Murat Ülker: “Anadolu esnafı, ‘Ülker’ markasını, bize ‘soyadı’ olarak yakıştırmış.”

Kırımlı Devletler Ailesi, 1934 yılında “Berksan” soyadını almıştı. Asım ve Sabri Berksan kardeşler, 1944 yılında “Ülker” markası altında bisküvi üretmeye başladı. Ürünlerinin markası, zamanla soyadlarının önüne geçti. Bunun üzerine aile, soyadını “Ülker” olarak değiştirdi.

Aileler, çocuk sahibi olma heyecanı yaşarken, ona doğumundan önce isim bulma hazırlıklarına da girişir. Müslüman toplumlarda, yeni doğmuş çocuğun kulağına, ailenin yaşça en kıdemli erkeği dualarla birlikte adını da okur. Bu ad, aynı zamanda dedenin başucunda bulunan Kur’an-ı Kerim’in son sayfasındaki boş bir yaprağa da yazılır.

İsmin ticari hayattaki karşılıklarından biri de “marka”dır. Marka da, aynen insanlar gibi, firmaların veya ürünlerin doğumu sırasında konulur.

Türk iş âleminde strateji, pazarlama ve marka alanlarında danışmanlık yapan Temel Aksoy, “marka”nın önemi ve değerini şöyle anlatıyor:

Bir “marka”ya isim belirlemenin, bir çocuğa isim koymaktan farksız olduğunu düşünüyorum. Eğer isim, markayı iyi taşıyamazsa, markanın başarısına engel olabilir; kötü bir isim, kötü bir algıyı da beraberinde getirir

Doğru konulmuş bir marka ismi, markaya rekabet avantajı sağlar. Sadece iyi bir isimle “marka” olunamayacağı açıktır; ama başarılı bir isim, markaya güç katar, zaman ve para tasarrufu sağlar.

Ticari hayatta bir firmanın “marka değeri”, çoğu zaman sermayesini dahi gölgede bırakıyor. Ülkemizin yanı sıra, küresel pazarlarda “marka”lar belirlenirken, şahıs firmalarında, hatta şirketlerde yaygın olarak işyeri sahiplerinin adları ile soyadları da kullanılabiliyor.

    

1944 yılında üretimine başlanan Ülker bisküvileri için 1953 yılında yoğun bir gazete reklam kampanyası yapılmıştı.

Hikâyemizin kahramanı Kırımlı Devletler Ailesi ise, bu alanda ezber bozan farklı bir tercihe yönelmiş, ürünlerinin markası olan “Ülker”i, bir süre sonra soyadları yapmış. Berksan kardeşlerin yöneldikleri tercihi araştırınca, adeta “mahalle baskısı”na benzer diyebileceğimiz bir durumla karşılaşıyoruz. Kısacası, “Ülker” markasının, aynı zamanda “ailenin soyadı” haline dönüşmesi, Anadolu esnafının algılaması ve onun da ötesinde kullanmasıyla oluşuyor.

PTT dağıtıcıları, “Ülker” soyadlı iki kardeşi bulamıyorlar.

Ülker bisküvilerinin üretimi başladıktan sonra, ürünler, Asım Berksan tarafından Anadolu’nun dört bir yanına pazarlanmaya başlandı. Bu kampanya, kısa sürede başarıya ulaşacaktı.

Anadolu esnafı, savaş sonrası İstanbul’dan gelen o nefis ağız tadı veren ürünün adını da ezberlemekte güçlük çekmedi. Artık Ülker, evlere girdi, sipariş talepleri de, her geçen gün arttı.

1940’lı yıllardan itibaren Vehbi Koç’un firması da isim yapmaya başlamış, bundan esinlenen Anadolu esnafı, “Ülker” markasının da, bisküvi üreticilerinin soyadından kaynaklandığını düşünmüş olacak ki, Asım ve Sabri Berksan kardeşlere gönderdikleri mektupların çoğunda “Berksan” yerine “Ülker” soyadını kullanıyorlardı.

Berksan’lara gönderilen bu sipariş mektuplarını taşıyan Büyük Postane dağıtıcıları, zarfların üzerindeki isimleri bir türlü bulamıyordu. Aslında dağıtıcılar, bölgedeki tüm esnafı ismen ve şahsen tanıyordu. Ancak, Sirkeci ve Eminönü semtlerinde ikamet eden veya işyeri olan “Ülker” soyadlı kimseler yoktu.

Berksan kardeşlere Anadolu’dan gelen mektupların çoğu, bir süre sonra, zarfın üzerindeki “Sahibi bulunamamıştır” notuyla PTT tarafından göndericiye iade ediliyor, Anadolu esnafı da bu durum karşısında önce şaşırıyor, daha sonra da Ülker firmasına telefonla veya telgrafla ulaşarak, “Size gönderdiğimiz mektuplar, iade ediliyor. Yoksa, adresiniz mi değişti?” diye soruyordu.

Mektup kargaşasının artarak devam etmesi üzerine, iki kardeş, “Berksan” olan soyadlarını, “Ülker” şeklinde değiştirmeye karar verdiler. Artık bundan sonra, bir zamanlar Sabri Berksan için hapis kararı çıkaran devre arkadaşı, eski askeri hâkim Hayim Kohen’e iş düşüyordu. Çünkü Kohen, hem Berksan kardeşlerin, hem de şirketlerinin umumi vekiliydi.

Avukat Hayim Kohen, ailenin soyadı tashihi için İstanbul Hukuk Mahkemesi’ne dava açtı; hâkim de, 26 Ağustos 1954 tarihinde “Berksan” soyadının “Ülker” olarak değiştirilmesine karar verdi. Ardından da, söz konusu mahkeme kararı, Eminönü Nüfus Memurluğu’na tebliğ edildi.

Aile, yeni soyadını aldıktan sonra, sıra, firmalarının isim değişikliğine geldi. Hayim Kohen’in hukuk bürosu, o konuda da devreye girdi, “Asım Berksan, Sabri Berksan ve Ortakları” şirketinin adı da, “Asım Ülker, Sabri Ülker ve Ortakları Kolektif Şirketi” olarak değiştirilip Ticaret Sicili’ne tescil ettirildi.

Murat Ülker: “Yabancılar babama ‘Mr. Ülker’ diyormuş.”

Murat Ülker de, soyadlarının zaman içinde geçirdiği değişimi anlatırken, şu bilgileri veriyor:

Ailemiz, Kırım’da “Devletler Sülalesi” diye anılıyor. “Devlet”, Dedemiz Hacı İslam Efendi’nin aile lakabı; buna soyadı da diyebilirsiniz. Yani, Kanuni’nin “Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” özdeyişinde yer alan “devlet” anlamında...

1929’da Kırım’dan göç eden ailemizin Türkiye’de yeni Soyadı Kanunu’yla birlikte bir soyadı almaları gerekmiş. Dedemin adı İslam. Kırım’daki aile lakabını alırsa, bu defa “İslam Devlet” olacak. Ondan vazgeçmiş. Tekrar düşünmüşler, taşınmışlar, “Berksan” soyadında karar kılmışlar.

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, bilindiği gibi amcam ile babam bir bisküvi imalathanesi satın almışlar. İmalathanenin adı “Üçyıldız Bisküvileri” imiş. Bu işyerini satan kişi, son anda markasını vermekten vazgeçince, “Ülker” ismini bulmuşlar.

“Ülker Bisküvileri” piyasaya çıktıktan bir süre sonra, müşterilerden firmaya sipariş mektupları gelmeye başlamış. Zarfların üzerinde de, “Asım Ülker” veya “Sabri Ülker” isimleri yer alıyormuş. Yani, müşterilerimiz, markamızı, soyadı zannetmişler. Babamdan işitmiştim; görüştüğü yabancılar da kendisine “Mr. Ülker” diye hitap ediyorlarmış. Aile büyüklerimiz, bu gelişmeler üzerine düşünmüş, taşınmış, “Soyadımızı, herkesin bildiği, kendiliğinden oluşan ‘Ülker’ ismine çevirelim” demişler.

Zaten “Berksan”, bizim ismimiz değil. Dedemin mezar taşında sadece “İslam Efendi” diye yazıyor. Amcam ile babamın mezar taşında da “Asım Ülker” ve “Sabri Ülker” isimleri yer alıyor.

Ülker kardeşler, ilk fabrikalarını 1957’de kuruyor...

Türkiye, 1946’da çok partili siyasi hayata geçmiş, 14 Mayıs 1950’de de Demokrat Parti iktidar olmuştu. Savaş yılları çok gerilerde kalmış, bu arada yeni iktidarla birlikte Ülker mamulleri de milli gıdalarımız arasına girmişti. Uzun yıllardan beri Eminönü ve Sirkeci’de faaliyet gösteren imalathaneler, zamanla Anadolu’dan gelen yoğun taleplere cevap veremez oldu. Artık, imalathaneden fabrikaya geçiş zamanı da gelmişti.

Ülker kardeşler, 1957 yılında, Topkapı’daki Takkeci İbrahim Ağa Camii’nin yanında bulunan iki hisseli bir arsayı satın alarak, Ülker’in ilk fabrikasını inşa etmeye başladılar. Bu arsanın bulunduğu yer, o dönemin altyapı imkânları bakımından çok avantajlıydı. Çünkü hemen yanı başında trafo vardı. Ancak, çevrede su yoktu. Halen, Mithat Paşa otobüs durağının bulunduğu bu alan, bir çiftliğin parçasıydı. Çiftlik de Mithat Paşa’ya aitmiş. Paşa’nın aynı çiftlik alanında bir evi de bulunuyordu.

Ülker’in ilk fabrikasının bulunduğu alan, Sağmalcılar köyüne çok yakındı. Bölge, “Taşlı tarla” diye de anılırdı. Ülker Fabrikası, o yıllarda hayvancılık yapan Taşlı tarlalı komşularından süt alımı yapardı. Pötibör bisküvilerinin üretiminde kullanılan taze süt, ürüne ayrı bir lezzet katardı. Ülker, günümüz pötibör üretiminde de taze süt kullanım geleneğini sürdürüyor.

Fabrika kurmak için paraya ihtiyaç vardı. Oysa, Ülkerlerin yeterli birikimleri yoktu. O yıllarda, Cağaloğlu’nda “Emniyet Sandığı” isimli bir finans kuruluşu bulunuyordu. Bu kuruluş, mal ve eşya ipoteğiyle kredi veriyordu. Ülker kardeşler, Emniyet Sandığı’ndan 100’er bin lira kredi çektiler. Bu arada, eşten dosttan da 400 bin liraya yakın borç para alarak, fabrika işine giriştiler.

Ülker Fabrikası’nın kurulmakta olduğu alan, “Londra Asfaltı” diye adlandırılan tarihi yolun hemen yanı başındaydı. Söz konusu yol, 1950’li yıllarda Demokrat Parti iktidarı döneminde açılmış, Başbakan rahmetli Adnan Menderes, bu yolla birlikte Bakırköy Sahil Yolu ile Vatan ve Millet caddelerinin açılması için çok büyük çaba harcamıştı.

Menderes’in adeta şantiye şefi gibi yapımına nezaret ettiği Londra Asfaltı’nın adı, zamanla “E-5” olarak değiştirilecek ve uluslararası karayolları ağına dahil edilecekti.

Selçuk Berksan: “Amcam, Almanların hatasını buldu.”

Ülker Fabrikası’nın inşaatı üç yıl sürdü. Bu arada Almanya’dan “Terner Pfleiderer” (ƬP) marka bir makine ile tavalı bir fırın ithal edildi. Eski teknolojide tavalar, duvar içindeki fırınlara konuluyor, mamuller de orada pişiriliyordu. Yeni sistemde ise, bu işler otomatik makinelerle yapılacaktı. Tavalar da “zincirli fırın” diye adlandırılan bir fırına sürülüyordu.

Selçuk Berksan, ilk Ülker fabrikasının kuruluşu sırasında, delikanlılık çağının başındaydı. Okul tatillerinde sürekli fabrika alanına gider, çalışmaları yakından izlerdi. Berksan, o günlerde yaşananları günümüze taşırken şunları anlatıyor:

Almanya’dan ithal edilen fırının montajını bir yabancı montör yapıyordu. Babamların ortağı Mösyö Vitali de montöre Fransızca tercümanlık görevini üstlenmişti.

Amcam Sabri Bey, Topkapı’daki yeni fabrikada montörle birlikte çalışıyor, sistemin bütün püf noktalarını öğreniyordu. Bu arada amcam, montörün elindeki teknik planları “İleride bir gün lazım olur” düşüncesiyle alıp saklıyordu.

Halen Almanya’nın en maruf makine firmalarından birinin ürünü olan “ƬP” markalı fırının montajı sırasında, yabancı montör ve amcamla birlikte Onnik adında bir de Ermeni usta çalışıyordu. Bu usta, sac ve demir işi yapıyordu.

Uzun bir uğraştan sonra, Almanya’dan ithal edilen fırın kuruldu, çalışmaya başladı. Ancak, kısa bir süre sonra fırının “yanma hücresi”nde erime meydana geldi. Aslında, o günün şartlarında fırının içindeki “refrakter” ateşe dayanıklı malzemenin altı ay dayanması gerekirdi. Montajı yapan yabancı montör de karşılaşılan duruma bir çözüm bulamıyordu. Fırın çalıştırılıyor, ama içindeki malzeme devamlı eriyordu.

Almanya’ya mektup yazıldı, oradan cevap geldi. Ancak işin sırrı çözülemedi. Bir süre sonra amcam, meseleyi keşfetti. Almanlar, Türkiye’deki elektriğin frekansını fizikte, sıklıkla “60” olarak biliyorlarmış. Halbuki, Türkiye’de frekans “50” idi. ABD’de ise frekans 60’tır. Volt 220 elektromotor gücün veya gerilimin birimi, fakat frekans 60 olarak bilindiği için, ona göre malzeme kullanılmış. Fırının içinde havayı sirküle eden fan, daha az hava çekiyor ve dolayısıyla fırının içindeki malzemeler hemen yanıyormuş. Amcamın işi fark etmesiyle birlikte, sistem Türkiye’nin elektrik frekansına göre ayarlandı, problem de çözüldü.

“Fabrika kurulmuştu, ama içinde telefonu yoktu.”

Ülker’in, Topkapı Surdışı’ndaki ilk fabrikası faaliyete geçtikten sonra, şirket bünyesinde yeni atılımlara da girişildi. Artık Ülker ürünleri nakliye ambarlarıyla değil, kendi kamyonlarıyla Anadolu’ya taşınacaktı.

Bu arada, Sirkeci ve Eminönü tesislerine de veda ediliyordu. İmalathaneden fabrikaya geçişin hikâyesini, yine Selçuk Berksan’dan dinleyelim:

Almanya’dan montör gelmişti, ama işin mühendisi amcamdı. Gençlik yıllarında mühendis olma hayalini gerçekleştiremeyen amcam, fiilen mühendislik yapıyordu. Gecesi gündüzüne karışmıştı. İstanbul şehri, bugünkü gibi Surdışı’na yayılmamış olduğu için, fabrika alanı gözlerden ırak bir yerdeydi.

O yıllarda telefon sahibi olabilmek de bir dertti. Nasıl olduysa, hem bizim eve hem de amcamların evine telefon çekilmişti. Ama koskoca fabrikanın telefonu yoktu.

Hiç unutmuyorum, bir gece vakti, Güzide Yenge babamı telefonla arayarak, “Asım Ağabey, Sabri gelmedi, çok merak ediyorum” demişti.

Sabri Ülker’in ağabeyi Asım Ülker, oğulları Selçuk (sağda) ve Faruk Berksan’la birlikte...

O yıllarda, evler için lüks, ama fabrika için zaruri olan telefon, çoğu bölgeye henüz ulaşmamıştı. Topkapı Surdışı’nda da yoktu. Fabrikanın telefonu olmadığı için, babam, yengemin merakını gidermek için gece vakti yollara düştü. Aksaray’dan Topkapı’ya tramvayla gitmiş. Oradan, fabrika sahasına ulaşmış. Bakmış ki, amcam makinelerle uğraşıyor, “Sabri, seni evden merak ediyorlar” demiş. Amcam ise, yoğun iş şartlarının stresi altında, “Ederlerse etsinler...” cevabını vermiş.

Babam, aynı yoldan eve dönmüş ve amcamın sağlık içinde olduğunu, fabrikada çalıştığını Güzide Yenge’ye aktarmış.

Evet, Topkapı, 60’lı yıllarda İstanbul’un kenarında bir semtti. O yöredeki Çırpıcı Çayırı’na İstanbullular güzel havalarda piknik yapmaya giderdi. Ülker Fabrikası’nın biraz ilerisinde General Electric Fabrikası, onun hemen yanı başında da bir büyük çayırlık alan vardı. O çayırda, yağlı güreş müsabakaları düzenlenirdi.

Ülker’in Topkapı’daki ilk fabrikası kuruldu. Tahtakale’deki imalathane, bu yeni fabrika alanına taşındı. Bunun yanı sıra, Sirkeci’deki mağaza da kapatıldı. Şirketin idare merkezi ise, Tahtakale Caddesi Küçük Attar Han’da faaliyete geçti.

İş büyümüştü. Artık üretim, koskoca fabrikada yapılıyordu. Mal sevkıyatı için yeni bir organizasyona ihtiyaç vardı. İşte bu amaçla ilk defa bir kamyon alındı.

Tabii o zamanki kamyonlar, büyüklük olarak bugünün kamyonetlerine eşdeğerdi. Ülker mamulleri, nakliye ambarlarıyla değil, bu yeni kamyonla Anadolu’daki bayilere ulaştırılacak, dönüşte de boş bisküvi tenekeleri toplanıp, İstanbul’a getirilecekti.

“Teneke kutular; ayakla kesilir, elle bükülürdü.”

Ülker ürünleri, 1940’lı yılların ikinci yarısında Anadolu’nun en ücra köşesine kadar ulaştı. Kentlilerin yanı sıra, köylüler de Ülker pötibörlerin yaydığı damak tadından fazlasıyla etkilendi.

Bisküviler, nefisti. Ancak, o nefaseti, hem güven hem de zarafetle taşıyacak ambalaja da ihtiyaç vardı. Türk insanı, o yıllarda Avrupa’da yaygınlaşmış olan şık ambalajlarla henüz tanışmamıştı. Hatta o kadar ki, 1930’lu ve 40’lı yıllarda, kesekâğıtlarının içine yerleştirilip, bakkal terazisinde tartılan ve “dökme” diye tanımlanan bisküviler kiloyla satılırdı.

Zamanla, her şeyin iyisi ve güzeli aranır oldu. Bu arayış, bisküvi ambalajlarına da yansıdı. Bisküvi üreticileri, bu nefis ürünlerin dış etkilerden korunabilmesi, aynı zamanda tüketicinin ilgisini çekmesi için özel ambalajlara yönelerek, çok pahalı ve emek yoğun bir malzeme seçti. O malzeme, ithal malı tenekeydi.

Bisküviler ithal malı tenekelerden imal edilen kutulara yerleştirilirken, ülkede döviz darboğazı çekiliyor, yurtdışından yeni makineler getirebilmek için başkent Ankara’da çalınmadık kapı bırakılmıyordu. Bütün bu sıkıntılara rağmen, Ülker bisküvileri, “pencereli” kutuların içinde tüketicilere ulaşıyor, bu ürünlerin tadını keşfedenler, onu bırakmak istemiyordu.

Bakkal dükkânlarını süsleyen bu pencereli bisküvi kutularının hikâyesini de, ayrıntılı bir şekilde yine Selçuk Berksan anlatıyor:

Bisküvilerin konulduğu teneke kutular için fabrika sahasında büyük bir teneke atölyesi yapılmıştı. Bu atölyede bir yandan yeni kutu imal ediliyor, bir yandan da bayilerden gelen boş tenekelerin tamiratıyla uğraşılıyordu.

Teneke kutu tamiri, çok önemli bir işti. Çünkü o dönemin tek ambalajı, teneke kutulardı. Tabii o yıllarda karton koli filan yoktu. Teneke kutular imal edildikten sonra, altına da el presi ile “dara”sı boş kutunun ağırlığı yazılırdı.

Aynı parti tenekeden yapılan kutular, ağırlık olarak eşdeğerdi. Çocukluğumda gider, teneke atölyesinde oynardım. O günleri hatırlıyorum, bu kutuların boş ağırlığı 650 gram civarındaydı.

Teneke, ithal malıydı. Bu kutular için şablon yapılmıştı. Şablonlar, teneke levhanın üzerine konulur, o da ayak presiyle kesilirdi. Yani, ayakla kesilen tenekeler elle bükülür, kenarına demir çevrilir, kapağına da cam yerleştirilirdi. Bu, başlı başına bir işti.

Teneke ve cam kapağın altına yerleştirilmiş bisküvilerin, o dönemin satış pazarlamasında çok önemli bir yeri vardı. Bayilere mal verilirken, cam kapaklı tenekenin fiyatı da ilave edilirdi.

Bisküviler, Alman malı fırınlardan çıktıktan sonra, raflı arabalarda soğutulur, ardından da kız işçiler tarafından teneke kutulara yerleştirilirdi. Bu işleri yapan kızlar, çok eğitimliydi. Soğutulmuş tavayı önüne çeken bir işçi, önce elindeki demirle tavaya vurur, metale yapışmış olan bisküvileri zıplatır, ardından da onları hızlı bir şekilde toplayarak, tenekelere yerleştirirdi. Tüm bu işlemler sırasında, maharetli kızların el ve parmak hareketlerini takip etmekte güçlük çekilirdi.

Bisküvilerin teneke kutulara yerleştirilmesi sırasında bir de ürünün teneke ile temasını kesmek için yağlı kâğıtlar kullanılırdı. Ürünlerin yerleştirilmesi tamamlandıktan sonra, üç-dört örnek bisküvi ayrı bir kâğıt arasında, kutunun en üstüne yerleştirilirdi.

Demek ki, paketleme işini genç kızlar yapar, etiketleme işi de erkeklere düşerdi. Bundan sonra sıra, tartma işine gelirdi. Bisküvi kutularını tartmak için çift kefeli, ağırlıklı teraziler kullanılırdı. Tartma işinde çalışacak elemanların asgari lise mezunu olması şartı aranırdı. Amcam Sabri Bey, bir yandan makinelerle uğraşır, bir yandan da etiketleme sistemini kurma gayreti içinde olurdu. Bütün bu işler yapılırken, hızlı üretim amaçlanırdı.

“Sabri Amcam, Alman malı fırının bir benzerini yaptı.”

Ülker, Surdışı’na çıktıktan sonra, kelimenin tam anlamıyla atılım üstüne atılım yapmaya başladı. Asım Ülker, baştan beri Ülker’in vatan sathında pazarlamasıyla, Sabri Ülker ise üretimiyle meşguldü.

Büyümede hız kesmemek için bir yandan kısıtlı imkânlarla Avrupa ülkelerinden makineler ithal edilirken, bir yandan da diplomasız mühendis Sabri Ülker tarafından o makinelerin bir benze ri yerli olarak imal ediliyordu. Ancak, o imalatın içine “cinler ve şeytanlar”ın karıştığını zannedenler de vardı.

Selçuk Ülker, o sahneleri de izledi. Şimdi yine, Selçuk Ülker’in anılarına dönelim:

Ülker’in yeni fabrikasında ürünlerin sevkıyatı için alınan ilk kamyonu bugün gibi hatırlıyorum. Markası Ford idi, ama “Ford Rur” diye yazıyordu. Babam, şoförle birlikte kamyona biner, sefere çıkardı. Böyle bir sefere ben de katılmıştım.

Sabah kamyon yüklendi, öğlene doğru yola çıktık. Akşam saatlerinde Bolu Dağı’nın tepesindeydik. O yıllarda, Ankara-İstanbul karayolu, daracıktı. Dağlık alanda iki kamyon karşılaşırsa, yan yana geçmeleri mümkün değildi. Onun için kamyonların karşılaşma anında, biri bekler, diğeri de manevrayla geçerdi.

Bu anlattığım yıllarda, “Arı”, “Besler”, “Lüks İdeal” ve “Haylayf” markalı ürünler, Ülker’in rakibiydi. Bu arada bir de yabancı bir marka vardı. Arı ve Besler dışındaki ürünlerin sahipleri ise, gayrimüslim kişilerdi.

Fabrikaya Alman malı fırının kurulmasıyla birlikte, Ülker büyük atılım yaptı. Bir anda büyüdü. Ardından da amcam, bir baş- ka teşebbüse geçti. Almanya’dan ithal edilen fırının aynısını bir Ermeni usta ve yanlarındaki iki çırakla birlikte imal etti.

Hatırlıyorum; fırında kullanılan zincirin perçinlerini elle döverek yaptılar. Ermeni usta, o günlerde “Gece rüyamda bile zincir görüyorum” diyordu. Usta, işi bitirdikten sonra ortaya çıkan eseri, “Evladiyelik” diye niteledi.

Amcamların yaptığı fırın, bir kopyaydı. Orijinali daha önceden kurulmuş, çalışıyordu. Yeni fırını yaparken, orijinali parça parça söküp incelemedikleri için, deneme-yanılma yöntemiyle hareket ediyorlardı.

Fırın bitmiş, çalışmaya başlamıştı. Bir de ne görsünler; fırın durduğu yerde hareket ediyor. Ermeni usta da, “Cinler şeytanlar geldi” diyerek, haç çıkarmaya başlamıştı. Meseleyi yine amcam çözdü. Meğer, fırın imal edilirken, genleşme hesaplanmamış. Sonra düzeltildi. Ama bütün bunlar zaman aldı.

İşte bu fırınların sayısı, bir süre sonra 6’ya çıktı. Kapasite ise, fırın sayısından daha fazla arttı. Çünkü yeni imal edilen fırınların kapasitesi yüksekti. Amcamın, Ülker bünyesinde kurmuş bulunduğu mühendislik, paketleme ve teneke kutu sistemi, hep devam etti...

“Alman makinelerin dilini öğrenmek zorunda kaldım.”

Yeğen Selçuk Berksan, 60’lı yılların başında İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi öğrencisiydi. Bir yandan öğrenimini sürdürürken, bir yandan da amcası Sabri Bey’in asistanlığını yapıyordu.

Amca-yeğen, birlikte Almanya’ya gidiyor, o fuar senin bu fuar benim diyerek, bisküvi makinesi arıyordu. Sabri Bey, adeta doğuştan mühendisti. Selçuk Berksan ise, bu işin okulundaydı.

İş hayatı, Selçuk Berksan’a ikinci bir okul kapısı daha açacaktı. Bu okul, sınırların ötesinde, hatta Avrupa’nın orta yerindeydi.

Bakalım, Selçuk Berksan, niçin o okula gitmiş:

Ülker Grubu’nun 1960’lı yıllarda atılımları devam edecekti. 50’li yıllarda olduğu gibi, bu dönemde de ülke, döviz darboğazı yaşanıyordu. Hatırladığım kadarıyla 1961 veya 1962 yılında fabrikaya 250 bin dolarlık ithal makine getirmek için döviz tahsisi alınmıştı.

Bu işleri takip etmek amacıyla Kadri Karaca isminde, yabancı dil bilen, emekli bir kurmay subay da kadroya alındı. Amcam, Kadri Bey’le birlikte Almanya’nın Düsseldorf kentindeki Interpak Fuarı’na gitti. 250 bin dolarlık makine alabilmek için arayışa geçti. “Bu döviz tahsisiyle ne kadar makine alabiliriz?” diye araştırmalara başladı.

Amcamlarım makine arayışı, Almanya’nın yanı sıra İngiltere’de de sürdü. O yıllarda, İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim. Hiç unutmuyorum, bir gün amcam bana Avrupa’daki makinelerle ilgili tespitlerini anlattı, ardından da, “Selçuk, biz bu makineleri Türkiye’de yapabilir miyiz?” dedi. Ben de, kendisine, “Bir kısmını getirebilirsek, bir kısmını da yaparız” cevabını verdim.

Artık, karar aşamasına gelinmişti. Almanya’daki Hecrona firmasına biri büyük, biri küçük, iki fırın siparişi verildi. Bunlardan küçük olanı çelik bantlı, büyüğü ise tel bantlıydı. Amcam, mühendis kafasını çalıştırarak alımları yaptı. Bu alışverişi yaparken de Almanya’daki fabrikaları köşe bucak gezdi. Bu, aynı zamanda bir inceleme gezisiydi.

Amcam, fırınları alırken bir şart koşmuş. “Ben bir elemanımı göndereceğim, eğiteceksiniz” demiş. Onlar da kabul etmişler. Bu görev bana düştü. Almanya’ya gittim. Eğitime başladım. İngilizce biliyordum ama Almancadan bihaberdim. Goethe Enstitüsü’ne yazıldım, kısa zamanda çat pat Almanca öğrendim. Bu arada Alman teknisyenlerle çok iyi dostluk ilişkisi kurdum. İşi öğrendim, Türkiye’ye döndüm.

Amcam, bu alışverişin yanı sıra yine aynı fuardan iki adet ambalaj makinesi aldı. Bunlar, Türkiye için büyük bir yenilikti. Ambalaj makinelerini kurmak amacıyla İstanbul’a gelen Heinz Gomez adındaki Alman montöre, Ataköy’de bir ev kiraladık. Bir sene kendisiyle çalıştık.

Alman montörün yanında makinelerin bütün püf noktalarını öğrendim. Bu arada, amcamın üzerinden teknik yükü de aldım. Amcam, benim bu çalışmam karşısında ticari işlere yöneldi.

Sabri Bey, bütün mesaisini Topkapı’ya ayırmaya başladı. Babam ise, Eminönü Tahtakale Caddesi’ndeki Küçük Attar Han’da çalışmalarını sürdürdü. İleriki yıllarda da Tahtakale’den Eminönü’ndeki Ahenk Han’a geçildi. Yeni şirket merkezinin adresi ise şöyleydi:

“Ahenk Han, Hal Karşısı, Eminönü - İstanbul”

“Akşama babacığım, unutma Ülker getir...”

Ülker, kısa sürede yediden yetmişe herkesin beğendiği, iştahla yediği bir ürün oldu. Onu, çocuklar da çok sevmişti, büyükler de... Özellikle, çay saatlerinin vazgeçilmezi haline gelmişti.

1950’lerde Türkiye, televizyonla henüz tanışmamıştı. Gözümüz, gazete sayfalarında gezinirken, kulağımız da, Ankara ve İstanbul radyolarının yayınlarındaki mesajları dinliyordu. Bir süre sonra devreye, sinemalarda film arası gösterilen reklamlar da girecekti.

Ülker kardeşler, kitle iletişim araçlarının önemini yıllar önce keşfetmişti. Hatta o kadar ki, İkinci Dünya Savaşı ortamında dahi, ürünlerini Ankaralılara duyurabilmek için Ulus gazetesine reklamlarını vermişlerdi. O dönemdeki ürünlerinin adı “Besler”di. Ama artık kendi ürünlerini yeni bir markayla imal ediyor ve onu pazarlamaya çalışıyorlardı.

1957-1960 yılları arasında fabrikalarını inşa edip, Almanya’dan modern makineler getiren Ülker firması, kısa sürede sektörün ilk sırasına oturmayı başardı. Şimdi sıra, yoğun reklam kampanyasına gelmişti.

Ülker, yurt sathında sesini duyurmak ve varlığını hissettirmek için radyo mikrofonları ve gazete sayfaları ile sinema perdelerini kullanmaya karar verdi. Kamuoyunun huzuruna net mesajlarla çıkılacaktı. Reklamda hedef kitle ise, genellikle orta halli ve orta kültürlü insanlardı.

O yıllarda İstanbul’da belli başlı iki radyo reklam ajansı bulunuyordu. Bunlar; Faruk Yener ile Tarık Gürcan’ın ortak oldukları “Anten Reklam” ve Faruk Genç’in sahibi bulunduğu “Televizyon Reklam”dı.

Türkiye’de henüz televizyon yayınları başlamamıştı, ama geleceği gören bir ajans sahibi, firmasına “Televizyon Reklam” adını vermişti. Ülker’in radyo tanıtım kampanyası için iki reklam ajansı da devreye girdi. Yurt çapında etkili bir mesajın verilmesi hedefleniyordu. Bu da, cıngılla42 yapılacaktı.

Cıngılda yer alan metin, özenle seçildi. Metnin söz yazarı Nuri Gamsız, bestecisi ise Süheyl Denizci idi.

Bir yandan cıngıllar radyolarda yayınlanırken, bir yandan da gazete sayfalarında Ülker reklamlarına yer verilecekti.

1960’lardan itibaren Ülker’le özdeşleşen, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, hafızalardan asla silinmeyen o reklam metni hem kısacık hem sıcacıktı. Evlat, babadan oyuncak değil, ama tadına doyamadığı bisküvisini bekliyordu:

“Akşama babacığım, unutma, Ülker getir...”

1950-1960 yılları arasında yaşanan olaylar

Türkiye, 1950-1960 yılları arasında Demokrat Parti iktidarı dönemini yaşadı. Bu dönemde ülke, siyasal, sosyal ve ekonomik alanda önemli değişikliklere sahne oldu.

DP, art arda üç seçim kazandı. Ancak, karşısında sert bir CHP muhalefeti buldu. ̶"Devletçi ekonomi"den, "karma ekonomi"ye geçilirken, Osmanlı'dan kalma Düyun-u Umumiye borçlarının son taksidi de ödendi.

Dönemin sonunda ise, Başbakan Adnan Menderes, Kıbrıs Antlaşmasını imzalamak için Ingiltere'ye giderken, Londra yakınlarında bir uçak kazası geçirdi. Türk Silahlı Kuvvetleri bu feci kazadan 15 ay sonra ülke yönetimine el koydu.

Şimdi, Türkiye’de siyasal ve sosyal değişimlere yol açan bu fırtınalı on yılın önemli olaylarını hatırlayalım:

  • 8 Mart 1950 - Türkiye Ticaret Odaları ve Borsaları Birliği’nin 5590 Sayılı Kuruluş Kanunu, TBMM’de kabul edildi.

  • 14 Mayıs 1950 - Milletvekili genel seçimleri yapıldı; henüz 4 yaşındaki Demokrat Parti, 408 milletvekili kazanarak, iktidar oldu. CHP 69, CMP 1 ve Bağımsızlar 9 sandalye elde etti.

  • Kırımlı Devletler Ailesi, 1934 yılında “Berksan” soyadını almıştı. Asım ve Sabri Berksan kardeşler, 1944 yılında “Ülker” markası altında bisküvi üretmeye başladı. Ürünlerinin markası, zamanla soyadlarının önüne geçti. Bunun üzerine aile, soyadını “Ülker” olarak değiştirdi.

  • 22 Mayıs 1950 - TBMM, eski başbakanlardan, DP Genel Başkanı ve Bursa Milletvekili Celal Bayar’ı Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanlığına seçti. Yeni cumhurbaşkanı da, DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes’i, hükümeti kurmakla görevlendirdi.

  • 16 Haziran 1950 - Türkçe ezanın, eskiden olduğu gibi Arapça okunmasına ilişkin kanun, TBMM’de kabul edildi.

  • 25 Temmuz 1950 - Türkiye, Kore Savaşı’yla ilgili Birleşmiş Milletler kararını onayladı ve ABD önderliğinde oluşacak Birleşik Komutanlık’a asker göndermeyi kabul etti. Bakanlar Kurulu da BM Güvenlik Konseyi’nin talebi üzerine Kore’ye 4500 kişiden oluşan bir askeri birlik göndermeye karar verdi. 500 kişilik ilk kafile, 20 Eylül 1950’de İskenderun Limanı’ndan askeri bir gemiyle Kore’ye hareket edecekti.

  • 21 Eylül 1951 - Türkiye’nin NATO’ya üyeliği kabul edildi.

  • 5 Şubat 1952 - Aralarında Sabri Ülker’in de bulunduğu 750 işadamı, İstanbul Sanayi Odası’nı kurdu.

  • 10 Kasım 1953 - Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün 15 yıldan beri Ankara’daki Etnografya Müzesi’nde bulunan naaşı, törenle Anıtkabir’e nakledildi.

  • 2 Mayıs 1954 - Milletvekili genel seçimleri yapıldı; DP 502, CHP 31, CMP 5 ve Bağımsızlar da 3 milletvekilliği kazandı. ™

  • 25 Mayıs 1954 - Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan dış borçların son taksiti de ödendi. İmparatorluk, ilk dış borçlanmasını Kırım Savaşı’na finansman bulabilmek için 1854 yılında Batı Avrupa ülkelerinden yapmıştı. Bu borçlanmadan sonra, 20 yıl boyunca 15 ayrı borçlanma daha gerçekleşti ve toplam borç miktarı 239 milyon lirayı buldu.

Osmanlı İdaresi, zamanla hem anaparayı, hem de faizini ödeyemez hale gelince, moratoryum (erteleme) ilan etti. Osmanlılar, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’yla (93 Harbi) birlikte, aldığı dış borçların yanı sıra, Galata bankerlerinden temin ettikleri iç borçları da ödeyemeyeceklerini açıkladılar.

Osmanlı’nın dış borçlarını denetlemek amacıyla, “Düyun-u Umumiye İdaresi” kuruldu. İdare’nin merkezi de, daha sonra İstanbul Erkek Lisesi’nin faaliyet göstereceği tarihi binaydı.43

  • 10 Mart 1955 - Şekerli maddeler üreticilerinin şeker stoku yaparak, halka tahsis edilen miktardan kaçırdıkları belirlendiğinden, nüfus başına ayda bir kilo şeker tahsis edildi. ™

  • 1 Şubat 1956 - Türkiye’nin dış borçlarının 3 milyar 50 milyon TL, dış ticaret açığının da 504 milyon TL olduğu açıklandı. ™

  • 9 Nisan 1956 - ABD, Türkiye’ye 40 yıl vade ile 25 milyon dolar kredi açtı.

  • 27 Ekim 1957 - Milletvekili genel seçimleri yapıldı. DP 424, CHP 178, CMP 4, HP (Hürriyet Partisi) 4 sandalye kazandı. ™

  • 2 Ağustos 1958 - Cumhuriyet tarihinin en yüksek orandaki devalüasyonu yapıldı. 1 Amerikan Doları 2,80 TL’den 9 TL’ye çıkarıldı. Devalüasyon oranı, yüzde 221 olarak belirlendi. ™

  • 17 Şubat 1959 - Kıbrıs Antlaşması için İngiltere’ye giden Başbakan Adnan Menderes’in uçağı Londra yakınlarında düştü. Kazada beş uçak mürettebatı ile dokuz yolcu hayatını kaybetti.

  • 27 Mayıs 1960 - Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetimine el koydu. Başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, DP iktidarının tüm yöneticileri Ankara’daki Kara Harp Okulu binasında gözaltına alındı.

  • 25 Eylül 1960 - Yassıada’da tutuklu bulunan Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, kalmakta olduğu odanın banyosunda, belindeki kemeriyle intihara teşebbüs etti. Bayar, Yassıada’da Ordu oto ilm Merkezi taraˆından çekilen “Düşükler Yassıada’da” isimli ˆilmde ˆfigüranlık yapmayı içine sindiremediği için, hayatına son vermek istemişti.

  • 29 Eylül 1960 - 7 Ocak 1946’da Celal Bayar başkanlığında kurulan, 14 Mayıs 1950’de de tek başına iktidar olan Demokrat Parti, tüm yöneticileri Yassıada’da tutukluyken, Ankara 4. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından kapatıldı. DP’nin mal varlığı Hazine’ye devredildi. ™

  • 14 Ekim 1960 - Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı, ülkeyi on yıl on üç gün yöneten Demokrat Parti kadrosunu yargılamak üzere göreve başladı. Sanıklar arasında başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes olmak üzere, DP’nin tüm TBMM kadrosu bulunuyordu.

42. Cıngıl: Radyolarda reklam amacıyla yayınlanan özel müzik parçası.

43. Mahfi Eğilmez’in “Düyun-u Umumiye” başlıklı makalesi www.mahfiegilmez.com/search?q= dış+borçlar

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye