okulunu da çok sevmişti. Ancak, maddi yükünü, ailesinin üzerinden almak istiyordu. “Parasız yatılı”33 sınavına girdi, kazandı. Ardından da ikinci sınıfa geçtiği okuluna veda etmek zorunda kaldı. Sabri’ye, 1935 yılının Kasım ayında gurbet yolu göründü. Öğreniminin devamını, Bilecik Ortaokulu’nda, parasız yatılı öğrenci olarak sürdürecekti. 

Sabri Berksan, babası gibi gurbette okumaya başlıyor

Tarih: 17 Kasım 1935 Pazar. Anne Şakire Hanım, sevgili evladının tahta bavulunu hazırladı. Onu, gurbet ellere gönderirken bağrına bastı, kokladı. Dünyada hep vedalaşma vardı, ama ana-oğul, ilk defa aylar, hatta yıllar sürecek bir ayrılığın ıstırabını yaşıyorlardı. 

Baba Hacı İslam Efendi de çok üzgündü, her şeye rağmen şartların icabına boyun eğip, en küçük evladını yanına kattı; Eminönü’nden bindikleri sandal, onları Haydarpaşa’ya ulaştırdı. 

Batı Anadolu’dan doğu istikametine gidecek olan kara tren, onları da bekliyor gibiydi. Aslında yol çok da uzak değildi. Uzunca bir tren yolculuğunu ise ailece, altı yıl önce Simferopol ile Odesa arasında yapmışlardı. 

Aile, Rusya’daki bu seyahat sırasında, Türkiye’ye göç telaşındaydı. Yanlarında, götürebilecekleri kadar eşyaları da bulunuyordu. Sabri ise, en az iki yıl yatılı olarak öğrenim göreceği Bilecik Ortaokulu’na giderken giyim kuşamıyla birlikte, denk yapılmış yatağını da götürüyordu.

Üç, bilemediniz dört saat sonra Bilecik’e ulaştılar. Ardından da, o dönemin şartlarında görkemiyle dikkat çeken şehrin girişindeki
Bilecik Ortaokulu binasını buldular. Bu okul, Osmanlı’nın son döneminde, 1905 yılında “Bilecik Rüştiyesi” adıyla öğrenime açılmış, Cumhuriyet’le birlikte adı “Bilecik Ortaokulu” olmuştu. 

Baba-oğul, Bilecik’te ilk gecelerini, o yılların şartlarında konaklama tesisi olarak kullanılan bir handa geçirdiler. 

Ertesi gün, heyecan içinde gittikleri Eskişehir yolu üzerinde bulunan Bilecik Ortaokulu da, aynen İstanbul Erkek Lisesi gibi çok haşmetliydi. Koridorları, tarih kokuyordu. Yüksek tavanları vardı. Yurdun dört bir yanından gelmiş öğrenciler, okul pansiyonunda kalıyor ve hayat maratonuna hazırlanıyordu. 

 

Tarih 25 Mayıs 1935, günlerden cumartesi. Sabri Berksan (kasketli), ablası Sıdıka Berksan (önde, sağda) ve ağabeyi Asım
Berksan ve kuzenleri Mahire Eroğlu ile birlikte bu fotoğrafı çektirirken, İstanbul Erkek Lisesi Orta Kısım 1. sınıf öğrencisiydi.
(Fotoğraf: Selçuk Berksan Aile Arşivi)

 

Okul müdürlerine, o yıllarda “direktör” deniliyordu. Baba-oğul, Direktör Halit Gürel’in huzuruna çıktılar, kendilerini takdim ettiler. Halit Hoca, yeni öğrencisi ve velisiyle tanıştıktan sonra, onlarla kısa bir sohbete koyulup, hayat hikâyelerini dinledi. 

Hoca, Sabri’yi ilk günden himayesine aldığını hissettirir gibiydi. Bilecik Ortaokulu’nda bir yıldan beri müdürlük yapmakta olan Halit Hoca’nın bu tavrı, Hacı İslam Efendi’yi çok memnun etti. Artık, gözü arkada kalmayacaktı. 

Halit Hoca ile öğrencisi Sabri Berksan’ın yollarının yarım asır sonra tekrar kesişeceğini o günden söylemek için, herhalde kâhin olmaya gerek yoktu. Çünkü ilk gün, ilk dakikalarda, onlar adeta baba-oğul gibi olmuşlardı.

 

Sabri Berksan’ın 1935-1937 yılları arasında öğrenim gördüğü tarihi Bilecik Ortaokulu binası, bugün Bilecik Belediye Başkanlığı’na hizmet veriyor.

 

Osmanlı diyarları, baba-oğula öğrenim mekânı oluyor 

Hacı İslam Efendi için ayrılık vakti gelmişti. Gerekli nasihatlerde bulunduğu oğlunu yanaklarından öptükten sonra, karmaşık duygular içinde İstanbul’a döndü. Kendisi de tam 43 yıl önce, henüz 17 yaşındayken Kırım’dan İstanbul’a gitmek için yola çıkmış, Osmanlı İmparatorluğu başkentinde parasız yatılı imkânı elde ederek, Fatih Medresesi’nde öğrenim görmüştü. 

Sabri de babasının yolunu izliyor, imparatorluk coğrafyasında kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin imkânlarıyla ailesinden yüzlerce kilometre uzaktaki Bilecik’te, istikbale hazırlanıyordu. 

Sabri Berksan, eski Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da öğrenim görmek isterken, kader onu, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu topraklara sürüklemişti. Osmanoğulları, 624 yıl boyunca dünyaya hükmedecek cihan imparatorluğunun temelini 1299’da Bilecik’in hemen yanı başındaki Söğüt ilçesinde atmıştı. 

Bilecik, 1921-1922 yılları arasında da işgalci Yunanlara karşı girişilen Kurtuluş Savaşı’nın en çetin muharebelerine sahne oluyordu. Türkiye’nin gazi şehirlerinden Bilecik’in 1920’lerdeki 12 bin olan nüfusu, savaş sırasında verilen şehitlerden sonra 4 bine kadar düşmüştü. 

Sabri Berksan, her köşesinde köklü tarih ve kahramanlığın izleri bulunan bu şehrimizde, ortaöğrenimine devam edecekti.

Sabri, tatillerde İstanbul’a gelip seyyar satıcılık yapıyor

Sabri, Bilecik’te öğrenimini sürdürürken, baba Hacı İslam Efendi de, İstanbul’daki yeni işinde büyük bir şevkle çalışıyordu. İlim ve irfana çok önem veren Hacı İslam Efendi, Köprülü Kütüphanesi’nde görev yaparken, mazide yaşamış olduğu sıkıntıları unutmuş gibiydi. Ama, kısa bir süre önce kaybettiği oğlu Hakkı’nın acısını her an içinde hissediyor, bu arada gurbete yolladığı Sabri’nin de hasretini çekiyordu. 

1934’ün sonunda, aile geçim sıkıntısını geride bırakmıştı. Artık baba Hacı İslam Efendi devletten maaş alıyor, büyük oğulları Asım da 1932’den beri çalıştığı Besler Fabrikası’nda iyi bir konuma gelmiş bulunuyordu. 

Sabri, gurbette öğrenim görürken, ağabeyi Asım da 1934 yılının Nisan ve Kasım ayları arasında, İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda askerlik görevini tamamladı. Besler’in sahipleri Fehmi ve Sami Besler, Asım’a, 1936 yılında, fabrikanın giriş katındaki satış mağazası için şu ilginç teklifte bulundu:

“Asım, 500 lira bul, bu dükkânda, işletmenin yarısına ortak ol.” 

Daha dört yıl önce işçi olarak girdiği Besler Fabrikası’nda zamanla patronlarının güvenini kazanan Asım, bu cazip teklifi değerlendirmek istedi, ama parası yoktu. 

Altı ay boyunca 500 lira borç para arayan Asım, bu çabasından sonuç alamayınca, konuyu dayısına açarak yardım istedi. Dayı da, “Beni ortak edersen, o parayı veririm” dedi. Asım, çaresiz, dayısının bu şartını kabul etmek zorunda kaldı. 

Asım, tezgâhtarı olduğu işyerinin işletmesini devralıyor 

Zaman, yaraları sarmak için en etkili ilaçtı. 1929 yılında ailesiyle birlikte Kırım’dan göç eden Asım, yedi yıl boyunca benzin istasyonu pompacılığından şekerleme fabrikası işçiliğine kadar pek çok yerde çalışarak, anne, baba ve kardeşlerinin geçimine katkıda bulundu. 

İş hayatında istikrarlı bir şekilde ilerleyen Asım, neticede, çalıştığı mağazaya ortak olma başarısını gösterdi. Bu arada, kuzeni Hamdi Dinçsoy’u da Büyükmanika köyünden İstanbul’a getirterek, ona, yeni işyerinde tezgâhtarlık görevi verdi. 

Asım Berksan, 1930-1940’lı yıllarda İstanbul’un yüksek potansiyele sahip ticaret ve iş merkezinde adeta uygulamalı eğitim görmüş, Eminönü ve Sirkeci’de iş hayatının bütün inceliklerini öğrenmişti. İşletmesini devraldığı Besler Satış Mağazası’nı daha da faal hale getirmek için, Besler Fabrikası’nın yanı sıra, öteki imalatçılardan da temin ettiği lokum ve kuru pasta gibi gıda maddelerini, bu yeni işyerinde satıyordu. 

Rusya’da, Rusça ve Tatarca dillerini öğrenen Asım Berksan, İstanbul’daki iş âleminde de önce Fransızca, daha sonra da Şişhane Musevicesi ve Rumca öğrenmişti.

Sabri, Besler’in hamur dairesinde de çalışıyor

Ağabeyinin iş hayatında başarı basamaklarını çıktığı dönemde Bilecik Ortaokulu’nda öğrenim görmekte olan Sabri de, durumu hakkında ailesini sürekli mektupla haberdar ediyor, derslerden aldığı yüksek notların mutluluğunu da onlarla paylaşıyordu.

Aslında, Sabri’nin derslerden yana hiçbir sıkıntısı yoktu. Ama aklı fikri ailesinin geçim derdindeydi. Tatilleri fırsat bilip İstanbul’a gelince, emsalleri gibi gezip tozmaz, ağabeyinin dükkânından aldığı Besler ürünlerini bir tablaya koyarak, Eminönü, Galata Köprüsü ve Karaköy bölgesinde satarak para kazanırdı. Bazı dönemlerde de fabrikanın hamur dairesinde “geçici işçi” olarak çalışıyordu.

Sabri’nin sattığı Besler ürünleri arasında en çok “Yeni Hayat” müşteri buluyordu. Tanesi 100 Para’ya (2,5 kuruş) satılan ürünler, ticarete henüz alışan Sabri’nin yüzünü güldürüyor, günlük kazancını ailesine götürürken, ona, başarılı olmanın gururunu da yaşatıyordu.

Ortaokul öğrencisi Sabri, Eminönü ve Sirkeci’de seyyar satıcılık yaparken küçük yaşına rağmen o yörenin iş potansiyelini de keşfediyordu.

Sabri Berksan, aradan yıllar geçtikten sonra, dostu Nevzat Yalçıntaş’a iş hayatında yola çıkışının öyküsünü anlatırken, çocukluğunda, kendisini etkileyen olayı, şu cümlelerle açıklayacaktı:

Biliyorsunuz; Sirkeci ile Eminönü iç içe. Öğrenimimi tamamlayıp, yerleşik iş hayatına girmek için karar verince, “Eminönü’nde bir yer tutalım” dedik. Benim, bisküvi sanayiine girmem; anneciğimin yapıp bana tablada sattırdığı tatlıların sayısının artması, ardından Sirkeci’ye intikal etmem, orada da bir yer tutup, bu işi artık imalat haline getirmemle olmuştur.

Sabri Berksan, daha sonraki yıllarda yeğeni Selçuk Berksan’a anılarını anlatırken şunları söylüyordu:

Ticaretin, üretimden daha kârlı ve kolay bir iş olduğunu, okulumuzun tatil dönemlerinde seyyar satıcılık yaparken gördüm. Serbest ticaretin kazancı, işçi olarak çalışmaktan çok daha iyi idi. Ayrıca, fazla bir yorgunluğu yok. Sokaktaki her insan, sizin potansiyel müşteriniz oluyor. Gördüm ki, esas ticaret, bu imiş...

Besler’in kurucularından Fehmi Besler’in oğlu Doğan Besler de, Asım ve Sabri Berksan kardeşlerin, fabrikalarında işçi olarak çalıştıkları dönemi babasından dinlemiş.

Doğan Besler, o döneme ait anıları günümüze şu sözlerle naklediyordu:

Sabri Bey’le tanışmadan önce, methini babamdan çok duyardım. Rahmetli babam, hem Asım Amca’yı hem de Sabri Bey’i anlatırdı. Bizim Besler Fabrikası’nda, önce Asım Amca çalışmış; Sabri Bey de yaz tatillerinde gelip fabrikanın hamur dairesinde çalışırmış.

Rahmetli babam, “Bisküviciliğin alfabesi, hamur dairesinden başlar” derdi. Demek ki Sabri Bey, bisküviciliğe, bu işin alfabesinden başlamış...

 

Sabri, ortaokuldan “pekiyi” ile mezun oluyor

Sabri’nin öğrenim hayatı da aynen Asım Ağabeyi’nin iş hayatı gibi başarılı bir grafik çizdi. Bilecik’teki okul numarası 159’du. Üç yıl boyunca öğrenim gördüğü dersler ise şunlardı:

  • Türkçe
  • Tarih
  • Coğrafya
  • Yurt Bilgisi
  • Riyaziye (Matematik)
  • Fen Bilgisi
  • Biyoloji ve Hıfzısıhha (Halk Sağlığı) 
  • Yabancı Dil (Fransızca)
  • Resim
  • Musiki
  • Cimnastik
  • Askerlik

Kız öğrenciler ise, ayrıca ev idaresi, çocuk bakımı ve biçki-dikiş dersleri görüyor, askerlik dersinden muaf tutuluyordu. Aslında, askerlik dersleri, hem ortaokullarda hem de liselerde uzun yıllar okutuldu. Dersleri, subaylar veriyordu. 1 Eylül 1939’da başlayacak olan İkinci Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen, orta dereceli okullara, askeri kamplarda mecburi eğitim de getirilecekti.

1937 yılının Mayıs ayında Bilecik Ortaokulu’nda sözlü final sınavlarına giren Sabri, tüm derslerden 10 numara aldı. Tavr-ı Hareket (davranış) notu da 10’du.

Ortaokul mezunu olan Sabri Berksan’ın önünde, daha üç yıllık lise öğrenimi vardı. O yıllarda Bilecik’te lise bulunmadığı için devlet hesabına okuyan bu öğrenci, orta öğreniminin ikinci dönemini ise lisesi olan bir başka ilimizde sürdürecekti.

1940’larda adı “Kültür Bakanlığı” olan Milli Eğitim Bakanlığı, Sabri Berksan’ın lise öğrenimini, komşu il Kütahya’nın tarihi lisesinde yine parasız yatılı olarak sürdürmesine karar vermişti.

“Babamın bana ayakkabı alacak parası dahi yoktu”

Sabri Ülker, Bilecik yıllarının üzerinden uzun süre geçtikten sonra öğrencilik döneminde yaşadıklarını, yakın çevresiyle de paylaşmış. Bir gün, danışmanı Mustafa Özel’le sohbet ederken, Kadırga’daki komşularının kendisine armağan ettiği o kocaman ayakkabıyla Bilecik’te yaşadığı koca bir yılını anlatmış.

 

Sabri Berksan, 1934-1937 yılları arasında Bilecik Ortaokulu’nda “parasız yatılı”
olarak öğrenim gördü; okuldan, “Pekiyi” derece ile mezun oldu. Sabri’nin mezuniyet
karnesinde, Okul Direktörü (müdürü) Halit Gürel’in yanı sıra, Talebe Egesi (velisi)
İslam Berksan’ın imzası bulunuyordu.

 

Bilecik Ortaokulu’ndan 1937 yılında mezun olan Sabri Berksan’ın diplomasında
bir ayrıntı dikkat çekiyordu. O da; Bilecik Valisi Ali Rıza Oskay’ın sıfatının
“Bilecik İli İlbayı” olarak yazılmış olmasıydı.

 

İlk defa Ahsen Özokur’un bahsettiği bu ayakkabı hikâyesinin devamını, şimdi de Mustafa Özel’den dinleyelim:

Sabri Bey, zaman zaman hayatından çok değişik kesitler anlatırdı. Onlardan birini nakletmek istiyorum.

Sabri Bey, Kadırga İlkokulu’nu bitirmiş. Ortaokul için yatılıolarak İstanbul dışına gidecekmiş. Bana, o günlerle ilgili aynen şunları söylemişti: “Babamın işleri bozuktu. Aslında kendisi ilahiyat tahsili yapmış bir hocaydı. Ama, tütün ziraatiyle uğraşıyordu.

Gurbete çıkmak üzereydim. Beraberimde götüreceğim kılık kıyafetimle ilgili hazırlık yapıldı, ama ayağıma giyeceğim doğru dürüst bir ayakkabı yoktu. Mevcut ayakkabım, çürük çarıktı. Babamın parası olmadığı için, bana yeni bir ayakkabı alamıyordu. İnsanlardan da borç para isteme tabiatı yoktu.

Ertesi gün yola çıkacaktık. Komşulardan biri bu durumumuzu işitmiş. Kendisine de o günlerde çok güzel, ısmarlama bir ayakkabı yaptırmış. Ayakkabı, komşumuzun ayağını ya sıkmışya da bol gelmiş. O ayakkabıdan kurtulmak istiyormuş. Ayakkabıyı bir güzel paketlemiş, bize geldi. Bu özel ayakkabısını bana hediye etti, aile fertlerimize de benim için, “Allah kavuştursun” dedi.

Annem, komşunun hediyesi ayakkabıyı bavuluma koydu. İstanbul’dan Bilecik’e geldim. Pansiyona yerleştim. İlk gün ayakkabının paketini açtım ve ayağıma giydim. Ayakkabı, 43 numaraydı. Adım attıkça, ayağımdan fırlar gibi oluyordu. Ama hiç bir öğretmenim, “Oğlum, bu ne biçim ayakkabı...” demedi. Hiçbir arkadaşım da halime gülmedi. Bilecik’teki ilk senemi bu ayakkabıyla geçirdim. Yani, kocaman ayakkabılarla utana sıkıla da olsa, sene sonunu buldum.”

Sabri Berksan, ikinci gurbetini Kütahya’da yaşıyor

Sabri Berksan, 1937 yılının sonbaharında, artık “delikanlılıkçağı”nı yaşıyordu. 18 yaşına girmek üzereydi. Bu arada ortaokulu bitirmiş, Kütahya Lisesi’ne kaydını yaptırmış, ikinci gurbete çıkacağı günü merak içinde bekliyordu. Çünkü, yeni bir şehir ve yeni insanlar tanıyıp, yeni arkadaşlar edinecekti.

Sabri, üç yıldan beri gurbetteydi. Bilecik Ortaokulu’nda yatılıokurken kendi dünyasını kurmuş, yolunu da çizmişti. Hayata atılmadan önce bir yüksekokul diploması almakta kararlıydı. Oysa, oyıllarda, lise diploması dahi, insana çok büyük ve önemli mevkiler sağlıyordu.

Ünlü filozof Eflatun’un tarif ettiği gibi, insanı süsleyen ilim, sevgive özgürlük, delikanlılık çağındaki Sabri Berksan’ın benimsediği ve koruduğu meziyetler olmuştu.

Sabri’nin Kütahya’da üç yıl boyunca öğrenim göreceği okul, “Taş Mektep” adıyla anılırdı. Okul, 1889 yılında yapılmış, Kurtuluş Savaşı sırasında da Alay Komutanlığı ve Askeri Hastane olarak kullanılmıştı. Sabri Berksan, 1923’te büyük bir yangın geçirdikten sonra 1937’de adeta yenilenmiş olan Kütahya Lisesi’nin ilk yatılı öğrencilerinden oluyordu.

Gazi Paşa, cehaletle savaşı Kütahya Lisesi’nde başlattı

Kütahya Lisesi, aynen Kütahya şehri gibi Türk tarihinde çokönemli bir yere sahipti. Bu okulu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmadan yedi ay önce, 24 Mart 1923 Cumartesi günü, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa ziyaret etmiş ve milli eğitim tarihimizde çok önemli bir yeri olan “Öğretmenlere Hitabı”nı burada yapmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bir yıl öncesine kadar Yunanlarla savaştığı Kütahya’da, bu defa cehaletle savaşmak için öğretmenleri topluyordu. Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, öğretmenlere hitabında, “İki orduya ihtiyaç vardır; biri, vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri, milletin geleceğini yoğuran irfan ordusu...” diyordu.

 

Kütahya’nın “Taş Mektep” diye anılan tarihi lisesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun
son döneminde inşa edilmiş. Sabri Ülker, 1937-1940 yılları arasında liseyi
burada okudu, aynı zamanda okulun pansiyonunda kaldı.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın tarihi Kütahya Lisesi’nde kendisini dinleyen öğretmenlere hitabı özetle şöyleydi:

Muallime Hanımlar ve Muallim Efendiler,Bu irfan yuvası altında hepinizi bir arada görmekten ve hepinizi selamlamaktan çok memnunum. Memleketimizi, toplumumuzu gerçek hedefe, gerçek mutluluğa ulaştırmak için iki orduya ihtiyaç vardır. Biri; vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri; memleketin geleceğini yoğuran irfan ordusudur. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir. Fakat, bu iki ordudan hangisi daha değerlidir, hangisi bir diğerinden üstündür? Şüphesiz, böyle bir tercih yapılamaz. Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Henüz üç-dört senelik hayata sahip olan milli idaremizde, irfan ordusu ile layık olduğu kadar ilgilenilememiştir. Fakat buradaki mecburiyeti, milletin münevverleri olan sizler elbette kidaha iyi takdir edersiniz. Bütün kuvvetimizi yalnız cephede toplamaya mecbur olduğumuz bu kısa süre içinde, tabiatıyla irfan ordusuyla gereğince meşgul olamadık. Lakin, Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ki, düş-man karşısındaki aziz ordumuz için harcadığımız bütün emekler, mutlu sonucunu verdi.

Sabri’nin hastalığına teşhis: “Paltosu yok, üşütmüş”

Kütahya Lisesi’nin 4B sınıfı öğrencilerinden Sabri Berksan, 24 Şubat 1938 Perşembe günü, okul pansiyonundaki yatakhanede şafakla birlikte uyandı. Güne başlarken, önce yatağını topladı, ardından da elini yüzünü yıkamak için lavabonun başına geçti. Musluktan akan su, adeta buz kesmişti. Kış mevsimi, bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu. Yatakhanedeki öğrencilerin çoğu, sabahlara kadar sürekli öksürüyordu.

“Kalorifer” denilen merkezi ısıtma sistemi yüzyıllar önce keşfedilmiş, hatta 17. yüzyılda Doğubeyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’nda da kullanılmıştı ama, 1938 Türkiye'sinde konut ve işyerlerinde ısınma için hâlâ ocak ve sobaya başvuruluyordu. Dolayısıyla, Kütahya Lisesi Pansiyonu da aynı durumdaydı.

İşte o yokluk yıllarında, etrafı kasıp kavuran şiddetli soğuklar, özellikle zayıf bünyelere adı-sanı belirsiz mikropları taşıyor, enfeksiyonla birlikte gribal hastalıklar da insan sağlığını tehdit ediyordu.

1940 ve 1950’lerin kış aylarındaki doktor reçetelerinin vazgeçilmez ilacı ise, penisilindi. Ama ne idüğü belirsiz o bin bir çeşit mikrop, zaman zaman penisiline dahi meydan okuyordu.

Evet, Sabri hastaydı. Kütahya Lisesi’ne geleli sadece beş ay olmuş, fakat bu kentin ağır iklim şartlarına uyum sağlayamamıştı. Derslerini ihmal etmekten korkuyordu. Ancak, vücudunda, bir türlü dinmeyen ve romatizma işareti veren ağrı ve sızılar, okula devamını engelleyecek boyuta ulaşmıştı.

Sabri, o soğuk perşembe sabahında, okul pansiyonundaki “mütalaa odası”na gitti. Sırasına oturdu. Çantasından çıkardığı bir yaprak kâğıt üzerine dilekçe yazmaya başladı.

Derdine derman aradığı dilekçesinde şunları söylüyordu:

Kütahya Lisesi Direktörlüğü’ne, Eskiden beri zayıf olan sıhhi vaziyetimin buraya geldikten sonra Kütahya’nın sert iklimi ile gittikçe bozulduğunu hissediyorum. Bilhassa ayaklarım, soğuğun tesiri ile tam bir romatizma başlangıcı olarak şişip, kaşınıyor ve çok fena sancılar yapıyorlar. Bu halin devamı ile günden güne pansiyona gidip gelmem bile son derece güçleşiyor. Derslerimi kaçırmamak için şimdiye kadar tek bir gün bile revirde kalmamağa gayret ettimse de, neticenin sıhhatim için tehlikeli olabileceğinden korkuyorum. Bu sebeple, sıhhatim için daha müsait bir yere nakledilmekliğim için Heyet-i Sıhhiye’ye [Sağlık Kurulu] havalemi rica eder, derin saygılarımı sunarım. 24.2.938 Adres: 4B 756 Sabri Berksan [Pul ve İmza]

Sabri’nin, başka bir kente nakli için lise müdürlüğüne vermiş olduğu dilekçenin cevabı, dört gün sonra okul doktorundan geldi. Doktor, teşhisini koymuştu: “Paltosu olmadığı için üşütmüş.” Şimdi, Kütahya Lisesi doktorunun, Sabri Berksan’ın sağlık sorunlarıyla ilgili, muayene sonrası teşhis raporunu okuyalım:

Lise Direktörlüğü’ne, 4B 756 Sabri Berksan muayene edildi. Ayak parmaklarında hafif kızartı ve kaşıntı görüldü. Tedavisi için kendisine reçetesi verildi. Bütün kışı paltosuz geçiren bu talebenin, soğuk tesiri ile bu gibi rahatsızlıklara maruz kalacağı pek tabiidir. Palto tedarik edildiği takdirde, başka mahalle nakle lüzum olmadığı saygılarımla arz olunur. Lis. Ok. H. 28.2.938 [İmza]

Sabri, izinsiz koparılan kiraz ikramına “Hayır” dedi

Sabri Berksan, gurbete de, yatılı öğrenim hayatına da zamanla alıştı. Kim bilir, belki bir paltoya da kavuştu.

18 yaşına gelmiş, yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Aslında ailesinin mütevazı imkânlarına rağmen, kılık kıyafetine çok dikkat ediyordu. Şüphesiz, o şartlar altında eksikleri de olacaktı.

Okulunu sevmişti. Arkadaşlarıyla uyum halindeydi. Sessiz sakin ve mazbut bir öğrenci olduğu için, sınıf arkadaşlarının etkinliklerine fazlaca katılmıyor, onları izlemekle yetiniyordu.

 

Sabri Berksan, Kütahya Lisesi’nde öğrenime büyük bir heyecanla başlamıştı,
ama şehrin ağır kış şartları onu hasta etmişti. Çaresizdi. Kütahya’dan bir başka
şehre naklini istedi. Okul doktoru muayene etti. Raporunda, “Sabri Berksan
üşütmüş. Palto alınırsa, sağlığına kavuşur” diyordu.

 

Kütahya Lisesi’nde, her hafta başı, tüm öğrenciler tarihi binanın bahçesinde toplanıyor, birlikte İstiklal Marşı’nı söyledikten sonra düzen içinde dersliklere giriyorlardı. İstiklal Marşı, cumartesi günü öğle saatlerinde haftalık ders bitiminde de tekrarlanıyordu.

1937-1940 yılları arasında Kütahya Lisesi’nin öğretim kadrosu, mesleklerinde deneyim kazanmış öğretmenlerden oluşuyordu. Bu
arada, Türk edebiyatının ünlü simalarından hikâye ve masal yazarı, derleyici Eflatun Cem Güney de edebiyat öğretmeni olarak görev yapıyordu.

Lisede ilk yıl 4B, ikinci yıl 5B sınıfında öğrenim gören Sabri Berksan, son sınıfta ise edebiyat koluna ayrılmıştı. Ağırlıklı olarak
edebiyat derslerinden öğrenim gören Sabri, bu arada fen derslerini de ihmal etmezdi. O kadar ki, cebir problemlerini Fransızca kitabından öğrenir ve arkadaşlarına anlatırdı.

Sabri Berksan’ın son sınıftaki arkadaşlarından 755 numaralı Abdurrahman Mavituna da edebiyat mezunu olmasına rağmen, İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirmişti.

Mavituna, Kütahya Lisesi tarafından 1990 yılında yayımlanan “Kütahya Lisesi 100. Yıl Albümü”nde anılarını anlatırken şunları
söylüyordu:

Bir tatil günü, arkadaşlarla Sultan Bağları’na, geziye gitmiştik. Sol tarafta, bir bahçe içinde, bir kiraz ağacının dalları yere
değiyordu. Hemen daldık, adeta kirazları yapraklarıyla sıyırdık. Bir arkadaşımız bize katılmadı; yolda bekledi. Hatta ben kiraz
verdim, yemedi. Bu arkadaşımla temasımı hiç kaybetmedim. 

Bu olayı hatırladıkça da, kendimden utanırım; Allah affetsin. Bu arkadaşım, Sabri Berksan’dı. Bugünkü Sabri Ülker...

Sabri Berksan, duygularını özel bir defterde gizlemiş

Sabri Berksan, Kütahya Lisesi’nde üç yıl öğrenim gördü. Bu dönemde, kişiliği iyice şekillenmeye başlamıştı. Azimli ve kararlıydı. Hiç kimsenin, çaba göstermeden başarıya ulaşamayacağını da öğrenmişti. Şüphesiz, başarmak için disiplinli olmak gerekirdi. Bu özellik, Sabri’de fazlasıyla mevcuttu. Her şeyi ciddiye alıyordu. Dersleri mükemmeldi.

Sabri’nin sosyal bilimlere merakı fazlaydı, ama fen derslerinden de tam not alıyordu. Adeta inci gibi el yazısı vardı. Latin alfabesini emsallerinden üç yıl sonra öğrenmesine rağmen, mükemmel bir yazı karakterine sahip olmuştu.

Şiire, özlü sözlere ve içinden ders çıkarılacak öykülere meraklıydı. Bu nedenle, özel bir defter hazırladı.

Defterin ilk sayfasında, adeta bir hattatın kaleminden çıkmış gibi “Seçme Yazılar” başlığı bulunuyordu. O yazının altında da tevazu
ile yazılmış, küçücük bir not vardı. O notta, 756 olan okul numarası ve adı yer alıyordu.

Sabri Berksan’ın 1937-1940 yılları arasında hazırlamış olduğu “Seçme Yazılar” başlıklı defter, halen ailesinin koruması altında.
Daha dün yazılmış gibi...

Yazı metinleri, hem göze hem ruha hitap ediyor. Satır başları, sanki cetvelle belirlenmiş. Dolmakalemle yazılmış olan yazıların
üzerinde hiçbir çizik yok.

Lise öğrencisi Berksan’ın, defterine adeta nakış gibi işlediği 55 sayfadan oluşan o seçme şiir, öykü ve özdeyişler; okuyanlara, bu liseli gencin kişiliği ile iç dünyası hakkında da yeterli ipuçlarını fazlasıyla veriyor.

Seçme Yazılar Defteri’nde birbirinden güzel ve anlamlı şu şiir ve metinler yer alıyor:

Şiirler:
Ayrılış / Kemal Engin
Genç Dul (Şairi belli değil)
Kaldırımlar / Necip Fazıl
İntizar / Yusuf Ziya
Ayşe / F. Nafiz Çamlıbel
Yakışmadı / Recaizade Ekrem
Gül / Ahmet Haşim
Kabri Fikreti Ziyaret / Rıza Tevfik
Uçun Kuşlar / Rıza Tevfik
Salkım Söğüt / (Othello’dan) Shakespeare
Bir Selvi Gölgesi / Yusuf Ziya
İnkisar / F. Nafiz Çamlıbel
Nazar / Yahya Kemal
Kin (Şairi belli değil)
Her Gül Böyle Açar / Sebahattin Öz
Mehlika Sultan / Yahya Kemal

Çal / Eşref Sabit
Tekerleme / Kazak Abdal
Otel Odalarında (Şairi belli değil)
Su / Şükûfe Nihal
Tavaf / İbrahim Alâaddin Gövsa
Eğer Dünya Çökmezse / Lebit Fehmi Yurdoğlu
Atatürk / Orhan Seyfi Orhon
Küsuf / Münir Müeyyed Berkman
Tuna Kıyısında / Enis Behiç
Bingöl Çobanları / Kemalettin Kami (Kamu)
Yaz Görüşleri  / Ali Canip
Anneler / Ahmet Kutsi
Anneciğim / Necip Fazıl Kısakürek
Başımla Gönlüm / Celal Sahir Erozan
İrşat / Rıza Tevfik
Yayla Dumanı / Ömer Bedrettin
Kumru ve Serçe / Yusuf Mardin
Nerdesiniz / M. Uluğ Turanoğlu
Leyla (Şairi belli değil)
Öyküler:
Ağladığını Gördüm / Byron
Yaramazın Şarkısı / Rişpen

 

Sabri Berksan’ın özel defterinden...

Sabri Berksan, “Seçme Yazılar” defterinde, hem yaşının hem de karakterinin icabı eserlere yer vermiş. Bu eserlerde; duygu ve hamasetin yanı sıra, ahlaki değerler de bulunuyor. Ayrıca, aynı dönemde vefat eden Atatürk’le ilgili üç şiir dikkati çekiyor.

Şimdi, Sabri Berksan’ın “Seçme Yazılar” defterinden seçtiğimiz bir demet edebi eseri, birlikte incelemeye başlayalım...


Sabri Berksan, özenle hazırladığı defterin ilk sayfalarına “Yaramazın Şarkısı” adını verdiği bir öykü yerleştirmiş. 1940’larda gençlerin ilgisini çeken bu öykü, günümüzde de anlatılıyor. 

Öyküyü; Cezayir doğumlu, Fransız asıllı şair, romancı ve oyun yazarı Jean Richepin kaleme almış. 

Sabri Berksan’ın seçtikleri arasında yer alan bu öykünün yazarı Richepin, 1849- 1926 yılları arasında yaşamış. 

Anne sevgisini yüreğinin derinliklerinde hisseden her kişinin okuyunca ders çıkarabileceği öykü şöyle:

Delikanlı, katı yürekli, zalim bir kızı sevmiş ve onunla evlenmek istemişti. Ancak, kız, korkunç bir şart ileri sürüyordu:
“Sana evet diyebilmem için, önce sevgini ölçmek isterim. Şimdi, bana, köpeğime yedirmek üzere annenin kalbini getireceksin.”
Delikanlı, tüyler ürperten bu teklif karşısında ne yapacağını şaşırmış, uzun bir tereddütten sonra hislerine mağlup olup, annesini öldürmeye karar vermişti. Annesi, belki de durumu fark ettiği için, oğluna fazla direnmedi.
Çocuk, sevgilisinin isteğini yerine getirdi. Annesinin kalbini bir mendile sardı, ardından da zalim kızın evine hızla koşmaya başladı.
Heyecanla sevgilisinin evine ulaşmaya çalışan bu şaşkın delikanlının ayağı bir taşa takıldı. Kendisi bir tarafa, mendilin içindeki kalp bir başka tarafa fırladı.
Delikanlının, canı acımıştı. O anda, dudaklarından “Ah anacığım...” sözleri döküldü.
Annesinin tozlara bulanmış ve hâlâ soğumamış olan kalbinden şöyle bir ses yükseldi: ”Canım yavrum, bir yerin mi acıdı?..”

Türk ve İslamcı şair, yazar, fikir adamı Necip Fazıl Kısakürek, ebedi yolculuk temalı “Anneciğim” adlı şiirinde, annesine şöyle hitap
ediyor:

Anneciğim

Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim.
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim.
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Zulmetin ardında gene zulmet var.
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim.
Dudaklarında aksi bir derin “hiç” in,
Kanadın yayılmış çırpınmak için.
Bu kış yolculuk var diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim.

Necip Fazıl Kısakürek

Sabri Berksan’ın “Seçme Yazılar” defterinde, ayrıca birbirinden anlamlı dört özdeyişle de karşılaştık. Her biri, çok düşündü-
rücü...

  • Türk öldürülür, fakat mağlup edilmez. / Napolyon
  • Karnı açlardan ziyade, kalbi açlara acırım. / Cenap Şahabettin
  • Yalnız başına düşünen kadın, fena şeyler düşünür. / Sinüş
  • Aşkın karşısında muhakeme sükût eder. / İzzet Melih


Sabri Berksan, Seçme Yazılar Defteri’nde İskoç asıllı ünlü İngiliz şair Lord Byron’un “Gözyaşını Gördüm” adlı aşk ve doğa temalı şiirini, “Ağladığını Gördüm” ismiyle nesir olarak yazmış:

Ağladığını Gördüm

Ağladığını gördüm: Senin o mavi gözlerinin üzerine bir büyük parlak gözyaşı kondu. Bana öyle geldi ki, menekşe üzerine
bir çiy damlası düştü. 

Gülümsediğini gördüm: Senin yanında safirin parıltısı sönük kaldı. Çünkü onun ışıkları, senin bakışını dolduran canlı nurlarla mukayese edilemez. 

Bulutlar, ötedeki güneşten ‒yaklaşan akşam gölgelerinin semadan izale edemeyeceği derin ve yumuşak bir renk alır. Bunun gibi, senin tebessümlerin de en güzel gönle, o saf neşelerini serper. Onların şuaları arkalarında öyle bir ışık bırakır ki, kalp üzerinde şimşek gibi parlar. 

Şair, yazar ve öğretmen Ahmet Haşim’in “Gül” isimli şiiri de lise öğrencisi Sabri Berksan’ın ilgi alanına girmiş:


Gül
Bir gamlı hazanın seherinde
Israra ne hacet, gene bülbül?
Bil, kalbimizin bahçelerinde
Can verdi senin söylediğin gül
Savrulmada gül şimdi havada
Gün doğmada bir başka ziyada

Ahmet Haşim

Sabri Berksan, eski Osmanlı maarif nazırlarından, “Filozof Rıza” diye anılan Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın sürgün yıllarında yazdığı
“Uçun Kuşlar” şiirinde, acaba kendisinden bir şeyler mi buluyordu?..

Uçun Kuşlar

“Sevgili oğlum Mehmed Said’e”

Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere,
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.

O çay ağır akar, yorgun mu bilmem,
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem,
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem,
Yüce dağ başında siyah tül vardır.


Orda geçti benim güzel günlerim,
O demleri anıp bugün inlerim,
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde oralı bir bülbül vardır.


Uçun kuşlar uçun, burda vefa yok,
Öyle akarsular, öyle hava yok,
Feryadıma karşı aks-i sada yok,
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.


Hey Rıza kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende derya gibi daima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.

Rıza Tevfik Bölükbaşı

 

17. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Romanya asıllı Kazak Abdal isimli halk ozanı, hiciv türü, kolay anlaşılır, yalın dilli şiirler yazmış.
Abdal’ın şiirleri, Sabri Berksan’ı da etkilemiş olacak ki, Seçme Yazılar Defteri’nin 30. sayfasına özenle yerleştirilmiş. Şiirin orijinal adı,
“Ormanda Büyüyen Adam Azgını”. Sabri Berksan ise, bu şiire “Tekerleme” adını vermiş. Şiir, belki de 1930’lu yıllarda, edebiyat kitaplarında “Tekerleme” adıyla yayımlanmış.

Tekerleme

Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez.
Medrese kaçkını, softa bozgunu
Selam vermeğe dervişan beğenmez.


Âlemi tânedir [tâ’n eder - kınar] yanına varsan
Seni yanıltır mesele sorsan.
Bir cim [kara cahil] bile çıkmaz karnını yarsan
Camiye gelir de erkân beğenmez.


El kapısında kul kardeş olan
Burnu sümüklü, gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berbere gelir de dükkân beğenmez.

Kazak Abdal


Sabri Berksan, özel defterine, Atatürk’ün vefatından sonra dört şiir yazmış. Bunlar; İbrahim Alâaddin Gövsa’nın “Tavaf”, Lebid Fehmi Yurdoğlu’nun “Eğer Dünya Çökmezse”, Münir Müeyyed Berkman’ın “Küsuf” (Güneş Tutulması) ve Orhan Seyfi Orhon’un,
“Atatürk” isimli şiirleri... İşte, o şiirlerden bir örnek:

Atatürk

Ellerin üstünde bir tabut değil,
Derinden oynayan dağ olmalıydı.
O, bizi bırakıp gitmesin diye,
Gönüller sarılıp, bağ olmalıydı.


Ey dağlar, açınız başlarınızı;
Bağrınıza basın taşlarınızı...
Bulutlar, saçınız yaşlarınızı;
Atatürk, Atatürk sağ olmalıydı!

Orhan Seyfi Orhon

 

“Parasız yatılı öğrenci” Sabri, askeri eğitim de alıyor

Sabri Berksan, 1935 yılında parasız yatılı sınavını kazanmış, ardından da Bilecik Ortaokulu pansiyonunda iki yıl öğrenim görmüştü. Sınavla kazandığı bu hak, lise öğrenimi sırasında da devam etti.

 

Sabri Berksan ile arkadaşı Zeki Beykont, lisedeki zorunlu askeri eğitimi yaz tatilinde
İstanbul’da almak istediler. Fakat Askerlik Dersi Grup Amiri, olumsuz cevap verdi.

 

Ancak, devlet hesabına okumanın bir de bedeli vardı. O bedel, orta ve yükseköğrenimini tamamladıktan sonra, devletin göstereceği herhangi bir kamu kurumunda belirli bir süre “mecburi hizmet” yapmaktı.

İslam Berksan, 17 Mayıs 1938 Salı günü İstanbul’daki Fatih Noteri’ne giderek, oğlu Sabri Berksan için bir “taahhüt senedi” imzaladı. Bu senette özetle, “Sabri Berksan, öğrenimini tamamladıktan sonra devletin belirleyeceği kamu kurumunda çalışacak, çalışmadığı takdirde, devletin, kendisi için yapmış olduğu harcamalar iade edilecek. Bu arada, Sabri Berksan, sınıfta kalırsa, parasız yatılı hakkını kaybedecek, o tarihe kadar devletin yapmış olduğu harcamalar da tarafımdan tazmin edilecek” deniliyordu.

“Parasız yatılı öğrenci” Sabri, askeri eğitim de alıyor

Sabri Berksan, 1935 yılında parasız yatılı sınavını kazanmış, ardından da Bilecik Ortaokulu pansiyonunda iki yıl öğrenim görmüş-
tü. Sınavla kazandığı bu hak, lise öğrenimi sırasında da devam etti.

Ancak, devlet hesabına okumanın bir de bedeli vardı. O bedel, orta ve yükseköğrenimini tamamladıktan sonra, devletin göstereceği herhangi bir kamu kurumunda belirli bir süre “mecburi hizmet” yapmaktı.

İslam Berksan, 17 Mayıs 1938 Salı günü İstanbul’daki Fatih Noteri’ne giderek, oğlu Sabri Berksan için bir “taahhüt senedi” imzaladı. Bu senette özetle, “Sabri Berksan, öğrenimini tamamladıktan sonra devletin belirleyeceği kamu kurumunda çalışacak, çalışmadığı takdirde, devletin, kendisi için yapmış olduğu harcamalar iade edilecek. Bu arada, Sabri Berksan, sınıfta kalırsa, parasız yatılı hakkını kaybedecek, o tarihe kadar devletin yapmış olduğu harcamalar da tarafımdan tazmin edilecek” deniliyordu.

Sabri, Kütahya Lisesi’nde bir yılı geride bırakmıştı. 1939’un ortalarına gelindiğinde, tüm dünyada “savaş rüzgârları” esmeye başladı. Nazi Almanyası’nın Devlet Başkanı Adolf Hitler, hem Batı’daki hem de Doğu’daki devletlere meydan okuyordu. Türk Kurtuluş Savaşı’nın üstünden 15 yıl geçmişti. Küllerinden doğan ülkemiz, yeni bir savaşı kaldıracak durumda değildi.

Türk ordusu alarmdaydı. Yedek askerlik çağındaki mükellefler belirlenmişti. İhtiyaç olduğu an, silah altına alınacaklardı. Askerlik çağı gelmek üzere veya gelmiş olan, ancak tahsil gören lise ve üniversite öğrencileri ise, yaz tatillerinde, askeri kamplarda silahlı eğitime tabi tutuluyordu. Sabri Berksan da, askeri eğitim görecek öğrenciler arasındaydı.

1939 yılının Haziran ayında okullar yaz tatiline girdi. Bu arada Sabri Berksan da, baba ocağı İstanbul’a gitti. Yaz tatili kısa sürecekti. Çünkü önünde, zorunlu askeri eğitim vardı.

O günkü uygulamalara göre, bu eğitimin Kütahya’da yapılması gerekiyordu.

Sabri, taşradaki okullarda eğitim gören bazı öğrencilerin bu zorunlu askerlik talimini İstanbul’daki liselerde aldıklarını işitmişti.
İstanbul’da yaşayan okul arkadaşı Zeki Beykont’la birlikte bu konuyu araştırdıktan sonra, okul yönetimine bir dilekçeyle başvurmaya karar verdi.

Sabri ve Zeki, askeri eğitimlerini, ailelerinin yaşamakta olduğu İstanbul’da almak istediklerini belirttikleri 19 Haziran 1939 tarihli
dilekçeyi hazırlayıp pulladılar ve imzaladılar.

Sabri’nin okunaklı yazısıyla kaleme alınan dilekçede şu ifadeler yer alıyordu:

19.06.1939

Muhterem Öğretmenimiz,
Buraya geldikten sonra bazı arkadaşlarımızdan öğrendiğimize göre askerlik kampının buradaki liselerden herhangi birinde
yapılması mümkünmüş. Tabii böyle bir kolaylık bizim de ailevi vaziyetimize pek uygun geliyor. 
Mümkünse, bize bu iş için icap eden muamelelerin temin edilmesini diler, derin saygılarımızı sunarız.
Talebeleriniz:
Sabri Berksan ve Zeki Beykont
Adres: 
Divanyolu Köprülü Kütüphanesi’nde Sabri Berksan
İstanbul

 

 

Sabri Berksan, Kütahya Lisesi’ni üç yılda, başarıyla tamamladı. 1940’ın
Haziran ayında, önce mezuniyet, ardından da Devlet Olgunluk İmtihanı’na girdi.
Her iki sınavdan da “pekiyi” derece aldı. Diplomalarında, 8 yıl
“mecburi hizmet” yapacağı yazılıydı.

 

Sabri ve Zeki’nin İstanbul’dan postaya verdikleri dilekçe, 20 Haziran 1939’da Kütahya Lisesi Direktörlüğü’ne ulaştı. Bu dilekçeyle birlikte lisede çok ciddi bir bürokrasi çarkı işlemeye başladı. Lise idaresi, önce, dilekçeyi 4802 numarayla kayda aldı. Ardından da, İstanbul’da yaz tatilini geçiren iki öğrencisinin talebini araştırmak amacıyla, o yıllarda liselerin öğretim üyesi kadrosunda yer alan “askerlik dersi grup amirliği”ne aşağıdaki resmi yazıyı yazdı:

T.C.
Kütahya Lisesi Direktörlüğü
22 / VI / 1939
Askerlik Dersi Grup Amirliğine,
Lisemizin ikinci devre ikinci sınıf öğrencilerinden Zeki Beykont ile Sabri Berksan İstanbul liselerinden birisinde kampa iştirakin mümkün olup olmadığını bir dilekçe ile sormaktadırlar. Bu hususta mevcut bir emir varsa cevap verilmek üzere bildirmenizi saygılarımla rica ederim.


Baş Yardirektör
Mehmet Arısan

 

Kütahya Lisesi’nin Askerlik Grup Amiri Binbaşı Zekirriya Tamer,
aynı gün Lise Direktörlüğü’ne hitaben cevabi yazısı şöyleydi:
Kütahya Lisesi Drk.
Bu hususta yeni bir emir olmadığını saygı ile bildiririm.
Askerlik Dersi Gr Amiri Bnb
22 / 6 / 939
[İmza]

Sabri Berksan’ın 19 Haziran 1939’da İstanbul’dan Kütahya’ya gönderdiği dilekçesi, sadece üç gün içinde cevaplandırılıyordu. Cevap olumsuzdu. 

Bu yazışma, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Posta İdaresi’nin süratini gösteren güzel bir örnek oluşturuyor.

Sabri Berksan, liseden de “pekiyi” dereceyle mezun oldu

Kütahya Lisesi’nin 756 no’lu öğrencisi Sabri Berksan, 1940 yılının Haziran ayında, okulunun edebiyat şubesinden “pekiyi” dereceyle mezun oldu. Aynı dönemde girdiği “devlet olgunluk imtihanı”nı da “pekiyi” derecesiyle verdi.

Ortaokul 2. sınıftan beri devlet tarafından parasız yatılı okutulan Sabri Berksan’ın, 8 yıllık mecburi hizmeti vardı. Bu hizmetini bir
kamu görevinde yapması gerekiyordu. Ancak, yükseköğrenime devam ederse mecburi hizmeti ertelenecekti. 

Lise mezunu Sabri Berksan’ın gönlünden geçenleri, kızı Ahsen Özokur şöyle anlatıyor:

Sevgili babam, ilim ve irfana çok önem verirdi. Disiplinliydi. Çalışmaktan yılmazdı. Gençlik yıllarında gönlünden geçenleri, bana seneler sonra açıklarken, akademisyen, vali, kaymakam olmayı arzu ettiğini söyledi, “Kısmet değilmiş” dedi. 

Aradan yıllar yıllar geçtikten sonra, babam bizleri alıp, Bilecik ve Kütahya’ya götürdü, okullarını gösterdi, eski hatıralarını paylaşırken, hüznünü yüzünden okuyabiliyorduk.

Bakalım, Sabri Berksan, önümüzdeki aylar ve yıllarda yükseköğrenime, hangi kulvarda devam edecek...

Mesut Erez: “Arkadaşım Sabri, lisede çok çalışkandı”

Kütahya Lisesi’nin 1940 yılındaki 6 Edebiyat şubesinde 33 öğrenci bulunuyordu. 

Berksan’ın sınıf arkadaşları arasında yer alan Mesut Erez ile Mahir Ablum, yükseköğrenimlerini Mülkiye Mektebi’nde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) tamamlayacak, daha sonra Maliye Bakanlığı Teşkilatı’nda görevlendirilecekti. 

Sabri Berksan’ın bu iki arkadaşı, 1960’lı yıllarda siyasete atılacak, Mesut Erez Maliye, Mahir Ablum da Sosyal Güvenlik Bakanı olacaktı. 

Mesut Erez, 1961’de, Kütahya Lisesi’nden mezun olduktan 21 yıl sonra İstanbul Defterdarlığı’na atanıyor, Sabri Berksan ise yeni soyadıyla birlikte anılan 17 yıllık Ülker firmasını yönetiyordu. Kütahya Lisesi mezunu iki arkadaş, bu defa İstanbul’da bir araya geleceklerdi. 

2011 yılında vefat eden Mesut Erez, okul arkadaşı Sabri Berksan’la ilgili anılarını 2007 yılında anlatırken, şunları söylüyordu:

Kütahya Lisesi’nde öğrenimimi sürdürürken, okulumuza Bilecik’ten, parasız yatılı bir öğrenci gelmişti. Adı, Sabri idi. Bu yeni arkadaşımız, fevkalade çalışkan, dürüst ve çok akıllıydı.

İnsanların karakterleri, öğrencilik yıllarında oluşuyor ve ortaya çıkıyor. Sabri Bey’in karakteri de daha lise yıllarında teşekkül etmişti. 

Kendisi, ciddiyeti dolayısıyla arkadaşlar arasına pek karışmazdı. Kendisine göre bir yol çizmiş, onu takip ediyordu. Sabri Bey, eski tabirle “nev-i şahsına münhasır” bir zattı. Yine söylüyorum, dürüstlüğüne söylenecek söz yoktu.

 

Sabri Ülker’in Kütahya Lisesi’ne armağan ettiği lisan laboratuvarı...

 

Sabri Ülker, bağışlarının duyurulmasını istemiyordu

Sabri Ülker, Kütahya Lisesi’nden mezun olduktan yaklaşık yarım asır sonra, okulunun bir lisan laboratuvarına ihtiyacı olduğunu öğrenir. Okuluna, böyle bir laboratuvarı seve seve armağan etmek istediğini, konuyu kendisine taşıyan Kütahyalı işadamı Ziya Yıldız’a bildirir. Ülker, bağışını gerçekleştirirken hassas olduğu bir konuyu da Ziya Yıldız’la paylaşır. 

Şimdi, Sabri Ülker’in bağış konusundaki hassasiyetini ve bu arada yaşananları Yıldız’dan dinleyelim:

Bilindiği gibi Sabri Bey, Kütahya Lisesi mezunu. 1980’li yıllarda lisenin bir lisan laboratuvarına ihtiyacı varmış. Ancak, devletin imkânları sınırlı olduğu için, böyle bir laboratuvar kuramıyorlarmış. Hem lise müdürü, hem de okul aile birliği başkanı, konuyu bana taşıyarak, eski mezunları Sabri Bey’den yardım rica ettiler. 

Lise binasında laboratuvar kurulması için 40 m2 büyüklüğünde bir oda ayrılmış. Plan ve projesi de çizilmiş.

Konuyu, telefonla Sabri Bey’e intikal ettirdim. Kendileri, her zamanki nezaketleriyle, “Ziya Bey, ben bir baktırayım” dedi. 

Sabri Ağabey, benimle telefonla görüştükten hemen sonra, İstanbul’dan Kütahya’ya ekip göndermiş. Ekip, liseye giderek, müdür beyle ve okul aile birliği başkanıyla görüşmüş. 

Aradan 20 gün geçti. Bir de ne görelim... Lisan laboratuvarının, tüm cihazlarıyla birlikte, perdeleri ve halıları dahi İstanbul’dan getirilip, kurulmuş.

Sabri Ağabey, daha sonra beni telefonla aradı ve şu tembihatta bulundu: ”Ziya Bey, bunu kimse duymasın...” 

Sabri Ağabey’in talimatını, lise müdürü ile okul aile birliği başkanına bildirdim. Tepkiyle karşılaştım. Okul yöneticileri, “Biz buraya, ‘Sabri Ülker Lisan Laboratuvarı’ tabelası asacağız”
dediler. Tüm uyarılarıma rağmen, kararlarından dönmediler. 

Açılışı, 1. Özal Hükümeti’nin Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler yapacakmış. Törene gittim, Bakan Bey’le tanıştım. Dinçerler, Sabri Bey için şunları söyledi:

“Sabri Bey’i gıyaben tanıyorum. Çok saygı duyduğum bir insan. Mutlaka tanışmak, elini öpmek isterim.” 

Bu söylediğim tören, 1980’lerin ortasında yapıldı. Törenin düzenlendiği günün gecesinde, TRT’nin radyo ve televizyonlarında Sabri Ülker Lisan Laboratuvarı’nın açılış haberi yayınlandı. 

Ertesi gün sabah saat 9’da Sabri Bey beni telefonla arayarak, “Biliyorsun, ben böyle şeyleri sevmem” dedi. Belli ki canı çok sıkılmıştı, ama yapacak bir şey yoktu. 

Kütahya Lisesi’ndeki Sabri Ülker Lisan Laboratuvarı, 15 yıl hizmet verdi. Laboratuvarın bilgisayarları zamanla gelişen teknolojiye yenik düştü. Programları da çöktü. 

Okul aile birliği yönetim kurulu, lisan laboratuvarının yeniden elden geçirilmesi için, Sabri Ağabey’e ricacı olmamı istedi. Bu defa kendilerine, “Bir proje getirin, onu Sabri Bey’e takdim edeyim” dedim. Projeyi aldım, bir mektupla Sabri Ağabey’e gönderdim. Ardından da, Özel Kalem Müdürü Adem [Sezer] Bey’i arayarak, başvurunun akıbetini öğrenmek istedim. Sabri Ağabey, başvuruyu almış, okumuş ve gülümsemiş. 

Aradan sadece on beş gün geçti. Bir kamyon dolusu tam 60 adet bilgisayar geldi. Cihazlar yepyeni ve eksiksizdi. O günkü değeri ise tam 70 milyar lira idi... 

Sabri Ağabey, 1980’li yıllarda da tevazu içindeydi, on beş yıl sonra da... Yapmış olduğu hayırların duyulmasını istemiyordu.

Sabri Ağabey’in o nazik uyarıları daha dün gibi hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Ziya Bey, biliyorsun, ben böyle şeyleri sevmem...”

Sabri Ülker’in yıllar önce Kütahya Lisesi’ne vermiş olduğu teknik ders araçları desteğini, Murat Ülker de aksatmadan sürdürüyor.

Öğretmenleri Sabri’ye, üşümemesi için palto almış 

Yıldız Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Anonim Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı ve aynı zamanda Ülker Grubu’nun Kütahya Distribütörü olan Ziya Yıldız’ın Sabri Ülker’le ilgili anıları bu kadarla bitmiyor. 

Sabri Ülker’in Kütahya Lisesi’ne armağan ettiği lisan laboratuvarı kurulurken, okul yönetimi de arşivden bu eski, vefakâr öğrencilerinin öğrencilik dosyasını bulmuş. Lise müdürü, söz konusu dosyayı inceledikten sonra, evrakın birer kopyasını hazırlatıp, Ziya Yıldız aracılığıyla, Ülker’e göndermek istemiş. 

Ziya Yıldız, lise müdürünün daveti üzerine okula gidip, Sabri Ülker’in öğrencilik yılları belgelerini görünce çok duygulanmış. 

Yıldız, 18 Haziran 2007 Pazartesi günü Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, lise dosyasında gördüğü doktor raporlarını yaşlı gözlerle naklediyordu:

Sabri Bey, lisesine lisan laboratuvarı kurduktan sonra okul yönetimi de kendisine bir jest yapıp, diplomasının ve belgelerinin birer suretini takdim etmek istedi. Öğrenci dosyasını bana da gösterdiler. Dosyada, Sabri Bey’in derslerden aldığı notların yanı sıra, okul idaresine verdiği muhtelif dilekçeler ile doktorların kendisi için tanzim ettiği sağlık raporları da vardı. 

Sabri Bey, lisede okurken hastalanmış. Kendisini, devlet hastanesine göndermişler. Doktor, muayene edip, ilaç vermiş ama sağlığına kavuşamamış. İkinci, hatta üçüncü defa doktora havale edilmiş. Hastaneden üçüncü rapor geldikten sonra, Sabri Bey’in öğretmenleri toplanıp, rapor üzerinde bir değerlendirme yapma ihtiyacı hissetmiş. Çünkü raporda, öğrencinin hastalık nedenleriyle tedavi yolları gösteriliyormuş. 

Doktor raporuna göre, Sabri Bey’in hastalığı soğuk algınlığından kaynaklanmış. Raporda; öğrencinin sağlığına kavuşabilmesi için mutlaka palto giymesi gerektiği yazılıymış. Ama ne çare ki, Sabri Bey’in üzerine giyecek paltosu yokmuş. 

Öğretmenler, kendi aralarında toplanıp, öğrencilerine palto almışlar.

Ahsen Özokur: “Babam, saçlarını limonla yatıştırırdı” 

Ahsen Özokur ise, babasının Kütahya Lisesi’nde öğrenciyken rahatsızlanmasını, biraz da soğuk suyla sık sık banyo yapmasına bağlayarak, bu konuda şu bilgileri veriyor:

Babam, gençliğinden beri sık banyo yaparmış. Kütahya’da lise öğrenimini sürdürürken, bu şehrin kış şartları çok ağırmış. Ancak babam, banyo yapmaktan fedakârlık etmediği için, üşütürmüş. O dönemde, kulağından da rahatsızlık çekmeye başlamış. Zannediyorum, bu rahatsızlığından sonra, sol kulağı daha ağır işitir olmuş. Onun için, sürekli sağ kulağını kullanırdı... 

Kardeşim Murat’ın da bir kulağı ağır işitiyor. Aslında bunun, üşütmekten kaynaklanmayıp, genetik olduğunu düşünüyorum.

Babam, sık banyo yaptığı için her gün saç bakımına da ihtiyaç duyardı. Zaten, çok gür olan saçlarını yatıştırmak için bir miktar limon suyu sürer, sonra da takkesini giyerek, saçlarını bastırırdı.

1930’lu yılların ikinci yarısında Bilecik Ortaokulu ve Kütahya Lisesi, Sabri Ülker’in yetişmesinde adeta bir laboratuvar görevi yaptı. Kendisi, sınıf arkadaşlarından üç yaş büyüktü. 

Belki de yaş farkından olacak, ağırbaşlı tavırlarıyla diğer öğrenciler arasında dikkatleri üzerinde topluyordu. 

Bilecik’te geçen iki yıldan sonra Kütahya’daki dolu dolu üç yıl, Sabri Ülker için aynı zamanda bir “hayat okulu” oldu. 

Ülker, gurbette geçirdiği o yılları hiç unutmadı. Okul arkadaşlarıyla dostluğunu sürdürdü. Özel Kalem Müdürü Adem Sezer’in verdiği bilgiye göre, özellikle lise arkadaşlarından Abdurrahman Mavituna, Necati Arı, Ahmet Kasım ve Aziz Şentürk’le zaman zaman bir araya gelir, onlarla öğrencilik yıllarını yâd ederdi.

1937-1940 yılları arasında yaşanan olaylar

Şimdi, Sabri Ülker’in Kütahya Lisesi’nde öğrenim gördüğü 1937 yılının sonbaharından, mezun olduğu 1940 yılının Temmuz ayına
kadar Türkiye’de ve dünyada neler olmuş, ona bakalım...

  • 3 Nisan 1937 – Cumhuriyet’in 15. yılında devletçilik ilkesinin Anayasa’da yer alması üzerine, yurt çapında sanayileşme hamlesi başlatıldı. Bu kapsamda öncelikle, Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları kuruldu.
  • 15 Ekim 1937 – Cumhuriyet’in Latin harfleriyle yazılı ilk Türkçe banknotu tedavüle çıkarıldı.
  •  25 Ekim 1937 – Türkiye’nin I. Başbakanı İsmet İnönü, görevinden istifa etti; yerine Celal Bayar atandı.

 

 

  • 10 Kasım 1938 – Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etti. Cenazesi, başkent Ankara’ya gönderildi. Kütahya Lisesi öğrencisi Sabri, “Seçme Yazılar” isimli özel defterinde, Atatürk’le ilgili seçip beğendiği dört şiire yer verdi.
  • 11 Kasım 1938 – Türkiye’nin I. Başbakanı İsmet İnönü, TBMM üyelerinin oybirliğiyle ikinci cumhurbaşkanı seçildi.
  • 1 Eylül 1939 – Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla birlikte İkinci Dünya Savaşı başladı.
  • 20 Nisan 1940 – Türkiye’nin ilk petrolü Siirt’in Raman bölgesinde, 1048 metre derinlikte bulundu.
  • 22 Mayıs 1940 – İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye’de olağanüstü durum ilan edildi.
  • 22 Kasım 1940 – Benzin sıkıntısı baş gösterince, özel araçların trafiğe çıkması yasaklandı.
  • 28 Kasım 1940 – Savaş nedeniyle Milli Korunma Kanunu hükümlerine dayanılarak, üreticilerin, 500 kilonun üstündeki tahıl ürünlerini (buğday, arpa, yulaf, çavdar) Toprak Mahsulleri Ofisi’ne teslim etme zorunluluğu getirildi.
  • 3 Aralık 1940 – Hububat fiyatlarına hükümetçe narh34 konuldu. Savaş boyunca temel üretim maddelerine (başta ekmek olmak üzere; un, yağ, şeker ve et gibi) narh konulacak, ayrıca, bu maddelerin dağıtımı, karne yöntemiyle yapılacaktı.

34. Tüketiciyi korumak amacıyla, özellikle temel ihtiyaç maddeleri için resmi makamlarca belirlenen ve her yerde geçerli olan fiyat.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye