Ahsen Özokur: “Sabri Ülker’in değil babamın kızı olmak, çok güzel bir duygu.”

Ahsen Özokur, baba evinde özgür bir ortamda büyüdü. Ailesinden daima hoşgörü ve anlayış gördü. Okulları, Aksaray semtindeydi. Hem okula giderken hem de sokağa çıkarken hiç yalnız olmadı. Çünkü yanında, daima “en yakın arkadaşım ve dostum” dediği babası vardı.

Tarih boyunca ülkeler ve toplumlar, bedenen ve zihnen sağlıklı nesiller yetiştirebilmenin gayreti içinde oldu. O gayret, günümüzde çok daha önem kazandı.

Bilindiği gibi, sağlıklı nesil yetiştirmede, ilk kilometre taşı, şüphesiz çocuğun doğduğu gün dikiliyor. Diğer taşlar da yaşam boyu birbirini izliyor. Bilim dünyası, o ilk kilometre taşını biraz daha gerilere dikerek, “gelişim psikolojisi”ni, çocuğun doğum öncesinden başlatıyor.

Yazar Şevket Rado da, zihnen sağlıklı, topluma yararlı nesillerin yetiştirilmesi için, anne ve babanın evlatlara “iyi örnek” olmasını tavsiye ediyor ve şunları söylüyor:

Çocuğun yeryüzünde en sevdiği iki varlık, anası ile babasıdır. Dünyada bu kadar ana ve baba varken, çocuğunuzu bunların arasına bırakırsanız, “O zengin”, “Bu yakışıklı”, “Şu kuvvetli” demez, ne halde olursanız olun, yine sizi seçer ve daima ufak yaştan itibaren bu hareketleriyle sizi taklit etmeye, size benzemeye özenir. Bu yüzden, ona taklit edilmeye layık bir insan gibi görünmeye mecbursunuz.48

Evet, yazar Şevket Rado, anne ve babalara, “Çocuklarınıza iyi örnek olun” diyor. Şimdi bakalım, Sabri Ülker, büyük evladı Ahsen Özokur’a ne ölçüde rol model olmuş ve etkilemiş:

Babama karşı düşkünlüğüm, kendimi bildiğim andan itibaren mevcudiyetini daima korudu. Çocukluk dönemimi yaşarken, sürekli babamın ya dizinin dibinde veya kucağında otururdum. Öyle sohbet ederdik.

Babam, beni baştan beri uzun uzadıya okutmama niyetindeydi. Oysa, herhalde okuyabilirdim; kapasitem de vardı.

Doğrusu ben, doktor olmak istiyordum, hem de cerrah... Çocukluğumdan beri eve gelen tavukların anatomisiyle meşgul olurdum. Hatta ilkokul yıllarında dahi, evde pişirilmek amacıyla hazırlanmakta olan tavukları, tüm organlarıyla inceden inceye tetkik ederdim. Annem, bu durum karşısında, “Kızım, miden bulanmıyor mu? Niçin, böyle şeylerle meşgul oluyorsun? Ben bile görmek istemiyorum” derdi.

Bütün bunlara rağmen, “Anneciğim, eve tavuk gelince, ben görmeden pişirmeye kalkmayın” uyarısı yapar, bu konuda kendisinden söz alırdım. Okuldan gelince, bıçakla tavuğu adeta operasyona tabi tutar, tüm organlarını incelerdim. Aynı şekilde eve balık gelince, onları da keser, açar ve incelerdim. Demek ki, çocuk yaşımda, psikolojik olarak cerrah olmaya hazırdım.

Ortaokulda, bir koleje gittim. Zaten babam, iyi bir yabancı dil sahibi olmamı istemişti. Onun için eve sürekli yabancı dil öğreten hocalar gelirdi. Hatta bir “madam”ımız vardı. Biz, baba-kız madamdan ders alırdık. Bu arada şunu ifade etmek istiyorum; babam, bu derslerden sonra, İngilizce öğrendi. Konuşulanları anlardı, ama konuşmazdı.

Hep söylüyorum, babamla biz arkadaş gibiydik. Her şeyi açık açık konuşurduk. Sabahın saat 5.30’unda babam kalkar, beni de kaldırırdı. Çalışma odasındaki masanın bir başına kendisi oturur, bir başına da benim oturmamı isterdi.

Günü karşılarken, babam, her ikimiz için de kahve pişirirdi. Baba-kız kahvelerimizi içerken, bir yandan sohbet eder, bir yandan da önümüzdeki defterleri karıştırırdık.

Babamın kareli not defteri vardı. O deftere günlük yapacağı işleri madde madde yazardı. Ben de babamdan görmüş, not defteri tutmaya başlamıştım. Hâlâ da tutarım. Evdeki yardımcılarımıza da yapacakları işleri not halinde veririm.

Masa etrafında babamla karşılıklı çalışırken, bazen “Baba, biraz koltukta otursam” derdim. Babam da bana, “Kızım, koltukta çalışma olmaz” cevabını verir, beni ikna ederdi.

Biz, sabah çalışmamızı bitirdiğimiz sırada, salonda, kahvaltı sofrası da hazır olur, baba-kız sohbetimiz kahvaltıda devam ederdi.

Aradan yıllar yıllar geçti, babam dede, ben de anne oldum. Oğlum Ahmet Amerika’da öğrenimini yaparken, ben hâlâ babamın kucağına oturma alışkanlığını sürdürürdüm. Bu tavrım karşısında, annem tepki gösterir, “Kızım, büyüdün, artık koca kadın oldun. Oturma...” uyarısı yapar, ben de anneciğime, “Babamın kucağı başka...” derdim. Tabii ilerleyen yaşımızda babamın kucağına oturunca, ağırlığımı vermemeye çalışırdım.

Babam, bu ikili sohbetimiz sırasında, “Kızım, seninle aldığımız falanca tesis var ya, şimdi şu durumda...” diye beni bilgilendirirdi. Bu arada babamın bir özelliğinden de bahsetmek istiyorum. Babam, konuşurken, göz temasına önem verirdi. Kim kendisini dikkatle dinliyorsa, onunla göz temasına geçer, söyleyeceklerini yüzüne bakarak anlatırdı. Ben de babamın bu tabiatını çok benimsedim.

“Annemi evde bulamayınca, çantamı fırlatırdım”

Ahsen Özokur, gençliğinde hep “özgür” olmuş. Şüphesiz bu, başıboş bir özgürlük değil. Annesinin ve babasının telkin ve tavsiyelerini dinlemiş, onların hayat tecrübelerinden istifade etmiş, ama kendisiyle ilgili kararları yine kendisi vermiş:

Babam bir gün evde istirahat ederken, “Kitaplarını al, yanıma gel” dedi. Kitapları alıp, babama verdim. Onların içinden bana bazı sorular sordu. Soruların bir kısmını bilemedim. Bunun üzerine, babamla aramızda şu konuşma geçti: “Bak yavrum, odan var, masan var, ışığın var. Niçin dersine çalışmıyorsun?”

Ben de, çok hazırcevap bir şekilde, “Babacığım, hepsi var da ondan...” dedim.

Babam, hiç kızmazdı. Güler, ama güldüğünü de bana belli etmemeye çalışırdı. Hani, “bıyık altından gülmek” derler ya, işte öyle bir şey...

Bazı günler amcamlara, akşam oturmasına gidilirken beni yanlarına almaz, “Bilmediğin konuları çalışacaksın” derlerdi. Tabii bu, annemle babamın beni, kibarca cezalandırma yöntemiydi.

Ortaokulu bitirirken, aile dostlarımız ve akrabalarımız, benim Arnavutköy’deki Amerikan Kız Koleji’ne gitmemi istedi. Şimdiki Robert Kolej...

O yıllarda, yabancı dil eğitimi veren bu tip okullara girmek çok kolaydı. Adeta bayıla bayıla öğrenci alıyorlardı. Beni bu okula yönlendirmek isteyenler, babama “Ne olur Sabri Bey, Ahsen’i Amerikan Kız Koleji’ne verin. Çok iyi İngilizcesi ve lisana karşı da kabiliyeti var; fevkalade başarılı olur” dediler. Babam, bu teklif sahiplerine, “Hı, hı...” cevabını verdi, ama baş başa kaldığımızda bana şunları söyledi:

“Bak yavrum, lise hayatı, öğrenimin en zor bölümüdür. Liseyi okuyup, üniversiteyi okumazsan, yazık olur. Okursan, iş güç sahibi olursun, ama iyi bir eş, iyi bir anne olamazsın. Çocuklarını iyi yetiştirme şansın da az olur. Okursun, doktor da olursun, ama mutlu bir evliliğin olmaz. Anneni de görüyorsun, diğer arkadaşlarını da... İyi bir eş, iyi bir anne olursan, bu, fıtratına da yaradılışına da daha uygun düşer.”

Babamın nasihatlerini dinlerken, “Peki, bir düşüneyim baba” dedim.

Yabancı özel okulların ilk bölümleri genellikle yatılıydı. Ancak, yatılı öğrenim, babamı çok etkilemiş olmalı ki, bizi asla yatılı vermek istemedi. Aslında ben bir ara yatılı öğrenim yapmayı da arzu ettim, ancak babamdan bu konuda izin çıkmadı. Çünkü babam, evlatlarını daima gözünün önünde görmek istedi. O kadar ki, beni amcamın evinde dahi yatıya bırakmadı.

Aslında, ortaöğrenim için devam ettiğim okul, iyi bir okuldu. Hocalarımız da, İngilizce derslerimiz de iyiydi. Ancak, babamı daima dinlemişimdir. Kendisi, o dönemde, bana, ailede meslek sahibi olmuş, ancak mutluluğu bir türlü bulamamış insanları da örnek göstermişti. Tabii bu arada, önümdeki en önemli örnek annemdi. Benim annem, hakikaten çok mutlu ve huzurlu bir eş, çok mutlu ve huzurlu bir anneydi. Dolayısıyla, annemin hayat tarzından fazlasıyla etkilenmiştim.

Gerçekten babamın anlattığı gibi, bazı okul arkadaşlarım çok mutluydu. Ancak; anneleri çalışan arkadaşlarım ise, genelde mutsuzdu. Oysa ben şanslıydım. Çünkü çok iyi bir annem vardı. Ayrıca, annemi devamlı evde buluyordum. Ama nadiren de olsa, bir komşuda olduğunu öğrenirsem, çantamı evin ortasına fırlatır atar, “Niye annem yok” diye bağırırdım.

Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne girmeyi ben de ciddi ciddi düşündüm. Ama babam, bu konuda gönülsüzdü, “Bakarız” diyerek geçiştirdi. O günlerde, bana şöyle bir nasihatte bulundu:

“Bak yavrum, gidilebilecek iki yol var; biri hani bizim gitmeye çalıştığımız yol, diğeri de diğer yol -İslami açıdan söylüyor bunu-... Bu yollardan birisini kendin seçmelisin, kendin karar vermelisin.”

Ben de zaten kendilerine, “Kararlarıma hiç karışmayın” derdim. Çünkü bana karışılmasına hiç alışık değilim. Karışmadılar da... Kararlarımı, özgürce verirdim.

Bu konuyla ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum. Bir gün annemle manto almak için alışverişe çıktık. Okulda giyilecek kışlık bir mantoya ihtiyacım vardı. Vakko’ya gittik. Bir modeli beğendim. Ama sadece iki rengi vardı; birisi kahverengi, diğeri de gri. İkisi de benim sevdiğim renkler değildi; bir üçüncü renk de yoktu. Karar veremeyince, anneme sordum, “Ben karışmam, giyecek olan sensin” dedi. Bunun üzerine ben de istemeye istemeye birini seçtim.

“Babam, her sabah okulun kapısına kadar götürürdü” 

Ahsen Özokur, çocukluk ve gençlik anılarında, uzun uzun babasıyla arkadaşlığını anlatıyor. Evet, yanlış okumadınız, baba-kız arkadaşlığı...

Sabri Bey, kızı Ahsen’in hem arkadaşı hem de dostuymuş. Dostça sohbetleri, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte başlar, onu, yol arkadaşlığı izlermiş.

Her sabah Selçuk Kız Meslek Lisesi’nin kapısındaki vedalaşma sahnesi ise, görülmeye değer bir manzaraymış:

Babamın, eğitim konusunda öğütte bulunduğu sırada, ilk defa meslek liseleri açıldı. Üç yıllıktı. Evimize en yakın meslek lisesi, Çapa’da, Millet Caddesi’ndeki Selçuk Kız Meslek Lisesi’ydi. Babam, “Kızım, o okula gitmeyi düşünür müsün?” dedi. Derslerine baktım, “Tamam” dedim. Sadece dikiş-nakış dersleri olsa canım sıkılacak, ama liselerdeki bilim dersleri de vardı.

Okulların açılacağı sırada babamla birlikte yurtdışındaydık. Babam, fabrika için yeni makine siparişi veriyordu. O yüzden derslere bir hafta geç başladım. Okula giderken de, babam bir hastaneden bana sağlık raporu almıştı.

Selçuk Kız Meslek Lisesi’nde öğrenime başladım. Sabahları beni okula babam götürürdü. Okulun yakınına gelince, birlikte arabadan iner, baba-kız el ele yolun karşısına geçerdik.

Yolun karşı tarafına geçebilmek için, önümüzde iki ayrı trafik lambası engeli vardı. Babam, vakit kaybetmemek için arabayı yolun kenarına park eder, sonra beni alır, trafik lambalarının bulunduğu bölgeden okulun kapısına getirirdi.

Diyebilirim ki, o gün bugün hayatımda hiç yalnız başıma cadde geçmemişimdir. Çünkü çocuk yaşta bu gibi yolları babamın koruması altında geçtim. Bu, bende, karşıdan karşıya yalnız geçmeme alışkanlığı oluşturdu.

Babamla karşı yola geçerken mutlaka ışıklara riayet ederdik. Yol boyunca babam elimden tutar, beni okula ulaştırır, merdivenlere gelince bırakırdı. Merdivenlerden okulun kapısına çıkar, sonra durur, yönümü değiştirip beni izlemekte olan babama el sallayarak binaya girerdim. Babam da huzur içinde işine giderdi.

Babamla okul yolculuğumuz hep aynı güzergâhta sürüp gitti. Yine bir gün, babam arabayı yolun kenarına park etti. Biz baba kız, trafik ışıklarından karşıya geçerken, bulvarın orta yerinde bulunan bir bayanla karşılaştık. Bayan, bizi durdurdu. Elinde, “İğneci Çantası”na benzeyen bir çanta vardı. Eskiden, evlerde iğne yapan kişiler olurdu. Ellerinde de özel bir çanta...

Yolda bizi durduran ve iğneci olduğunu çantasından tahmin ettiğimiz hanım, babama, “Affedersiniz beyefendi...” dedi. Babam da “Buyurun hanımefendi?” cevabını verdi. Hanım, bu defa babama, “Tek çocuğunuz mu?” şeklinde bir soru yöneltti. Babam da “Öyle sayılır...” karşılığını verdi. Hanımla selamlaştık ve ayrıldık. Demek ki, babamla bizim okula gidiş-gelişimiz, o hanımın da dikkatini çekmiş.

Kız Meslek Lisesi’nde öğrenim, öğleden sonra da devam ederdi. Akşamüzeri ise, beni babamın görevlendirdiği bir şoför alırdı. O şoförün, aileyle bir akrabalık bağı vardı. Onun için sadece bu şoför görevlendirilmişti. Babamın bu davranışı, beni hiç rahatsız etmezdi. Bir başka ifadeyle, bana güvensizlik gibi gelmezdi.

Babamla çok iyi iletişimimiz vardı. Onun için diyorum ki; ben, babamı sadece bir baba olarak düşünmüyorum. Kendisi, benim için bir dost ve bir arkadaştı. Bütün bunlara rağmen, diyebilirim ki, babamdan hiç harçlık almadım.

“Okuldan, Amerikan Pazarı’na gidince, babam kızdı”

Gençlik bu ya; Sabri Bey’in kızı Ahsen, bir gün, boş derste arkadaşlarına uyup, okulun yakınındaki Amerikan Pazarı’na gitmiş. Sabri Bey gelmiş, okul kapısında beklerken kızı Amerikan Pazarı’ndan dönüyormuş. Babanın psikolojisi bozulmuş.

Sonra... Bir çift güzel söz, hatayı kabullenme ve baba-kız kucaklaşması yüreklere su serpmiş. Bu olayın ayrıntılarını Ahsen Hanım’dan dinleyelim:

Bir gün, son dersimiz boş olduğu için okuldan erken çıkmıştık. Okulumuzun hemen yan tarafında “Amerikan Pazarı” denilen, özellikle yabancı menşeli ürünlerin satıldığı yerler vardı. Boş dersimizde, Amerikan Pazarı’na gittim. Öğretmenime hediye almak için dolaşmaya başladım. O gün beni almaya babam gelmiş. Pazarda işimi bitirdikten sonra, okulun önüne döndüm; babamın arabasını gördüm, ona doğru yönelerek arabaya bindim.

Baktım, babamın suratı asık... “Baba, bir şey mi oldu? Bir şey mi var? Birisi mi hasta?” diye sordum. “Hayır” deyince, “Ama baba, niçin yüzün asık?” diye sorma ihtiyacı hissettim. Bunun üzerine babam, “Sen nereden geliyorsun yavrum?” dedi. İşte, o anda meseleyi anladım ve şöyle karşılık verdim: “Baba, bana güvenmiyorsan, hiçbir şey konuşmuyorum, hiçbir şey anlatmıyorum...” Babam, her zamanki yumuşak ve ikna edici tavrıyla şunu söyledi: “Ahsen, zilin çalmadığı bir saatte, benim kızımın dışarda olmasını sen doğru buluyor musun?”

Babama cevabım şöyle oldu: “Doğru baba, haklısın. Bir öğretmene hediye alacaktım. Ders boş olduğu için, zilden önce çıktım. Bunu düşünemedim...”

Babamla karşılıklı birbirimizi bu şekilde sorguladıktan sonra, gülüştük ve sarıldık...

Babamla aramızda çok güzel bir arkadaşlık ve dostluk bağı vardı. Zaman zaman baba-kız birbirimize naz yapar, tavır koyar, ama mutlaka anlaşırdık.

“Bizim meslek lisesi, rahibe okuluna benziyordu”

Sabri Bey’in “özgür” kızı, okulda da lafını esirgemezmiş. Haksızlığa hiç tahammül edemez, yanlış anlaşıldığı an tavır koyarmış. Bir sabah vakti, kaprisli bir hoca, Ahsen Ülker’i tepeden tırnağa süzmüş, sonra hükmünü vermiş:

“Niçin makyajlısın?”

Şimdi de bu makyaj hikâyesini okuyalım:

İşte böyle bir kontrol sırasında, bayan İngilizce hocamız bana “Git, yüzünü yıka!” dedi. Hocanın bu çıkışı karşısında çok şaşırmıştım. “Hocam, ben yüzümü yıkayıp, geldim” cevabını verdim. Hoca ısrar ediyor, “Yüzünde makyaj var!” diyordu.

Yeterli uyku uyumadığım zaman, gözlerimin altı kararır. Sanıyorum bu karalıkları, hoca makyaj zannetmiş. İngilizce hocamız, ısrarını sürdürdü, ben de aynı şekilde savunmaya geçtim.

O yıllar, kız öğrencilerin makyaj yaptığı yıllar değildi. Buna rağmen, hoca hanım, halimi anlayamamış. Hoca, ses tonunu yükseltti, bağırmaya başladı; ben de direndim. Bunun üzerine hoca, “Seni derse almam!” uyarısında bulundu. Hocanın bu son tavrına karşılık, kendisine şu cevabı verdim: “Almayabilirsiniz. Şimdi babama haber verin, gelip beni alsın. Çünkü eve yalnız dönemem.” Nihayet, araya öteki hocalar girdi, İngilizce hocası sakinleşti. Ben de sınıfıma girdim.

Burada bir tespitimi açıklamak istiyorum. Hoca hanım, sözde İngilizce dersi veriyordu, ama yeterli yabancı dil bilgisine sahip değildi. Hocamızın bildiği İngilizce kadar ben de biliyordum, ama derslerde asla ukalalık yapmazdım.

“Okulda hocayla, komünizm tartışmasına giriştik”

Ahsen Ülker’in dedesi ve babası 1929 yılında Rusya’dan, Stalin zulmünden kaçmışlardı. O dönemde, kuzey komşumuz ülkede komünist rejim vardı. Aile, bu rejime karşı çok hassastı. İşte o hassasiyet, dededen, babadan toruna da geçmişti.

Bir gün okulda komünizm konusu açıldı. Öğrenci Ahsen, bu defa öğretmeniyle tartışmaya başladı:

Okulda, hocalarım bana, “Ülker” diye hitap ederdi. Ben de, ismimin Ülker değil, Ahsen olduğunu söylerdim. Ama ona rağmen, bu uyarımı kimse dikkate almazdı.

Bu anlattığım dönemde, ülkede anarşi ve terör gündemdeydi. Babamdan ve diğer aile büyüklerinden Kırım hatıralarını dinlemiş, komünizmin insanlara ne tür eziyetler yaşattığını öğrenmiştim. Bunu, arkadaşlarıma da anlatıyordum. O dönemde, ülkemizde, sol propaganda da çok yaygındı.

Komünizm konusundaki bilgilerimi arkadaşlarımla paylaştığım bir sırada, yanımıza hocalarımızdan biri geldi. Topluca sınıfa girdik. Hocamız, bana sert bir şekilde baktı ve “Otur yerine!” dedi. Ardından da, “Senin bütün söylediklerin yalan!” şeklinde bir çıkış yaptı. Hocadan beklemediğim bu tavır karşısında, “Efendim, ben hiç yalan söylemem. Bu anlattıklarımı, ilk ağızdan, büyükannemden, halamdan dinledim. Onlar, komünizmi yaşamışlar” cevabını vermek mecburiyetinde kaldım.

Gergin başlayan meslek lisesinin ilk yılında, birinci dönem tam dokuz zayıf getirdim. Karneyi aldıktan sonra, “Babacığım, buyur karneme bak. Spor Toto kuponu gibi bir karne” dedim. Babam baktı, “Gerçekten de öyle yavrum” cevabını verdi. Arkasından da, “Peki, bu iş nasıl oldu?” diye sordu. Ben de babama, derslerden niçin zayıf aldığımı hiç saklamadan, gizlemeden anlattım.

“Babamla, o sinema senin, bu tiyatro benim gezerdik”

Ahsen Özokur, öğrencilik yıllarında kırmızı paltoluydu. Baba-kız sokağa çıkınca, o kırmızı palto, hep Ahsen’in üzerinde olurdu. Zaten Sabri Bey, okul kapısında kızını beklerken, öğrenciler arasında kırmızı paltolu bir çocuğu görünce, yüreği pır pır ederdi. Çünkü kimselere emanet edemediği kızına kavuşmak üzereydi:

Aradan yıllar geçtikten sonra, kardeşim Murat’ın eşi Betül, babama bir test yapmış ve benim öğrencilik dönemimle ilgili en çok neyi hatırladığını sormuş, babam da, “Kırmızı paltolu Ahsen” cevabını vermişti.

Babam, beni yanından hiç ayırmazdı. Bu mümkün değildi. Mesela, hiçbir zaman arkadaşlarımla tiyatroya veya sinemaya göndermezdi. Dayımla dahi göndermezdi. Bu, dayıma güvenmediğinden değil; dayım, bana kendisi kadar dikkat etmez düşüncesinden... Ama bu tavrını o kadar güzel bir şekilde söylerdi ki... “Benim çok vaktim yok, kızımı benden ayırmayın, bunu benden esirgemeyin” derdi.

Babamla birlikte muhtelif fabrikaları gezerken de aynı tavır sergilenirdi. Gittiğimiz yerlerde, “Kızınızı biz gezdirelim, yanına bir bayan refakatçi koyalım” derlerdi. Babam da, teklif sahiplerine, “Kızım, benimle olmaktan büyük zevk alır” karşılığını verirdi.

Bizim öğrencilik yıllarımızda cumartesi günü de okula gidilirdi. Ama yarım gündü. İşte o günlerde benim, “cumartesi hastalığım” tutardı. “Evde benim canım sıkılıyor” deyince, annem “Ahsen, seni çarşıya götüreyim. Alışverişe gideriz, mağazaları gezeriz” teklifinde bulunurdu. Benim çarşıyla işim olmadığı için, annemin bu teklifine olumlu cevap vermezdim. Ama annem de, sinema ve benzeri yerlere gitmezdi.

Gidilecek yer konusunda ortak bir noktada buluşamayınca, annem bana, babamı aramamı önerirdi. Babamı arar, durumu kendisine yansıtırdım. Babam da “Yavrum, bak bu gece hangi sinemada ne film, hangi tiyatroda ne oyun var, onları öğren, birlikte gidelim” derdi. Ben de “Peki baba...” diyerek sevinir, gidilecek yeri belirlerdim. Babamla birlikte ya tiyatroya ya da sinemaya giderdik. Tabii kendisi yorgun geldiği için bir süre sonra yanımdaki koltukta uyumaya başlardı. Zaman zaman kıpırdadığım an, babam uyanır, “Ne güzel değil mi yavrum...” diyerek uyumadığını kanıtlamak isterdi.

Şimdi nasıl kıyayım ben bu babaya?.. Hakikaten çok severdim babamı. Sevilmeyecek insan değildi ki... O kadar kendinden veren, fedakârlık eden bir kişi ki...

Babamla annem arasındaki münasebetlere gelince... Fevkalade... Müthiş... Yani bilmiyorum, babam gibi erkek hiç görmedim çevremde diyebilirim. Evet, evet, şimdiki devirde hiç yok gibi...

Örnek vermek gerekirse; arabaya binerken, annemi ve bizleri bindirdikten sonra kendisi binerdi. Daha bir kere, bunun aksi olmamıştı. Önce bütün çocuklar biner, sonra annem, ondan sonra babam... Şoför de olsa, bu böyledir.

Denizi çok severdim. Onun için senelerce yalıda oturduk. Fakat ben büyüyünce, annem yalıda oturmaktan korktu. Çünkü söz dinlemeyeceğimden ve denize gireceğimden endişe ettiler. Bu nedenle babam beni hafta sonlarında alır, kilometrelerce uzakta denize götürürdü. Hani, örtülü filan değilim; ama daha mazbut bir yerden denize girmemi isterdi. Bazen tekneyle çıkar, motor tutar, bir şekilde benim denize girmemi sağlardı.

“Babam, bizlerle oynar, adeta tepesinde gezdirirdi”

Sabri Ülker, çocukla çocuk, büyükle büyük oluyordu. Sevgili kızı Ahsen’le ise, adeta ruh ikizi gibiydi. Aslında, erkek çocuklarını da çok sever, hepsini şımartır, tepesine çıkarırdı. Çocukları, Sabri Ülker’in sevgi pınarıydı:

Babam, insanlara karşı daima çok nazikti. Çok fazla dostu yoktu, ama bu, belki işten dolayı öyleydi. Akrabalık ilişkilerine ise, çok önem verirdi. Her şeye rağmen ben, babamı eşsiz bir insan olarak görüyorum.

Okul arkadaşlarım, babamı çok sert ve otoriter bir kişi zannediyorlardı. Hatta “Ne kadar sert, ciddi baban var” derlerdi. Dış görünüşü öyleydi, ama iş hayatında ve evde hiç öyle değildi. Bizimle oynar, adeta tepesinde gezdirirdi.

Babam, bizleri büyütürken işiyle çok fazla meşguldü. Aynı şekilde, torunlarına da ayıracak vakti olmadı. Sadece pazar günleri ailece toplanır, evde otururduk. O toplantılar bazen erkek erkeğe olurdu. Ama ben, o toplantılara da arada bir katılır, kendilerini dinlerdim. Annem ise dinlemezdi.

Ben, babamın kızıydım. Bir başka ifadeyle, Şakire Hanım’ın torunu... Annem, kızınca, şakayla karışık, “Sen, kayınvalidemin torunusun” derdi.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; Sabri Bey, anlatmakla bitmez.

Babamın kızı olmak, çok güzel bir duygu... Bunu biliyorum sadece... Yani, Sabri Ülker’in değil, babamın kızı olmak...

“Ali kardeşimin adını, oğlumda yaşatıyorum”

Ahsen Özokur, çocukluğunu ve gençliğini huzurlu bir aile yuvasında özgürce ve gönlünce yaşadı. Genç yaşta anne olurken, iki mutluluğu aynı anda tattı. Çünkü sevgili oğluyla birlikte, kardeşinin ismine de kavuşuyordu:

“Bir oğlum olursa, adını Ali koyacağım” demiştim. Oldu. Kardeşimin adını, oğlumda yaşatıyorum.

Babacığım, çok duygusal bir insandı. Oğlumun doğumundan önce koyacağım isim konusunda niyetimi kendisine söylememiştim. Doğumdan sonra, “Babacığım, eğer sana zor gelmezse, oğlumun adını Ali koymak istiyorum. Ne dersin?” dedim. “Çok sevinirim, onun yerine de severim” cevabını aldım.

Oğluma, “Ali” adını verdik. Fakat babamın nezdinde belki bir sene bebeğin hiç adı yoktu. Hep, “bebek”, “oğlan” derdi. Bir yaşından sonra, “Ali” demeye başladı. Hem annemin hem de babamın Ali’ye özel bir düşkünlükleri vardı.

Güzide Ülker, oğlu Murat ve torunu Ali’yle birlikte.

Tabii kardeşim Ali’nin ölüm olayı, hayatımızda pek çok değişikliğe yol açtı. Ali’nin vefatından önce babam, her gün işten gelince üstünü değiştirir, hemen pikabımıza güzel bir plak koyardı. Bir yandan birlikte yemeğimizi yer, bir yandan da güzel müzik dinlerdik.

Babam, günün yorgunluğunu bir anda unutur, bizlerle sohbete dalardı. Yemek sonrası da eline bir tabak meyve alır, onları soyduktan sonra bize verirdi. Bu sahne, bizim ailede bir ritüeldi. Hiç değişmedi.

Daha sonra ben de yemeğin üzerine meyve soyup, eşime ve çocuklarıma ikram etmeye başladım.

Bütün bu sahneler, ailece hep birlikte olabilmenin mutluluğunu gösteriyordu.

Tarih 31 Ocak 1972. 1969 yılının 12 Ocak günü dünyaya gelen torun
Ali Ülker, kendisinden on yaş büyük olan dayısı Murat Ülker’le
birlikte Vaniköy’deki yalılarında..

Ahsen Ülker, genç kızlığını yaşarken, kardeşlerine ve akraba çocuklarına ablalık yapıyor, onları oyun ortamlarında daima gözetip yönlendiriyordu.

48.Eşref Saati, Şevket Rado, s. 51-55, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1966.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye