Türkiye’nin reklam otoriteleri, “Sanayici Sabri Ülker’den reklam dersi aldık.” diyor.

“Hükümet Bisküvisi”nin 1950’lerden sonra, hangi aşamalardan geçerek gerçek kimliğine ulaştığını, Ülker reklamlarının hazırlanıp, kamuoyu ile buluşması için büyük emek veren ünlü reklamcılar Yüksel Ertan, Haluk Mesci, İzmir Tolga ve Ümit Çelebi anlatıyor...

Türkiye’de sinema ve televizyon reklamcılığının öncülerinden, İstanbul Reklam’ın sahibi Dr. Süheyl Gürbaşkan, 9 Şubat 1980 tarihinde meslektaşı Vural Sözer’e Cenevre’den gönderdiği mektupta, ideal bir reklam metninin içeriğinin nasıl olması gerektiği hakkında şunları yazıyordu:

  • Reklam metninde, söylenecek bir mesajın özü, söylemek istediğiniz mesajın biçiminden daha önemlidir.
  • Reklam metninde, önemli bir fikir unsuru bulunmalıdır.
  • Reklam metni, bilgi ‒hem de çok yönlü bilgi‒ vermelidir.
  • Reklam metni, can sıkıcı olmamalıdır.
  • Reklam metni, hoşa gitmelidir.
  • Reklam metni, günün zevklerine hitap etmelidir.
  • Reklam metni, “bir kalem”den çıkmalıdır.
  • Reklam metni, ‒başarılıysa‒ uzun süre değerlendirilmeli, kullanılmalı, kısaca tekrar edilmelidir.
  • Reklam metni, gerçeği söylemelidir.
  • Reklam metni, hayalimizi de süslemelidir.
  • Reklam metni, kişilik taşımalıdır.
  • Reklam metni, kısa yazılmalıdır.
  • Reklam metni, uluslararası bir sesleniş olmalıdır.
  • Reklam metni, özgür bir anlam taşımalıdır.
  • Reklam metni, bir diğerinin kopyası, taklidi olmamalıdır.54

Sabri Ülker de, Dr. Süheyl Gürbaşkan’ın tarif ettiği gibi, ürünleri için hoşa giden, gerçeği söyleyen, az, öz ve özgün reklam istiyordu. Bu işe, üretim ve pazarlama kadar önem veriyordu.

Sabri Ülker, Türk halkının Ülker reklamlarıyla nasıl tanıştığını ise, danışmanı Dr. Mustafa Özel’e şöyle anlatmıştı:

14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti iktidara geldi. O zamana kadar tabii radyo dinleniyor, ama çok yaygın değildi. Menderes ve Demokrat Parti’nin yükselişiyle memlekette bir siyasi heyecan başladı. İnsanlar, radyoya ve haber programlarına daha yatkın hale geldiler. Biz de, 19.00 haber bülteninden hemen sonra reklam vermeye başladık. Bundan sonra, bir talep patlaması yaşandı. Bunun üzerine şunu öğrendik: İnsanlar haberleri dinliyor. Haberlerin arkasından çeşitli konularla ilgili hükümet bildirisi yayınlanıyor, hemen arkasından da Ülker’in bisküvi reklamları... İnsanlar, bakkallara gidip, “Yarım kilo, bir kilo Hükümet Bisküvisi verir misiniz?” diyorlarmış.

Şimdi, bakalım, “Hükümet Bisküvisi” 1950’lerden sonra, hangi aşamalardan geçerek gerçek kimliğine ulaşmış. O dönemleri de, Ülker reklamlarının hazırlanıp, kamuoyu ile buluşması için büyük emek veren ünlü reklamcılar Yüksel Ertan, Haluk Mesci, İzmir Tolgave Ümit Çelebi’den dinleyelim...

Yüksel Ertan: “ ‘Ülker’siz çay saati düşünülemez’ sloganını, çektiğim bir fotoğrafa bakarak yazdım”

Ülker, o yıllarda “ASÜ” harflerinin bulunduğu “Asım-Sabri Ülker”i çağrıştıran bir logo kullanıyordu. Ülker’le ilgili çalışmalarımı sürdürürken, bir gün Pasta Bisküvi’nin ilanı için çizim yapıyordum. Bu arada, rahmetli kızım, annesinin elinden tutmuş, yürümeye çalışıyordu. O sırada, ansızın ilham geldi, “İlk adımlar Ülker için” diye yazdım. Kızım, sanki Ülker’e doğru yürüyormuş gibiydi. Bu slogan, Sabri Bey’in çok hoşuna gitti. İlk ilanımız, Günaydın gazetesinde yayımlandı. Bu arada, okuyucular arasında düzenlenen bir yarışmada ajansımız, Ülker’in ilanıyla birincilik kazandı. Ayrıca, Günaydın’ın bir bayan okuruna da aynı yarışmada ödül verildi.

60’lı yıllarda Cağaloğlu’nda çalışırken, her şeyi tek kişi yürütürdü. Art direktör, grafiker, metin yazarı, tek kişiydi. Ben de bu üç görevi tek başıma yürütüyordum. Reklamın fotoğrafını çekiyor, sloganını buluyor, sonra grafiğini yapıyordum. O günlerde ziyaretime gelen iki kuzenimin birbirlerine çay ikram ederken fotoğraflarını çekmiştim. Sonra o fotoğrafı, Ülker için hazırladığım reklamda kullandım. Slogan olarak da, “Ülker’siz çay saati düşünülemez” diye yazdım. Bu, fevkalade tutuldu. Sabri Beyde çok beğendi.

Yüksel Ertan, “Ülker’siz çay saati düşünülemez” sloganını, bir çay ikram sahnesini fotoğrafla tespit ettikten sonra yazmış.

Ülker firmasıyla, 1966 yılından 1976’ya kadar yoğun bir çalışma yaptım. Bu süre içinde, 100’e yakın ambalaj grafiği çizdim. Ayrıca, gazete ve dergilerde yayımlanacak ilanları hazırladım. Ardından da, halen kullanılmakta olan Ülker logosunu oluşturdum. Bu logo çok beğenildi.

Bu arada Sabri Bey, bana gülerek, “Yüksel Bey, sizin yüzünüzden 500 bin lira zarar ettim” dedi. Sebebini sorduğum zaman, şu cevabı verdi:

“Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki ‘Ülker’ tabelalarını değiştiriyoruz. Yeniden yaptırıyoruz. İşte bu 500 bin liralık masraf oradan kaynaklanıyor.”

Sabri Bey’in bu hoş esprisini, şu sözlerle cevaplandırdım: “Sabri Bey, hemen işimden istifa edip, tabelacı dükkânı açayım, bütün işlerinizi ben yapayım.” Zaman içinde, bu logolar, antetli kâğıtlarda, zarflarda ve basılı evrakta da kullanılmaya başlanacaktı.

Ülker’in ünlü logosunu grafiker ve görsel yönetmen Yüksel Ertan 1960’lı yıllarda çizdi. Ertan, bunun yanı sıra 1966-1976 yılları arasında Ülker’in reklam ve ambalaj çizimlerini de yaptı. Yüksel Ertan mesleki çalışmalarını yıllardan beri Almanya’da sürdürüyor.

“Ülker, Avrupa Birliği’ne Türkiye’den önce girdi”

Sabri Bey’le iş görüşmelerimizin dışında sohbetlerimiz de oluyordu. Bir gün gündemimizde Avrupa Birliği konusu vardı. O yıllarda Avrupa standartlarında ambalaj yapıyorduk. Sabri Bey, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda çekingendi. Sebebini sorduğumda, “Avrupa’nın bisküvileri buraya gelince, onların yanında Ülker’in satışı zor olur” demişti.

Aradan yıllar geçti. 1992’de Almanya’nın Bergisch Gladbach şehrinden karayoluyla Köln’e doğru gidiyordum. Yanımda da yardımcım vardı. “Yüksel Bey, arkaya bir bak” dedi. Arabanın aynasından arkaya baktım, bir de ne göreyim, bir Ülker TIR’ı geliyor. Ben, o ana kadar Ülker ürünlerinin kamyonla dağıtıldığını tahmin ediyordum. İlk defa üstünde kocaman “Ülker” yazan bir TIR gördüm. Biraz daha ilerledim. Yardımcım, ikinci defa uyardı. “Yüksel Bey, bir de karşıya bakar mısınız?” Karşıya baktım, üstgeçitten tam 90 derecede bir başka Ülker TIR’ı daha geçiyordu.

Evet, Türkiye’den tam 2.000 km uzaktaydık. Arkamdan ve önümden iki Ülker TIR’ı geçiyordu. İşte bu manzarayı görünce, ne kadar mutlu oldum, ne kadar sevindim, bilemezsiniz. Çünkü Ülker, Avrupa Birliği’ni fethetmişti.

Şimdi, bugünkü duruma gelelim. Yıllardır Almanya’da yaşıyorum. Alman marketlerindeki gıda bölümlerinde Ülker’in reyonları var. Bu ürünleri, hem gurbetteki Türkler, hem de yerel halk alıyor.

Haluk Mesci: “Yıllardır reklamcıyım, ama Sabri Bey’den reklam konusunda çok şey öğrendim”

Sabri Bey, benim reklamcılık hayatımda çok önem verdiğim iki-üç şahsiyetten biridir. Kendisiyle 1970’lerin başında oluşan iş ilişkimiz, zaman içinde baba-oğul, ağabey-kardeş ve usta-çırak ilişkisine dönüştü.

1973 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni bitirdikten sonra İstanbul’da, Eli Acıman’ın sahibi olduğu Man Ajans’ta çırak yazar olarak işe başladım. Ülker ürünleriyle tanışmam da 1974 yılında oldu. Daha sonra çeşitli reklam ajanslarında bulundum ve uzun yıllar Ülker’le çalışma fırsatı elde ettim.

Ülker’le verimli çalışma dönemim, 1978 yılında, Birleşik Reklamcılık Şirketi’ni kurduğumuz zaman başladı. İleriki yıllarda bu çalışmamız artarak devam etti.

Türkiye’nin sayılı reklamcılarından Haluk Mesci, Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, “Sabri Bey’den reklam konusunda çok şey öğrendik” diyor.

“Sabri Bey, reklamın önemini, işin başında kavramış”

Sabri Bey’le çalışırken, kendisinden pek çok şey öğrendik. İşin ilginç yanı, sadece üretim ve sanayi konusunda değil, reklam konusunda da bir şeyler öğrendik. Aslında, İzmir Tolga ve rahmetli Aydın Ülken’le birlikte okumuş-yazmış insanlardık. Reklam konusunda birikimimiz vardı. Ancak, bu konuda gerçekten Sabri Bey’den çok değişik şeyler öğrendik.

Sabri Bey, reklamın önemini, daha iş hayatının başındayken kavramış bir insandı. Bize, radyonun ulusal ölçekte tüm ülke sathına ulaşabilen tek reklam aracı olduğu dönemde, reklamı nasıl etkin kullandığını anlatmıştı.

Sabri Bey’in bu konuda anlattıkları özetle şöyleydi:

“Biz, Ülker olarak, reklamlarımızı ‘Ajans Haberleri’ denilen yahut da ‘Öğle Ajansı’, ‘Akşam Ajansı’ denilen haber saatinin hemen bitimine koymuştuk. Bizim reklamlarımızı radyonun haber spikeri okuduğu için, dinleyiciler, markamızı ‘devletin sesi’ ile duyuyorlardı. Çünkü o dönemde, devletin sesi, önemli bir unsurdu ve halk kitlelerinde kabul görüyordu.

Reklamlarımızı belki özellikle öyle planlamamıştık, ama şartlar öyle getirmişti. Radyo spikeri, haberi bitirdiği zaman, ‘gong’ vuruyor, arkasından ‘reklamlar’ anonsuyla birlikte ‘Ülker’siz çay saati düşünülemez’ reklamı giriyordu. İşte bu reklam anonsumuz, sanki Ankara’dan, devletin tepesinden bütün yurda yayılan bir mesaj gibiydi.”

“Ülker başarıyı, dağıtım ve fiyat politikasıyla yakaladı”

Sabri Bey’den bir de şöyle bir tespit dinlemiştim:

“Bazen, reklama rağmen sattık...”

Yani, ürün o kadar güzel, o kadar hoş ve lezzetli ki, reklam kötü de olsa, tüketici aptal olmadığı için, o ürünü benimsiyor ve satın alıyor. Üniversitede, İş İdaresi okudum. Kitaplardan okuduklarımın yanı sıra, iş hayatında etten kemikten örnek bir vaka gördüm. Onun adı “Ülker”di.

70’li yıllardan itibaren reklamcılık yapıyorum. İş âlemiyle içiçeyim. İşte bu zaman içinde Sabri Bey’den şu tespiti dinledim:

“Bir markanın güçlü olabilmesi için önce dağıtım yaygınlığının iyi olması lazım. Çünkü pazar payı ve kârlılık, dağıtımla doğru orantılıdır.”

İzmir Tolga: “Sabri Ülker, ırk, din ve millet ayrımı yapmayan, abide gibi bir beyefendiydi”

Ülker firması, 1979’larda grev ve lokavtlardan epey çekmiş. Tabii aynı dönemde reklamlardan yana da şansı yaver gitmemiş. Olaylar nedeniyle reklam işine yoğunlaşmamış. Böylesine kritik bir dönemde grevci işçiler fabrika alanında davul-zurna çalıyor, tencere kapaklarını birbirine vuruyormuş. Biraz ortalık durulduğu zaman, biz devreye girmiştik. O döneme göre, çok çağdaş yenilikler yapmaya başlayan Ülker firması, bütün distribütörlerini, plasiyerlerini İstanbul’da topladı. Bu toplantıda Sabri Bey, reklamla ilgili planlarını, üretimle ilgili hedeflerini açıkladı.

Sabri Bey, çok az konuşurdu. Çok özlü sözler söylerdi. Hiç unutmuyorum, reklamla ilgili faslı anlatırken, geçmiş dönemde yaptıkları reklamların iyi olmadığından bahsetmiş, cümlesini şöyle tamamlamıştı:

“O dönemde, reklamlara rağmen sattık.”

Sabri Bey’in bu değerlendirmesini hâlâ tüm iş görüşmelerinde anlatırım.

Ünlü reklamcı İzmir Tolga, “Sabri Ülker’in olmazsa olmaz kuralları, zaman içinde bütün dünyada evrenselleşti” tespitini yapıyor.

 “ ‘Nat Nat Nat, Çokonat...’ herkesin dilindeydi”

Sabri Bey, inanılmaz vefalı bir kişidir. İnsanların ufak tefek kusurlarını görmezden gelir. Irk, din ve millet ayrımı yapmaz. İş ahlakı konusunda abide gibi bir beyefendiydi.

Ülker’in çok reklamını yaptık. Çalıştıkları iki ajanstan biriydik. Galiba şimdi 20’nin üzerinde ajansları var. Ama biz, ajanslardan biri değiliz. Sabri Bey’le ilgili değerlendirmelerimi, bir iş ilişkim var diye yapmıyorum. Evet, iş ilişkim yok. O dönem, benim için geçmişte kalmıştır.

Yaptığımız işlere gelince... “Çokonat” isimli ürün için bir film yapmıştık. O zamanlar Ülker reklamlarının olabildiğince sakin ve mütevazı olması gerekiyordu. Ama biz, genciz, “Daha iyi şeyler yapalım” diyorduk. Bir Çokonat Treni yaptık. Bir de Mazhar Fuat Özkan’a bir cıngıl yaptırdık:

“Nat nat nat, Çokonat...” Evet, bu nakarat herkesin dilindeydi.

O yıllarda Ankara’nın Gençlik Parkı’nda dolaşan güzel bir tren vardı. Bu reklam filminde onu kullandık. Trenin makinistini de filmde oynattık. Makinist, çok şirin biriydi. Filmi izleyen görevlilerden biri, “Trenin makinisti, Sabri Bey’e benziyor, yayınlamasak mı acaba?” dedi. Yaptığımız çalışmaları, teklif halinde Sabri Bey’e götürdüğümüzde, eğer beğenilmezse, çok kibar bir şekilde, “Başka bir şey düşününüz” derdi. Biz, her seferinde aynı cümleyle karşılaşırdık. Baktı ki anlamıyoruz, o zaman yine aynı kibarlık içinde şu uyarıyı yapmıştı:

“Beyler; biz, Ülker için müstesna filmler istemiyoruz.”

Evet, Sabri Bey’in bu sözünü hiç unutamam. Sabri Bey, mesajlarını hep nükteli bir şekilde verirdi. Hiçbir zaman yüz göz olmazdı. Ama her konuda başkalarının fikrine saygı gösterirdi.

Çalışmalarımızı 10-15 günde bir Sabri Bey ile Orhan Bey’e sunardık. Bu görüşmelerimiz sırasında, Sabri Bey “Bir bakın bakalım” diyerek, yeni ürünlerinden, bize ikram ederdi. Bu ikramın içinde ürünü test ettirme de vardı. Ürünlerin tadına bakarken, Sabri Bey’den çok şey öğrendik. Mesela, çikolatalı ürünler, biraz durduktan sonra daha lezzetli olurmuş.

Sabri Bey’in reklamlarla ilgili olmazsa olmaz kuralları vardı. Bu kurallar, zaman içinde bütün dünyada evrenselleşti. O kurallar şunlardı:

  • Çocuk istismarı
  • Seks istismarı
  • Abartılı ürünler

İşte bu sakıncaların yazılı kuralları yokken bile, Ülker reklamlarında yasaktı. Sabri Bey, “yasak” sözünü kullanmazdı. Sadece, “Bunu yapmayalım” diyerek mesajını verirdi.

“Sabri Bey, ürün reklamının öncülerinden”

Sabri Bey’in, Türkiye’de reklamın ne olduğunun anlaşılmasına da katkısı var. Bunu, şöyle ifadelendirebiliriz: “Reklam, iş yapar arkadaş.”

Ülker’in 1945 yılına ait reklam kupürü var. Ülker bisküvi ilanı, kara kalem... Çok hoştu. 1945’lerde Akbabadergisinde filan yayımlanmış. Daha sonraki yıllarda esaslı bir şekilde radyo reklamına geçilmiş. Bilindiği gibi, “Akşama babacığım, unutma Ülker getir” gibi reklamlar... Bunu evirip çevirip biz de kullandık.

Türkiye’de reklam, bir zamanlar birçok insan için fanteziydi. Neden fanteziydi? Çünkü Türkiye bir satıcı piyasasıydı. Yani, sen malını yaparsın, ondan sonra senin fabrikanın önüne gelirler, “Aman bize mal var” diye senin elini öperler. “Bu adamı biraz kollayın” dersin ve malını verirsin. Yani, bakkalların sigarayı, margarini, tezgâh altından sevdiği müşteriye verdiği dönemler. Türkiye’nin kıtlık dönemleri demeyelim de, satıcının kral olduğu yıllar...

Satıcının kral olduğu yıllarda, sen malını satarsın ve kendi kalıbının içinde dönersin, ama eğer ürünlerinle ilgili, ilerisi için bir boşluk yaratacak kadar talebi yüksek tutarsan, onun içine doğru büyüyorsun. Şimdi, Türkiye’deki çeşitli şirketlerin büyüme eğilimine bakarsanız, en kötü yıllarda dahi aksatmadan büyümüş ve büyümeye devam eden bir grup ararsanız, Ülker bir numaradır.

Ümit Çelebi: “Sabri Bey’den öğrendiklerimi, şimdi üniversitede öğrencilerime anlatıyorum”

Reklamcılığa, 1985 yılında başladım. Aynı zamanda, çalıştığım reklam ajansının kimliği altında Ülker’e hizmet vermeye de başladım. Ülker, mesleki eğitimime en çok katkısı bulunan iki müşterimden biridir.

Satış olmadan, önsezi olmadan, kamuoyunu ve halkı tanımadan, onunla yakın ilişkiye girmeden, ondan biri olmadan bu işin yapılamayacağını da Ülker’den öğrendim.

Ülker, Alpella çikolatalarını çıkarma kararı almıştı. Ben de pazarlama dalında doktoramı vermiştim. Çok iyi pazarlama bildiğimi düşünüyordum. Bu düşünceyle, Sabri Bey’e “Biz Alpella adında taklit bir ürünle piyasaya girmeyelim. Bu, doğru bir şey değil. Biz, özgün ürün çıkaralım” dedim. Sabri Bey ve Orhan Bey, bana şu karşılıkta bulundular:

“Biz, Ülker çikolatayı, bu pazarda korumak istiyoruz. Ayrıca, çikolata tüketimini de artırmak arzusundayız. Üstelik ‘Alpella’ adını yıllar önce tescil ettirdik. Bu, bizim doğal hakkımızdır.”

Sabri Bey, bu açıklamayı yaparken, önündeki kâğıda adeta bir askeri harekât planı çizer gibi Milka’nın yanına artı, Alpella’nın yanına çarpı, Ülker çikolatanın yanına da daire çizimi yapmıştı. İtiraf edeyim, üniversitede bu kadar kıymetli bir ders almadım. O anlatımın sonrasında da, gerçekten Alpella, pazara çok hızlı ve çok başarılı girdi. Bu başarının arkasından, Türkiye’nin çikolata tüketiminde yüzde 100’lere varan bir artış oldu.

O sıralarda Nestlé, kritik bir dönemdeydi. Fabrika da üretim yapamıyordu. Hemen canlandılar, Türkiye’ye yatırım yapma kararı aldılar.

“Sabri Bey, açık fikirli ve son derece ileri görüşlüydü”

1987 veya 1988’de, Vakıf Gureba Hastanesi’nin tanıtımıyla ilgili bir çalışma yapılacaktı. Bu çalışma sırasında, hastane başhekimi Prof. Dr. Asaf Ataseven’in yanı sıra Sabri Bey de bulunuyordu. 

Ümit Çelebi, Ülker’in reklam hizmetlerini yürüten ajansta görev yaparken, Sabri Ülker’den edindiği bilgileri, şimdi üniversitede öğrencilerine anlattığını söylüyor.

Çalışma başladı, orada hazır bulunanlardan biri, benim soyadımdan çağrışım yapmış olacak ki, “Basında da gazeteci bir Çelebi var, siz onu tanıyor musunuz?” dedi. Sabri Bey, “Çelebi, çok geniş bir ailedir. Bütün Çelebiler birbirini tanımaz” cevabını verdi. Onun üzerine, “Benim eşim de gazeteci. Siz, kimi soruyorsunuz?” deyince, “Cumhuriyet gazetesinde bir Bünyamin Çelebi var. Vakıf Gureba hakkında hiç de hoş olmayan bir haber yapma çalışması içinde. Siz, kendisini tanıyor musunuz?” dedi. Ben de, “Oldukça iyi tanıyorum” dedim. Karşımdaki kişi “Nasıl?” deyince, “Benim eşim” cevabını verdim. Tabii ortalık, tahmin edilebileceği gibi, buz gibi oldu. Bunun üzerine Başhekim Asaf Bey, “Bu gazeteci, Vakıf Gureba’nın tüzüğünü ve birtakım belgeleri istiyor. Ümit Hanım, biz bunların hepsini size teslim ettik. Eşiniz niçin bizi arayıp duruyor?” diye sordu. Ben de Prof. Ataseven’e, “Efendim, ben onun mesleğine saygı duyuyorum, oda benim mesleğime... Benim mesleğim sizin sırrınızı tutmak, onun mesleği ise, sizin sırrınızı bulmak. Ama aracı ben değilim” dedim.

Sanıyorum Sabri Bey’in bana karşı bir güveni varsa ‒ki, bu lütuftur‒ oluşmasında, benim ağzımın sıkılığına olan güveninin etkisi vardır.

Sabri Bey, çok açık fikirli bir insandı. Son derece ileri görüşlüydü. Yapı olarak dönüp baktığınızda, size bir şeyi empoze eden, yönlendiren bir yapısı yoktu. Dinlerdi, çok saygıyla dinlerdi. Kabul etmediğini anlardınız, ama sizi rencide etmemek için bunu söylemezdi.

Bir gün Sabri Bey, sanıyorum, Ülker Halley ürünü için “Ümit Hanım, yaptığınız filmi çok beğendim, ama filmi yeterince izleyemiyoruz, hiç rast gelmedim” dedi. Ben de, “Sabri Bey, siz, içinde tansiyon problemi çözen, kardiyovasküler birtakım rahatsızlıklara iyi gelen bir gofret yapmadınız ki, ben onu sizin izlediğiniz saatlere denk getireyim. Bunu çocuklar yiyor. Biz de çocuk programlarına koyuyoruz Sabri Bey. O yüzden siz seyredemiyorsunuz” dedim.

Aslında, Sabri Bey’e büyük ayıp yapmıştım. Ama verdiği cevap çok hoşuma gitti: “Demek ki siz, benim içimdeki çocukluğu görmemişsiniz.”

“Sabri Bey, Ülker’i evlatlarından ayırmadığını söyledi”

Bir gün Sabri Bey ile Murat Bey ve Ali Bey, Ülker’in kurumsal algılanması, kurumsal yapısı, kimliğinin nereye gittiği ve geleceğinin ne olabileceği konusunda çok özel bir toplantı yapıyorlardı. Lütfedip, beni de o toplantıya aldılar.

Toplantı, kara listelerin ortalıkta dolaştığı dönemde yapılıyordu. Bu sırada, kendilerine, şunu söyledim:

“Biz, kapımızı kapatır ve perdemizi örtersek, merak uyandırırız. Oysa camın içi çok hoş, çok güzel. Bunu, mümkün olduğu kadar insana açalım, gösterelim; çok faydalı olur.”

Sabri Bey, beni dinledikten sonra, şu cevabı verdi:

“Ülker, benim bir evladım. İnsan, evladını iyisiyle, eğrisiyle, doğrusuyla sever. Bir evladı suçlu olursa, onu unutmaz, sarar. Ama öbür evlatlarını bunun için feda etmez. Dolayısıyla ben, Ülker’in hayat boyu devam etmesini, başarılı olmasını istiyorum. Ülker’in benden sonra sürmesi için, onu bir evladım kadar korurum. Çünkü ona evlatlarım kadar güveniyorum.”

Sabri Bey, Ülker firmasını evladı gibi görüyordu. Oysa ben, henüz bir şirket kimliğinin kişiliği olduğunu düşünemiyordum.

Şimdi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde “Marka Kimliği” dersi veriyorum ve Sabri Bey’in bu tespitini sürekli kullanıyorum. Öğrencilerime, şirketlerin ruhu olduğunu, kimliği olduğunu ve bu kimlikler içinde hareket edeceklerini anlatıyorum.

Sabri Bey, bunu o kadar duygusal ve o kadar güzel anlatmıştı ki, o benim için sadece bir anı değildi. Bambaşka bir şey, içimin titrediği bir şey...

Sabri Ülker, ürünlerinin isim babalığını da yapıyor

Sabri Ülker’in reklam ve reklamcıya verdiği önemi, dostları merhum Asım Kocabıyık ve Prof. Dr. Salih Tuğ da anılarında naklediyordu. Bu arada, yeğeni Faruk Berksan, Ülker’in tüm ürünlerinin isim babasının da Sabri Bey olduğunu açıklıyor. Torun Ali Ülker ise, dedesinin dış mekân reklam alanları seçimindeki kriterlerini anlatıyor:

Asım Kocabıyık: “Reklamın ne kadar önemli olduğunu Sabri Bey’den dinledim”

60’lı yıllarda bir arkadaşın Ankara Reklam adında bir reklam ajansı vardı. Sabri Bey’le reklamcımız da tesadüfen aynı firmaydı. Sabri Bey’in reklamları daima yüklü olurdu. Kendisine bir gün, “Sabri Bey, bu reklamları ne zaman hafifleteceksiniz veya kaldıracaksınız?” diye sorduğumda, “İşi kapattığım zaman” cevabını almıştım. Böylelikle, reklamın ne kadar önemli olduğunu, Sabri Bey’den dinlemiş oldum.

Tabii Sabri Bey’in iş konusu, gündelik hayatta sarf edilen, tüketilen maddeler olduğu için, reklama daha çok önem veriyordu. Benim yapacağım reklam ise, Türkiye’de birkaç bin kişiyi ilgilendiriyordu.

Kısacası, Sabri Bey’in reklamları, milyonları ilgilendiriyordu.

Borusan Holding’in kurucusu merhum Asım Kocabıyık, “Reklamın önemini Sabri Bey’den öğrendik” diyordu.

Prof. Dr. Salih Tuğ: “Sabri Bey, ‘Ben reklamcının zihniyetine bakmam, mahsulüne bakarım’ dedi”

Sabri Bey’e bir gün, Milli Kültür Vakfı’nda, “Sizin reklamlarınıza çıkan bir arkadaş var. O reklamı tanzim eden, senaryoyu yapan kimselerin biraz farklı düşüncelere, yani bir miktar sosyalist düşüncelere sahip oldukları ifade ediliyor” demiştim. Sabri Bey, bu sözlerime şu karşılığı vermişti:

“Vallahi ben, reklamı bilirim. Reklamcının kim olduğunu bilmem. Bakın bu, bir iş idaresidir. Ben, reklamın mahsulüne bakarım. Tıpkı benim mahsulümün halk tarafından yahut tüketici tarafından beğenilmesi gibi. Yoksa ben, onun sahip olduğu zihniyete bakmıyorum. Zihniyet, beni alakadar etmez.”

Faruk Berksan: “Ülker’in bütün ürünlerinin ismini Sabri Bey koymuştu”

Sabri Bey, tüm mamullerle ilgili reklamları da tek tek inceler, görüşlerini ve tenkitlerini yaptıktan sonra, nihai kararı kendisi verirdi. Bütün ürünlerin isimlerini Sabri Bey koymuştu. Hiç unutmuyorum, bir ürüne “Çokoprens” adını verdiği zaman, kendisine, “Amca, bu Çokoprens garip bir isim, olmaz” demiştim, kendisinden “Hayır, olacak” cevabını almıştım. Bir müddet sonra,o ürüne talep oluşunca, zaten ismin de anlamı kalmıyordu.

Sabri Bey, ürün isimlerinin yanı sıra, paketlerin şekil ve rengine varıncaya kadar her konuyla ilgili ve karar sahibiydi.

Ali Ülker: “Sabri Bey, reklam için stratejik dış mekân seçerdi”

Dedem, iş hayatında reklama da çok önem verirdi. Özellikle dış mekânlarda reklamların yerini seçerken, çok stratejik davranırdı. Mesela, Kabataş vapur iskelesinin üzerindeki Ülker reklamı, İstanbul’un hem Asya hem de Avrupa yakasından rahatlıkla görülebilirdi. Söz konusu reklamın olduğu dönemde, henüz Boğaziçi Köprüsü yoktu. Üsküdar-Kabataş hattı, Asya ile Avrupa arasındaki en önemli bağlantı noktasıydı. Ülker reklamı da, o bağlantı noktasının adeta tepesinde yer alıyordu.

54. Süheyl Gürbaşkan, Bir Reklâmcı Aranıyor, s. 66-81, İstanbul Reklâm Yayınları, İstanbul, 1980.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye