Türkiye’nin ilk bilimsel “insan kaynakları” birimi, 1980’de Ülker Fabrikası’nda kuruluyor.

Sabri Ülker, 1979 yılında işçi olayları nedeniyle kapattıkları Ülker fabrikasını 1980’in sonunda yeniden açtı. Ancak, bu olayların bir benzerini yaşamak istemiyordu. Her şeyin insan unsurundan kaynaklandığını bildiği için, fabrikasında bilimsel bir “insan kaynakları” birimi kurmaya yöneliyordu.

Japonların öyle bir atasözü var ki, üstüne kalın bir kitap dahi yazılabilir. Japonlar, o atasözlerinde diyor ki:

“Bin asker toplamak kolaysa da, onlara bir general bulmak zordur.”

Japonlar, görüldüğü gibi “komutan”ı tarif ediyor; tarifle yetinmiyor, onu bulmanın kolay olmadığını da söylüyor

Liderlik, acaba bir makam mı, yoksa eylem yeri mi? Bunun cevabını da, Suriye kökenli Latin düşünür Publilius Syrus’den alalım:

“Deniz durgun iken, dümeni herkes tutabilir...” Yani, liderlik fırtınalı günlerde belli olur...

Ülker’i, dalgalı bir denizin ortasında bırakmıştık. Can ve mal güvenliğindeki zaafiyet, insanlarda “Ne olacak bu işin sonu?” endişesi ve bezginlik yaratmıştı.

Lider, sakindi. İşinin başındaydı. Gerektiğinde, eylem yapmaya hazırdı. Nitekim, onu da yaptı. Fabrikasını bir gece yarısı ansızın İstanbul’dan Ankara’ya taşıttı.

Bu arada, ailesini de ihmal etmemiş, onları güvenli bir ortama göndermişti.

Zaten lider, 35 yıl içinde kendini kanıtlamış; doğru zamanda, doğru amaçlar için doğru hareket etmeyi bilmişti.

Lider, İstanbul’da, Allah’a emanet edilmiş olan işyerini uzaktan seyrediyordu. Ankara’da ise fabrikadaki üretimi aksatmadan sürdürüyor, ürünlerini Anadolu’yla buluşturuyordu.

Buzbaş: “Sabri Bey, silahların gölgesinde fabrikaya girdi”

Sabri Ülker’in tüm çalışmaları, üretimin aksamadan sürdürülmesi üzerine yoğunlaşmıştı. İstanbul’da sanki sürgün hayatı yaşar gibi, otel odalarında kalıyor, fırsat buldukça Ankara’ya giderek, Esenboğa yolundaki fabrikasını denetliyordu.

Olağanüstü günlerde, olağanüstü şartlarda üretim yapılıyordu. Zaman su gibi akıp geçiyordu. İstanbul fabrikasını bir an önce faaliyete geçirebilmenin şartları oluşturulmalıydı.

Topkapı’daki Ülker tesisleri, İstanbul polisinin koruması altında görünüyordu. Ancak, gerçek hiç de öyle değildi. Fabrikanın imalat müdürü Necdet Buzbaş Ankara’da görevlendirilmişti, ama ailesini görebilmek için İstanbul’a da geliyordu. İşte bu geliş gidişlerde, Sabri Ülker’le buluşuyor, terk edilmiş olan tesislerin halini görmeye gidiyorlardı.

Yaşananlar, polisiye bir romana konu olacak nitelikteydi. Şimdi, o günleri Necdet Buzbaş’tan dinleyelim:

İstanbul’daki evim, Fatih Bahripaşa’da, Sabri Beylerin evi de aynı semtte, Dikilitaş’taydı. Topkapı fabrikasına giremeyip, Ankara’da çalıştığımız dönemde, İstanbul’a gelince Sabri Bey’le buluşur, o kritik günlerde alınması gereken önlemleri görüşürdük.

İstanbul tesisleri felç olmuş vaziyetteydi. Ankara tesislerinde ise, güç şartlarda üretim yapılıyordu. İstanbul’dan Ankara’ya gönderdiğimiz teknik personelimiz de başkentte, adeta vardiya usulü çalışıyor, on beş günde bir nöbet değişikliği yapıyordu.

24 Ağustos 1979’da kapatılan fabrikanın tekrar devreye sokulması için çareler aranıyordu. Aradan sekiz ay geçmişti. Sürekli plan ve programlar yapılıyordu.

İstanbul fabrikasına girebilmenin riskleri vardı. Bu dönemde, Sabri Bey’le özel yöntemlerle haberleşiyorduk. Bir akşam Sabri Bey’e gittim. Bana, “Yarın arabayla fabrikaya gireceğiz. İçeride patlama, çatlama, paslanma, dökülme var mı, bir bakalım” dedi.

Ertesi sabah fabrikaya gittik. Kapıda görevli iki polis vardı; karşı tarafta da çadır içinde işçiler... Sabri Bey’le birlikte kapıya dayandık, içeri girmek istedik. Ancak bir anda, polisler nöbet yerlerini terk edip kaçtılar. Sabri Bey, polislere, “Sen, beni koruyacaksın. Niye kaçıyorsun!” dedi. Ama polisin umurunda değildi.

Direnişçi işçilerin çadırında, Talât adındaki bir posta başı ustamız vardı. Sabri Bey bana, “Çadıra git, Talât’ı da yanına al, birlikte fabrikayı dolaşalım” dedi. Baktım, Talât’ın belinde silah var. O manzarayı görünce hem çok heyecanlandım, hem de çok korktum.

Aslında, işçilerle münasebetlerim çok iyiydi. Kendilerinde, bana karşı sevgi hisleri vardı. Ancak, çadıra gidip Talât’ı çağırdığım sırada, ayaklarım titremeye başladı. Talât, teklifime karşı olgun davrandı. Birlikte içeri girdik, dolaşmaya başladık. Fırınların içinden geçen bisküvi bantları paslanmıştı. Tabii Talât, bunları gördü ve çok etkilendi. Zaten Sabri Bey de, işçilerin, gerçekleri görüp etkilenmesini istiyordu.

Sabri Bey, fabrikayı gezişimiz sırasında, büyük bir sabır ve metanet göstermişti. Kolay değil, silahların gölgesinde dolaşıyorduk. O sırada Sabri Bey bana, “Oğlum, benim için en kolay şey, bu fabrikayı kapatmaktı. Ama zoru seçtim” dedi, ardından da ekledi: “Şimdi, fabrikayı açmak zor. Bunun mücadelesini veriyorum.”

Sabri Bey’in mücadelesi, “Ülker” markasını korumak ve yaşatmaktı. Hakikaten, ismi gibi sabırla bu işi takip etti.

“Sabri Bey, 1979’da, gerçek liderliğini gösterdi”

1944 yılında kurulan Ülker’in büyük gelişme periyodu içinde atlattığı en önemli badire, İstanbul’daki tesislerinin 1979-1980 yılları arasında sekiz ay boyunca kapalı kalmasıdır. Bu olaydan önce, fabrikalar içinde iş yavaşlatma, bisküvileri bantlardan toplamama, zaman zaman işe geç gelme, hatta oturma şeklinde protestolar vardı. 24 Ağustos 1979’da, fabrikanın kapatılması mecburiyetiyle karşı karşıya kalınmıştı. Ülker’in almış olduğu bu karar, bir lokavt değildir. Çünkü lokavt, ilgili yasalara göre bir haktır. Ülker’de ise o tarihte grev yoktu, çalışan fabrika vardı. Fakat işçilerin giriştikleri eylemler nedeniyle, fabrika randımanlı çalışmıyordu. Zaten Sabri Bey de fabrikayı kapatırken, aynen şunları söylemişti:

“Şirketin zararı artıyor. İşi bu şekilde götürmemiz mümkün değil. Fabrikayı kapatıyoruz.”

Fabrika kapatıldıktan bir hafta sonra, tüm çalışanlara resmi yoldan birer mektup gönderilerek, şirketin faaliyetlerinin durdurulduğu, herkese kıdem tazminatı dahil, yasal haklarının ödeneceği bildirildi.

Fabrikanın kapalı olduğu süre içinde, tesislere giremediğimiz için, dışarıdan profesyonel güvenlik elemanları tutmuştuk. Fakat onlar da bu sahipsizlik ortamında her tarafı talan etmiş. O kadar ki, yemişler, içmişler ve yatmışlar...

Hep şunu düşünüyorum: O günler, zor günlerdi. Ama bence, Ülker’in yeniden doğum günüdür. Liderler, böyle günlerde belli olur.

Şimdi, “yönetimde lider” diye bir sürü kitaplar yazılıyor. Bence liderlik, konjonktürel bir olgudur. Yani, bir olay varsa, o olayı yöneten veya önleyen kişi çıkarsa, o liderdir. Bunun dışında, normal giden işi yürütmek, liderlik olmasa gerek.

İşte, Sabri Bey’in liderlik konusundaki en önemli kararı, fabrikayı kapatması, sekiz ay sonra da hiçbir şey olmamış gibi yeniden açmasıdır. Bu, Ülker’in yeniden doğmasıdır. Sabri Bey, bu kararıyla birlikte, şirketin tüm mesuliyetini üzerine almıştır. Çünkü bu kararın içinde, var olmak veya yok olmak vardır.

“Ülker’in mücadelesi, Milli Mücadele’ye benziyor”

İstiklal Savaşı sırasında, Türk milleti büyük bir destan yazdı. Ben de yaşadığımız o sekiz aylık dönemi, buna benzetiyorum. Gerçekten o dönemde, zor günler ve saatler geçirdik.

Hele hele ilk gün İstanbul Topkapı’daki makineleri sökerken, hem büyük risk altındaydık, hem de zamanla yarışıyorduk. Makineleri çalıştıran yüz adet kablo, bir kanaldan geçiyordu. Bunların kesilmesi lazımdı. Bütün kablolar, tek tek numaralandı, kodlandı ve kesildi.

O tarihte, Ahmet Bey isimli bir elektrik sorumlumuz vardı. Asker kökenliydi. Çok disiplinli bir kişiydi. Kablolara makası vururken, “Emeklerim mahvoldu” diyerek gözyaşı dökmüştü. Evet, bu, tıpkı Milli Mücadele gibi, Ülker’in mücadelesiydi.

12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra fabrikayı açtık. Bu arada Ankara’daki Çokokrem tesisini, İstanbul’a geri getirdik. Ancak, Çokosandviç tesisini orada bıraktık.

Fabrikanın açılışından sonra, ister istemez sendikasız bir dönem başladı. Bu dönemde, işçiye, sendikalı dönemde hangi ücret ve haklar verildiyse, fazlasıyla devam etti.

Sabri Bey, işçilerin sendikasız kalmasını da hiçbir zaman düşünmedi. Bu konudaki düşüncesini açıklarken, “İşin gereği budur. Çok sayıda işçinin çalıştığı yerde, sendikalı olmanın hiçbir mahsuru yoktur” demişti.

1974’te Ülker’de direniş yapan DİSK’e mensup bir grup işçi ile işçi temsilcileri,
Gıda-Iş Sendikası’nda yöneticilerle yaptıkları bir toplantı öncesinde görülüyor.
(Fotoğraf: Yurdakul Gözde Albümü)

1982 yılına gelindiğinde, Topkapı’daki bisküvi fabrikasının hemen yanı başına yeni bir tesis kuruluyordu. Bu tesis, “Çikolata-2” diye anılacaktı. Yeni fabrika, sekiz ay gibi kısa bir sürede tamamlandı. Fabrikada, ilk ürün olarak “Süper Dido” üretilmeye başlandı.

Prof. Dr. Haluk Yavuzer, “insan kaynakları”nı kuruyor

Sabri Ülker, 1974 ve 1979’da yaşanan işçi olaylarından ders çıkardı. Fabrikasını 1980’in sonunda tekrar açmıştı. Bundan sonra, bir benzerini daha yaşamak istemiyordu. Tüm olayların, insan unsurundan kaynaklandığını biliyor, ona göre önlem almayı planlıyordu.

O güne kadar ülkemizin endüstri kurumlarında uygulanmamış bir yönteme başvuran Sabri Ülker, ilk bilimsel “insan kaynakları” birimini kurmaya karar vermişti. Ülker, işyerinde artık zekâ özellikleriyle, insan ilişkileriyle, olumlu vasıflarıyla dikkati çeken işçi, idari personel, hatta mühendis çalıştırmak istiyordu. Onun için de, deneyimli bir psikoloğa ihtiyaç vardı.

Ülkemizde, psikoloji bilim dalında haklı bir üne kavuşmuş olan Prof. Dr. Haluk Yavuzer, 1980 yılında Sabri Ülker’den bir davet aldı; davete icabet etti. Sonra, Sabri Ülker’in özlemini çektiği bilimsel bir insan kaynakları departmanı kurdu.

Sabri Ülker’in o güne kadar düşünülmemiş teşebbüsünü aradan 30 yıl geçtikten sonra Prof. Dr. Haluk Yavuzer heyecanla anlatıyor:

Sabri Bey’den görüşme daveti aldıktan sonra, yeğeni Selçuk Bey’le birlikte kendisini ziyarete gittik. Sabri Bey’le ilk karşılaş- tığım anda, bir psikolog olarak bende bıraktığı izlenim şöyleydi: Sabri Bey, ne istediğini bilen bir kişi...

Sabri Bey’i on dakika dinledikten sonra, insani özelliklerini öğrenme imkânı elde ettim. Bilime çok saygı duyan bir kişi olduğunu anladım. İşte bu vasıfları, şu cümlenin içinde saklıydı:

“Haluk Hoca, işyerimde sıkıntılı bir deneyim yaşadım. Bundan sonra, bir benzerini daha yaşamamak için, kişilik özellikleriyle, zekâ özellikleriyle, insan ilişkileriyle, olumlu özellikleriyle dikkati çeken işçi, memur, hatta mühendis almak istiyorum ve bu konuda sizden yardım bekliyorum.”

Görüşmemizde Sabri Bey, amacının bilimsel objektiflik ve titizlikle uygulanacak ölçümler sonucu, kişilik, zekâ ve uyum açısından uygun elemanları işe almak olduğunu söyledi. Bu çağdaş yaklaşım, beni çok mutlu etmişti.

Sabri Bey’in benden isteklerini tespit ettikten sonra, kendisine, bizim bilim diliyle şunları söyledim:

“Beyefendi, mesele anlaşılmıştır. Fabrikanıza eleman alınırken, her şahıs için Eysenck Kişilik Envanteri - Cornell Indeš - Aleksander Pratik Yetenek Testi’nin yanı sıra, bir Intervie™ Teknikleri uygulayarak ve beden diliyle, çapraz sorularla sohbet ortamında seçimlerimi yapacağım.”

Konunun çok yabancısıydım. Doğrusu, bu sektörle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. O dönemde bisküvi ve çikolata fabrikaları ayrı birimler halinde faaliyet gösteriyordu. İşe, Sabri Bey’in bana tesisleri tanıtmasıyla başladım.

“Sabri Bey, hızlı yürüyor, hızlı düşünüyordu”

Üzerinde beyaz önlüğü bulunan Sabri Bey’le Ülker fabrikasının içine girmiştik. Çok süratli yürüyordu. Zamanla, hızlı düşündüğünü ve hızlı araba kullandığını da görecektim.

Bir yandan fabrikayı geziyor, bir yandan da ürünleri tanımaya çalışıyordum. Çok önemli bir görev üstlendiğimin bilincindeydim. Çünkü bugüne kadar hiçbir işveren böylesine bir talepte bulunmamıştı. Düşünebiliyor musunuz, bir gıda sanayii kuruluşu, personel alımı yaparken, psikolojik test uygulatacaktı.

 

Prof. Dr. Haluk Yavuzer, 1980 yılında akademik kariyerini doçent olarak
sürdürürken, Sabri Ülker’in daveti üzerine İstanbul’daki Ülker fabrikasında
Türkiye’nin ilk bilimsel insan kaynakları birimini kurdu.
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

Tesisleri gezdim, ürünler hakkında ayrıntılı olmasa da, yeterince bilgi edindim. Bu aşamadan sonra, yeni personel alımına geçebilecek duruma geldik. İşte bu dönemi yaşarken, karşımda çok ilkeli, psikolojik test ve mülakat sonuçlarıma çok saygı duyan bir Sabri Ülker gördüm.

Böylesine konulara ciddi yaklaşan bir insan, doğrusu çalışanın motivasyonunu da artırıyor, bir bakıma, çalışmamı benimle paylaşıyordu.

Aylar geçmeye başladı. Sabri Bey’le birbirimizi daha yakından tanır olduk. Sabri Ülker, beni çok dikkatli dinliyor, medeni bir şekilde tartışıyor ve personel alımları konusunda kulaklara küpe olacak şu cümleyi her fırsatta söylüyordu:

“Benim kartvizitime asla itibar etmeyiniz.” Sabri Bey’in bu cümlesinde sanırım şu ifadeler saklıydı:

“Sizin objektif ölçütleriniz, benim için değerlidir. Benden gelebilecek bir telefon veya kartvizit, sizin o objektif kararlarınızı değiştirmesin.”

Genç bir doçente ve onun bilimsel ölçütlerine güvenmek için vizyon gerekirdi. İşte o vizyon, Sabri Ülker’de vardı. Yaptığı uygulama, belki de ülkemizde bir ilkti.

Dört yıl boyunca iki bine yakın elemanı işe alım maksadıyla mülakata tabi tutacaktım. İşte o dönemde başarılı bir çekirdek kadronun meydana gelmesine katkı sağlamış olmanın gururunu bugün de yaşıyorum.

“Etrafˆına daima ’pozitiˆf enerŒji yayıyordu”

“Ufuk ve vizyon...” Ben, Sabri Bey’de bu iki özelliği gördüm. Önce, beden dilini tespit ettim. Sonra, üstün yetenekli bir birey postürünü taşıdığını gördüm.

Duruş ve bakış olarak Sabri Bey’i dikkatle incelerseniz, gözbebeğinde sürekli hareket görürsünüz.

Sabri Ülker Bey’i anlatmaya çalışırken, onun bireysel yeteneğinden, üstün yeteneğinden bahsetmek istiyorum. Sabri Bey; aydın, yeniliğe açık, esnek, fleksibl ve kendi kafasında kısa, orta, uzun vadeli hedeflere ulaşabilmek için sürekli projeler üreten bir kişi...

Sabri Bey’in bütün bu özelliklerini sıralarken, bir konuya dikkat etmek gerekir: Sabri Bey hızlı düşünmesine rağmen, teenniyle hareket eden bir kişi. Karar aşamasında aceleci değil, müdebbir (tedbirli)...

Sabri Bey, çalışkan ama çalışırken de yüzü gülen ve haz duyan bir insan. Bu pozitif enerjiyi, etrafındaki kişilere yayıyor...

Burada bir tespitimi daha anlatmak istiyorum. Sabah 9’dan akşam 7’ye kadar yoğun bir çalışmadan çıkarken, test yaptığım kaç kişiyi gördüğümü bilmiyordum. Çok yorgundum. Ama Sabri Bey’i gördüğüm zaman, derhal aküm doluyordu. Bu, çok önemli, pozitif enerji...

Sabri Bey, rahat çalışılabilecek bir ortamı oluşturur, doğal olarak sağlıklı üretim beklerdi. Sabri Bey’in motivasyonu ve gözlerindeki o pırıltı yetiyordu. “Aferin Hocam, çok iyi iş yaptık” dememiştir, ama beden dili devreye girmiş, bu arada size verdiği bazı sosyal ödüller, çok daha anlamlı olmuştur.

Sabri Bey’in insani değerleri olağanüstü idi, ama bunu hiçbir zaman belli etmezdi.

“ Grev sırasında, ce’phede nöbet tutmuş”

Sabri Bey’in vasıfları anlatmakla bitmez. Aslında, çok cesur bir insan. Kurşungeçirmez arabası var, her türlü tedbirini almış, tehlikeli bir dönemde işçi hareketlerini yaşıyor...

Sabri Bey’in yeğenleri, bu olaylar sırasında soyadlarını değiştirerek, eski soyadlarına dönüyorlar. Ama Sabri Bey değiştirmiyor. “Bu kurumu temsilen ben varım” diyor. Yeğenlerine şu mesajı vermek istiyor:

“Fabrikamızdaki işçi olayları nedeniyle sadece muhatap ȏkonuşulacak kişiȐ benim. Siz, hiçbir şekilde üzerinize şimşekleri çekmeyin.”

Bütün bunları “koruma” adına yapıyor. Yani Sabri Bey, “Ben cephedeyim” mesajı veriyor.

İşçi olaylarının devam ettiği sırada, Murat Bey henüz öğrenciydi. Çalışmalarımı fabrika tesislerinde sürdürüyordum. Ülker Ailesi ile tanışmamı sağlayan arkadaşım Aydın Ülkücü dahi beni ziyarete gelirken korkuyordu.

Aslına bakarsanız, Sabri Bey’in düşmanı yok; işçi temsilcileri dahil, hiç düşmanı yok. Çünkü Sabri Bey, hem her türlü fikre, hem de konuşmaya ve tartışmaya açık... Muhatapları, gerekçeleriyle ya Sabri Bey’i ikna ediyorlar ya da Sabri Bey karşısındakileri ikna ediyor. Sonuçta, orta bir noktada buluşuyorlar. Bunu, Sabri Bey’in zeki olmasına ve ileri görüşlü olmasına bağlıyorum. Sabri Bey’in bu tavrı “Lider, doğru işi yapar” tanımına çok uygun.

“ Grevden yılmadı ve yeniden doğdu”

Tekrar, Sabri Bey’in grev karşısındaki tavrını değerlendirmek istiyorum.

Burada, Sabri Bey’in bireysel özelliklerini, özgüvenli, cesaretli, girişimci bir birey olmasının artılarını görüyoruz. Bir başka işveren olsaydı, o grevi söndürebilirdi, lokavtı ilan etmeden, sadece günlük pansuman tedavisiyle işi sürdürmeye çalışırdı. O operasyon olmadığı için de yeniden yapılanma oluşmazdı. Bu gibi hallerde, bırakıp gidenler var. Okulu kapatan, dergi çı- karanlar var. Bunun için, “Sabri Ülker, yeniden doğdu” diyorum. Ne ile doğdu? Özgüven ve cesaretle... Tabii burada Sabri Bey’in bir diğer özelliği de kendi iç dinamiklerinde başarılı olması.

Sabri Bey’in tek başına olmadığını bilmenizi istiyorum. Ağabeyi Asım Ülker’le ve yeğenleriyle birlikte bir gruptu. Kendi iç dinamiklerinde de hak yemeden, çok sistemli bir biçimde, çok akılcı bir biçimde, herkesin özelliğine uygun bir görev bölümü, işbölümü yaparak, içeride ve dışarıda bu liderlik özelliğini gösterdi. Tabii, önde gelen sözcük, “cesaret”...

Sabri Ülker, 1994 yılında 74 yaşında dahi tam gün çalışıyordu.

Cesaret, herkesin başarabileceği bir iş değil. Fiziki manada da çok sinir harbi yaşandı o dönemde. Yani, fabrika ve çevresinde gerginliğin olduğu bir dönemden bahsediyorum. Biz, biraz şerbetliydik. Çünkü 1968-1980 arasındaki üniversite olayları sebebiyle, o işçi hareketlerini, öğrenci hareketlerini tanıyor, biliyorduk. Ama Sabri Bey, tabii çok yorgun ve gergin günler yaşadı. Bunların üstesinden de tek başına geldi.

“Aleyhinde konuşan p’ersonel görmedim, duymadım”

Sabri Bey, işyerinde saygıya dayalı bir otoritenin sahibiydi; bu, “Eyvah, patronum geliyor!” tarzındaki korku değil, saygı... Yani biz buna psikolojide “İçten denetim” diyoruz. Sabri Bey, dış denetimli değil, baskı oluşturan bir kişi değil, fakat öyle bir otonomi oluşturmuş ki, insanlardaki iç denetim mekanizması çok iyi yürüyor.

“Falanca kurumda çalışmak ayrıcalıktır” diyerek, bunu çalışanına empoze eden kurum da tanıdım. Sabri Bey, bunu yapmıyor, sözle değil, “Bu kurumda çalışmak benim için ayrıcalıktır”ı yaşatıyor.

Ülker fabrikasının işletme müdürünü, personel müdürünü, hatta hatta çikolata ve bisküvi müdürlerini düşünüyorum; onlar, işlerini eksiksiz yapıp, Sabri Bey’e mahcup olmamayı hedefliyorlardı. Bunun gerisinde, Sabri Bey’den korkma söz konusu değildi, sadece öğrenmek ve kendilerini geliştirmek vardı. Yani, bu yöneticiler, fabrikanın, bir akademi olduğunun bilincindeydi. Bu bahsettiğim kişiler, şu anda zirvedeler. Dün şef olanlar, bugün yönetim kademesinde, üst yönetim kademesinde; hatta genel müdür...

Sabri Bey, otorite ve disiplini baskıyla yapmaz, dolayısıyla personelini inandırır, ikna eder, sevindirir ve örnek olurdu. Bütün bunların tanığıyım. Bir yönetici, toplantıda müzakere edilen bir konu tartışılırken, Sabri Bey’i dinler, o anda patronunun haklı olmadığını düşünebilir, ama ikinci ve üçüncü oturumda kendi haksızlığını anlar, dolayısıyla ikna olurdu. Biz, bu duruma psikolojide “doğurtma” diyoruz. Sokrates’in doğurtma tekniğinde de bu var.

Samimiyetle ifade etmek istiyorum ki, kurum içinde, Sabri Bey aleyhinde konuşan personel görmedim ve duymadım. Bu, çok önemli bir şey. Bir kişinin maaşı gecikebilir, bunun dedikodusunu yapar, arkadaşından daha az maaşı olduğunu düşünür, dedikodusunu yapar; ama patronunun aleyhinde söz söyleyen, konuşan hiç kimse duymadım. Bilindiği gibi, böyle durumlarda klikleşmeler oluyor, mesele kangren oluyor ve giderek yayılıyor. Bu gibi olayları oluşturanlar, haklılığını kanıtlamak için kendisine yandaş da buluyor. Böylesi durumlar işyerleri için çok ciddi bir tehlike kaynağıdır. Ondan sonra da kurum içinde yaralar oluşur, kanserler oluşur. O, bünyeyi çökertir...

Benim temennim, keşke Sabri Ülker’lerin sayısı çoğalsa da, bu ülke, bugünkünün iki katı bir refah konumuna gelmiş olsa... Tabii, bunlar ısmarlamayla olmuyor. Çok özel bir yetenek, kalıtım mucizesi... Burada, çok farklı özellikler var.

“Ülker’de kararları işveren ve çalışanlar ortaklaşa alır”

Sabri Ülker, çok önemli bir model kişi; yani, rol model. Bilindiği gibi, “rol model” demek, bireyin kişiliğini geliştirirken, kendisine örnek aldığı kişi demektir; yani, “özdeşim modeli”... Erken gelişim yıllarında, çocuk için bu özdeşim modeli örnek kişi, anne ve babadır. Zaman içinde buna öğretmen ve diğer yetişkinler ve hayranlık duyduğu ilgi alanındaki sanatçılar, şairler, yazarlar ve sporcular girer. Böylesine başarılı meslek alanlarında da kahramanlar, aktörler girer. Bu manada, bana çalışma azmini, hırsını, yüksek motivasyonunu aşılayan çok önemli bir isimdir Sabri Ülker.

Sabri Bey, pek çok kişinin rol modeli olduğunun bilincindeydi. Davranışlarına özen gösteren, grup içinde, mesleki ortamda, iş ortamında gerek işçilerine, gerek yöneticilerine; gerek çocuklarına, akrabalarına ve torunlarına olan davranışlarında, örnek birey oluşturduğunun farkında olarak hareket eden bir insandı.

“Evet, ben örneğim. Benim davranışlarım öylesine önemli ki, pozitifse yansıması pozitif olur, negatifse negatif olur”un bilincindeydi...

Sabri Bey, kurum toplantılarında sunumu yapacak personeli kadar, hatta daha fazla bilgiye sahipti. Buna, bizzat tanık oldum. Sabri Bey, toplantılarda herkesi dinler, sonuna kadar dinler, ilgiyle dinler ve burada bir “doğurtma” yaptırırdı. Yukarıdaki satırlarda da ifade ettiğim gibi, “doğurtma tekniği”... Yani, siz söylemiyorsunuz, söyletiyorsunuz... Burada bir diyalektik yöntem var. Dinliyor, konuşuyor, konuşturuyor ve söyletiyor. Kişilerin kararla ilgili yargıya varmasına ortam hazırlıyor ve vesile oluyor. Yani, kararı almıyor, doğurtuyor. Bir başka ifadeyle, “O kararı patronun emri üzerine aldık”tan kurtarıyor.

Bir karar alınırken, buna herkes katkıda bulunuyor ve inanıyor. Bunun aksi durumlarda ideal patron-personel ilişkisi olmuyor. Ancak, Sabri Bey’in yönteminde paylaşım var. Yani, ergen çocuk-ana baba ilişkisinde olduğu gibi. Eğer ergen çocuk, anne ve babasıyla anlaşarak bir filme, suareye giderse, ailede bu paylaşımdan kaynaklanan mutluluk oluşur. Çünkü karar, ortaklaşa verilmiştir. Bu tür kararlar, coşkuyla alınır.

Bir tezgâhtar düşününüz, bir de şef... Satış elemanına, “Sen şunları şuraya koy, vitrini yerleştir” diyen bir şef düşününüz, bir de, “Haydi gel, seninle birlikte vitrini yapalım” diyen bir şefi... Birlikte vitrin yapıldığı zaman, alınan verim çok farklı oluyor. İşte Sabri Bey’de bu paylaşım özelliği var.

Sabri Bey’in başarısında din inancının önemli olduğunu söylemek istiyorum, yani inancının onu motive ettiğini... Sabri Bey asla tutucu ve bağnaz değil. Şovmen de değil. Herkesin dini inançlarına saygı duyan, bu konudaki özgürlüğüne, özerkliğine saygı duyan, ama Allah’a bağlı, yaptığı yardımları oğlu Murat Ülker dahil kimseye duyurmayan, hissettirmeyen bir kişi.

Bir sağlık projesi yapmıştık. “Hocam, lütfen benim yapacağım özel yardımlardan, kimsenin haberi olmasın” demişti.

“28 Şubat’ı, Ana-Baba Okulu ProŒjesi ile aştık”

Ülker’de görev yaptığım dört yıl içinde işi rayına oturttuk ve kurumun çekirdek kadrosunu oluşturduk. Şüphesiz bu durumda bana bir güven geldi. Bu arada Orhan Özokur, bana yeni bir teklif getirdi. Orhan Bey, şunu söylüyordu: ‘Haluk Hoca, Ülkerspor’u kurduk. Şimdi, o takımın da psikoloğu olun.’

Bu teklifi aldıktan sonra, kendilerine spor psikolojisinin çok farklı bir uzmanlık alanı olduğunu anlatmaya çalıştım. ‘Sen yaparsın’ dediler. Bunun üzerine, yaklaşık 20-30 spor psikolojisi kitabı okuyarak, basketbolu öğrenmeye çalıştım. Amacım, sporla psikoloji arasındaki ilişkiyi kurmaktı. Bu dalda da işe başladık. Takımla birlikte karşılaşmalara gidiyorduk. Kısa sürede ‘Haluk Ağabey’ konumuna geldim. Fabrikada ‘Haluk Hoca’ idim, Ülkerspor’da ‘Haluk Ağabey’ oldum.

Bilindiği gibi, psikologla genellikle sorunlu insanlar görüşür. Oyuncular, sorunlu insan imajı oluşmasın diye benimle çekinerek görüşmeye geldiler. Zamanla, oyunculardan bazıları uyku uyuyamadığını, eşiyle ilgisini, çocuğuyla ilgisini, oyuncu arkadaşlarıyla ilgisini bana anlatmaya başladı.

Prof. Dr. Haluk Yavuzer’in İstanbul Üniversitesi’nde başlattığı
"Ana-Baba Okulu" projesini daha sonra Ülker Grubu sahiplendi.
Söz konusu proje, ülke çapında büyük ilgi gördü.

 

O dönemde, Ülkerspor basketbol takımı üç şampiyonluğa imzasını attı. Bu arada, Murat Bey yavaş yavaş iş başına gelmek üzereydi. Bir defasında ‘Hocam, siz basketbolda yeterince yapacağınızı yaptınız, biraz bizimle çalışın’ dedi. Bu dönem, Ülker’in ‘yeşil sermaye’ diye bir propagandaya maruz kaldığı 28 Şubat dönemiydi. Yine Murat Bey, ‘Bu konuda sizin projelerinize ihtiyacım var’ dedi.

İstanbul Üniversitesi’nde başlattığım ‘Ana-Baba Okulu’, epey ilgi çekmişti. Çeşitli kuruluşlar, bu projemi destekliyordu. Projeyi, Ülker sahiplendi. Amacımız, anne ve babaların eğitimiydi. Murat Bey, büyük imkân sağladı. Ana-Baba Okulu Projesi kapsamında, Türkiye’nin dört bir köşesini dolaşmaya başladık. Kitaplar basıldı, anne ve babalara dağıtıldı. Ana-Baba Okulu, Ülker sayesinde 30’a yakın ile taşındı. Bu arada 30 bine yakın anne ve baba eğitim gördü.

Ana-Baba Okulu Projesi’nin uygulanması sırasında, peşin hükümlü kişilerle ve eğitimcilerle karşılaştım. O kişilerin, bu projeye katılımını sağladım. Yanlış kanaat sahibi olduklarını kısa bir süre sonra itiraf ettiler ve bizi alkışlamaya başladılar. Onunla da kalmadılar, ‘Böyle bir etkinliği, bizim okulumuzda da yapar mısınız?’ dediler. Ana-Baba Okulu’nu tamamen bilimsel objektiflik içinde yürütüyorduk. Maliyeti yüksek, çok ciddi bir eğitimdi. Bu proje sayesinde, daha önce yanlış algılanmış Ülker imajı düzeltildi. Tabii bunda, Sabri Ülker’in devamı olarak, Murat Ülker’in ileri görüşlülüğü ve vizyonu var.

 

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye