Güzide Hanım ve Sabri Bey, birbirlerinin acısını yaşamadan, ebedi yolculuğa çıktılar.

Güzide Hanım’ın, sevgili eşi Sabri Ülker’e İstanbul’daki Eski Kozlu Mezarlığı’nda verdiği “büyük randevu”nun vuslatı, 12 Haziran 2012 Salı günü gerçekleşti.

Takvim yaprakları 2000 yılını gösterirken, o koskoca 20. yüzyıl gerilerde kalmıştı. Yaşı kemâle ermiş olan Sabri Ülker de, büyüme çağındaki torunu Yahya’yı sevgi ve şefkatle seyrederken, şunları mırıldanıyordu:

“Bu büyüyecek, ben küçüleceğim...”

Yahya, on yaşına doğru yol alıyordu. Kim bilir Sabri Bey de, belki “dalya”ya hazırlanıyordu.

Hayatın geçici, ölümün ise kalıcı olduğundan kimsenin şüphesi yoktu. Ancak, hayatı kazanmak, herkesin boynunun borcuydu.

Sabri Ülker, 1920 yılında dünyaya gelmiş, on yaşından itibaren çalışan nüfusa dahil olmuştu. Azimliydi, kararlıydı. Ne okul döneminin yokluk yılları, ne de iş hayatının iniş çıkışlarından yılgınlık duymuş, ancak, 80 yaşla birlikte isyan eden vücudunun tavrına boyun eğmişti.

Ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek, Sabri Bey’in halini tasvir edercesine şu mısraları söylüyordu:

“Gençlik... Gelip geçti...

Bir günlük süstü...”

80 yılın yorgunluğunu taşıyan vücut, adeta sükût etmek üzereydi. Bu ömrün çok büyük bir kısmı, olağanüstü tempoda iş üretmiş, eserler meydana getirmişti. Aslında, yorgunluk nedir bilmeyen bir yapısı vardı. Ama yıllar, o yapının önüne “Artık yeter!” dercesine set çekmek üzereydi.

Sabri Ülker de, her fâni gibi, insanlar arasında adilane şekilde paylaşılan tek gerçeğin ölüm olduğunu biliyor ve inanıyordu. Ama bu ölümlü dünyada, hayatı kazanmak için bitmez tükenmez gibi görünen enerjisiyle çalışmış, bitkin düşmüştü.

Her şeyin farkındaydı. İç dünyasında hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor, yaşamının son dönemi için kendince bir yol haritası dahi çiziyordu.

Hasta yatağında da fabrikadan gelip, kendisine tekmil vermek isteyen Ülker çalışanlarını kabul ederken; önce onları dinliyor, daha sonra kendilerine yol gösteriyordu. Ziyaretçileri gittikten sonra ise, eşi Güzide Hanım’a sitem dolu bir ifadeyle, “Beni niçin burada oturtuyorsunuz?” cümlesini sarf etmekten kendini alamıyordu.

Ahsen Özokur: “Annemi, babamın durumu hasta etti”

Evet, Sabri Bey hastaydı... Kendi durumunu fark ettiği için, görevini oğlu Murat Ülker’e devretmişti. Buna rağmen, işinden bir türlü kopamıyordu. Her sabah kalkıyor, Topkapı’daki fabrikasına gidiyor, oradaki havayı birkaç saat teneffüs ettikten sonra, yorgun düşen bedenini dinlendirmek için evine dönüyordu.

Ailenin büyük evladı Ahsen Özokur, hem annesine, hem de babasına kol kanat germişti. Aslında baba, kapalı bir kutuydu. Ailesini üzmemek için rahatsızlığını kimseyle paylaşmak istemiyordu.

Doktorlar, günler geçtikçe durumu ciddiyet kazanan Sabri Ülker’in hastalığına isim arayışı içindeydi. Bu arayış sırasında, Sabri Bey’le birlikte doktor doktor dolaşarak sevgili babasına şifa bulmaya çalışan biricik kızları Ahsen Özokur, aradan yıllar geçtikten sonra o kasvetli günleri şu sözlerle anlatıyordu:

Babam, işini kardeşim Murat’a devrettikten sonra, rahatsızlıkları ortaya çıkmaya başladı. Daha sonraki yıllarda, eve kapandı diyebilirim. Bir süre sonra ise, yatağa bağımlı hale geldi.

Hastalık ilerleyince, babamın hastaneye yatması gerekti. Kardeşimle birlikte karar verdik, “Hastane ortamını evimize getirelim” dedik. Yani, babamızı hastaneye göndermek istemedik, öyle de yaptık.

Babamın rahatsızlığı başlayınca, kendisiyle birlikte doktor doktor dolaştım. Hastanelere gittim. Babam, bu arayışımız sırasında bize karşı koymuyordu. Ancak annem, doktora gitmeyi pek sevmezdi.

Babam, annemin gözünde çok eşsiz ve muhteşem bir insandı. Zaten öyleydi de... Babamın hastalığı, annemi çok üzüyordu. 

Sabri Ülker, aktif iş hayatından çekildikten sonra, kendisini ziyarete gelen,
"Yol Arkadaşlarım" dediği Ülker distribütörleriyle birlikte... Bu ziyarette,
Ülker ürünlerinin Türk insanıyla buluşmasında büyük emeği geçen ve Sabri Ülker
döneminde "depo müdürü" olarak isimlendirilen (soldan sağa) Antalya Distribütörü
merhum Ömer Öner, Samsun Distribütörü merhum Fuat Çanakçı, Mersin
Distribütörü Hasan Yozgat, Antakya/Hatay Distribütörü Fahri Öksüz, Adana
Distribütörü Zihni Uğurses ve Sivas Distribütörü Rıza Sepet bulunuyordu.
Bu, belki de yol arkadaşlarının son buluşmasıydı...

Hastalığın başlangıcında, babama ilk tedaviyi Amerikan Hastanesi hocalarından nörolog Prof. Dr. Edip Aktin Beyefendi başlattı. Daha sonra yine aynı hastanenin Nöroloji Bölüm Şefi Dr. Emil Goldenberg, babamın tedavisini üstlendi.

Babamın rahatsızlığına teşhisi de Dr. Emil Bey koymuştu. Emil Bey, bana ilk günlerde, “Ahsen Hanım, babanız için yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Bundan sonra, Sabri Bey’in yaşam kalitesini düşürmemeye çalışacağız” diyordu.

“Babama, ‘parkinsonizm’ teşhisi konuldu”

Babam, “Parkinsonizm” diye adlandırılan bir hastalıktan mustaripti. Kardeşim Murat, babamızı tedavi amacıyla yurtdışına götürdü. Daha sonra birlikte Amerika’ya da gittik. Orada, Jean Paul Jankoviç isimli ünlü bir doktor da muayene etti. Türkiye’deki doktorumuz Emil Goldenberg Beyefendi’nin teşhisine katıldı.

“Parkinsonizm” hastalığı, isim benzerliği olan “Parkinson”gibi titreme yapmıyordu. Ancak babam, sürekli halüsinasyon görüyordu. Yani, hayal görüyordu. Kendisi, çok zeki bir insan olduğu için, gördüklerinin halüsinasyon olduğunu da biliyordu.

Babamızın tedavisi süresince, hekim dostlarımız adeta seferber olmuşlardı. Doktor Emil Bey’in fizyoterapist olan eşi her akşam eve gelir, hiç bıkmadan usanmadan babama fizik tedavisi uygulardı. Bu arada, Maçka MR sağlık kuruluşunun sahibi, çok yakın dostumuz Dr. Alptekin Bey [Peker] de görüntüleme cihazlarını evimize kadar getirir, babamın çekimlerini yapardı.

Sevgili babam, hastalığının ilk dönemlerinde yalının bahçesinde boydan boya yürürdü, ama etrafa tutunarak... Anneciğim ise, babamın bu halini izlerken dayanamaz, çok üzülür, “Kızım, babana söyle, artık otursun” demek zorunda kalırdı. Yani annem, babamın zar zor yürüyüşünü görmeye tahammül edemiyordu. Böyle durumlarda annemi bahçeden eve götürür, babamı da hemşirelere emanet ederdim.

“Annem, hasta olan babamın işe gittiğini hayal ediyordu”

Sevgili anneciğim, babamızın haline dayanamadığı için üzüntüsünden hasta oldu. Biz, annemizin hastalığını Alzheimer zannediyorduk. Doktor Emil Bey ise, “Buna Alzheimer diyemeyiz. Anneniz, üzüntü neticesi içe kapandı” teşhisini koymuştu.

Annemin kafasında daima iki ayrı Sabri vardı; birisi, işe giden gelen Sabri, diğeri ise hasta olan Sabri... Kendisi, zaman zaman babamın halini görüyor, ancak işe gittiği hayalini kuruyordu.

Annem bize gelince, “Ahsen, artık ben gideyim, çünkü baban gelmek üzere” derdi. Halbuki babam, evde yatıyordu. Annemi biraz oyalar, “Peki anneciğim, seni götüreyim” derdim.

Anneciğim, son zamanlarda ise paniklemeye başlamıştı. Akşamüstü olunca, birden bana telefon eder, “Ahsen, ne olacak babanızın hali?” derdi. İşte annemin kafasındaki ikinci Sabri manzarası karşısında, babamın hastalığını unutur, annemi teskin etmeye çalışırdım. Teskin ederken de, “Anneciğim, bak, hep doktorlar kendisiyle meşgul. İlaçlarını Amerika’dan getirttik” derdik.

Anneme, babamı Dr. Emil Bey’in tedavi ettiğini söyleyince, kendisinden şu cevabı alırdım:

“Tutturmuşsunuz bir Emil Bey, başka doktor yok mu?”

Akşam olunca, annemdeki panik hali had safhaya ulaşırdı. Gündüzleri, babamın işe gittiği hayalini kuran annem, akşamları ise “Sabri yatıyor, kendisine kimse bakmıyor. Size yazıklar olsun!” derdi.

Annemiz aslında, bizim nasıl evlatlar olduğumuzu bilirdi, ama paniğin etkisiyle öyle konuşurdu.

Annemin rahatsızlığı karşısında ilk zamanlar çok üzüldük. Ama daha sonra annemin tedavi şeklini de öğrendim. Kendisi paniklemeye başlayınca, “Tamam anneciğim, haklısın, yarın ilk işim, babamı doktora götürmek olacak” derdim. Yani annem, o anda bizden bir güvence beklerdi, ben de onu verirdim.

Zaman ilerledikçe annemin panik hali de artmaya başladı. Bir gün kendisini doktora götürürken, bana şu ilginç soruyu sordu:

“Ahsen, bugünkü cumhurbaşkanı kimdi?”

Bilindiği gibi doktorlar, bu gibi rahatsızlıklarda, hastalarına hafıza ve zekâ kontrolü için ilginç sorular yöneltiyorlar. Annemde, doktora karşı hazırlıklı olmak için, benden cumhurbaşkanının ismini öğrenmeye çalışıyordu. Annemin bu gibi tavırlarını Doktor Emil Bey’e anlatırdım. Zaten kendisi de, annemin Alzheimer olmadığı teşhisini koymuştu.

Annemin böyle bir hastalıktan mustarip olmasına bir bakıma sevindim. Tedavisi mümkün olmayan bir başka hastalığa yakalansa, ıstırabımız daha da artardı.

Kısacası annem, babamın yatak esiri olduğunu gördükçe, çok üzülüyor ve kendinden geçiyordu. O manzarayı seyrettikçe, iyi ve kötü hayaller görüyor, bazen bu hayalleri birbirine karıştırıyordu.

Sevgili annem, bir yıl kadar yattı. Epilepsiden sonra kendisine gelemedi.

Ağabey, kardeş ve yenge, her iki yüzyılı da gördüler

Onlar, son iki yüzyılı da gördüler. Hem dünyanın kahrını çektiler, hem de nimetlerini tattılar. Hiç ihtiras peşinde koşmadılar. Çalıştılar, çabaladılar. İyi insan, iyi vatandaş oldular.

Ağabey Asım Ülker, 90 yaşına gelmişti. O da yorgundu. 6 Temmuz 2001 Cuma günü, cuma ezanına sadece on beş dakika kala hayata gözlerini yumdu. Asım Bey, dedesi Hasan Efendi ile babası Hacı İslam Efendi gibi Fatih Camii’nden son yolculuğuna çıkarılıp, Edirnekapı’daki Mehmet Akif Şehitliği’nde ebedi istirahatgâhına tevdi edildi.

Kırımlı Devletler Ailesi’nin gelini ve Sabri Ülker’in eşi Güzide Hanım ise, hayat arkadaşının ağır hastalığına daha fazla dayanamayıp, yataklara düşmüştü. Zaten 37 yıldan beri evlat acısının ıstırabını da yaşayan 86 yaşındaki Güzide Hanım, 13 Eylül 2010 Pazartesi günü, fani hayatını tamamladı. Uzun zamandan beri adeta derin bir uyku halinde olan Sabri Bey ise, 61 yıl boyunca hayatı paylaştığı sevgili eşinin ebedi yolculuğa çıkışından bihaberdi.

Necip Fazıl, “Büyük Randevu”yu anlatırken, şunları soruyordu:

Büyük randevu... Bilsem nerede, saat kaçta?

Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?

Sabri Ülker, eşi Güzide Hanım’a o “büyük randevu”yu herhalde Eski Kozlu’da vermişti. Vuslat için 12 Haziran 2012 Salı günü, Yahya Kemal misali, “Artık demir almak günü gelmiş” diyerek, sevgilisine kavuşmaya gidiyordu. Kendisini bekleyenler arasında biricik evladı Ali de vardı.

Dedesi, babası, ağabeyi, sevgili eşi ve evladının ebediyete uğurlandığı o tarihi limandan, Fatih Camii’nden, dualarla Eski Kozlu Kabristanı’na doğru yola çıkarıldı.

Şair, bu işin sırrını yıllar öne çözmüştü:

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden.

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye