Murat Ülker: “Babama, aslımızı sordum ‘Biz, Evlad-ı Fatihan’ız’ dedi.

Kırımlı Devletler Ailesi’nin üçüncü kuşak temsilcilerinden Murat Ülker, ailenin 1929 yılında Türkiye’ye muhacir olarak gelmesinden yaklaşık 80 yıl sonra “tarihe yolculuk” yaptı. Dedesinin ve babasının yaşadığı köyü ve evleri aradı. Bu arada akrabalarıyla da buluştu.

Ünlü Fransız sosyolog Gustave Le Bon, milletlerin tarihini, çiçek bahçesine benzetir; sanatçıları da bu bahçedeki çiçekler olarak tanımlar. Aslında, sadece sanatçılar değil, tüm aileler o bahçedeki çiçekler gibidir. Önemli olan, onları koruyabilmek...

Şair Lamartine de aileyi anlatırken “Her aile bir tarihtir; hatta okumasını bilene göre, bir destandır” diyor.

Kırımlı Devletler Ailesi’nin Türkiye’deki üçüncü nesil temsilcilerinden Murat Ülker, ailelerinin dününü araştırmak, onların bu yarımadadaki yaşantılarını öğrenip, yeni bilgiler edinebilmek amacıyla zaman zaman ata yurduna gidiyor. Orada; dedesinden, ninesinden ve babasından kalan izleri tespit ediyor; bu sayede, anılar dağarcığını zenginleştiriyor.

Ülker’in derlediği hatıralar içinde, hüznün yanı sıra, müthiş bir irade gücü vardır. O güç, aileyi yüzyıllar boyu ayakta tutar. Çünkü başarının şifreleri, o gücün içinde saklıdır.

Murat Ülker, ailenin 1929 yılında Türkiye’ye muhacir olarak gelmesinden yaklaşık 80 yıl sonra Kırım’dan derlediği bilgileri anlatırken, dinleyenleri de tarihi bir yolculuğa çıkarıyor. Şimdi, Murat Ülker’le birlikte önce Kırım yolculuğuna çıkalım, ardından da aile büyüklerinin terk ettikleri yurtları konusundaki değerlendirmelerini öğrenelim...

Babam Sabri Bey, doğduğu ata yurdu Kırım’dan, anayurdu Türkiye’ye 9 yaşındayken gelmiş. Ancak, yaşamı boyunca Kırım’ı görmeyi hiç ama hiç istemedi. Çünkü o topraklarda iyi bir hatırası olmadığını söylerdi. Bizim aileden, Kırım’a, önce Selçuk Bey [Berksan] gitti. Ama dönüşünde, “Akrabalardan kimseyi göremedim” dedi.

Doğrusu, “baba yurdu”nu çok merak ediyordum. Gitmeye karar verdim. Gitmeden önce de, babamların eski arkadaşı, İstanbul’da oturan Kurt Seyit Bey’i [Çalı] ziyaret ettim. Seyit Bey, bu ziyaret sırasında, “Dedenizin yaşadığı Korbek köyünün adı değişmiş, ‘İzobilnoe’ olmuş” dedi.

Seyit Bey’den Kırım’la ilgili kabataslak bilgiler ve tarifler aldıktan sonra, bankamızda yönetim kurulu üyesi olarak görev yapmış olan Sayın Kemal Unakıtan ve holdingimizin genel müdürü Atilla Bey’le [Kurama] yola çıktık. Hem Kemal Bey hem de Atilla Bey, Kırım asıllı Tatar. Yol arkadaşlarım arasında, Murat Işık ile Dr. Fikri Gökbörü Kançal da bulunuyordu. Fikri Bey’in annesi de Kırım Tatarlarından. İsviçre asıllı eşi ise, Tatarların “han mezarları” üzerine doktora yapmış.

İşte böyle bir arkadaş grubuyla Kırım’a ulaştık. TİKA [Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı] tarafından tahsis edilen aracın Tatar asıllı şoförü, bizi önce bir hastaneye götürdü. Hastaneyi, ENKA yapmış; kapı, pencere, cam ve çerçevesini de biz göndermişiz.

Daha sonra, dedemlerin köyünü aramaya başladık. Babam bana yıllar boyu, köylerinin coğrafi konumunu anlatmıştı. İşte o arayış sırasında, bir noktaya geldikten sonra, “Herhalde, buradan sapmamız lazım” dedim.

Sapaktan saptık, yolda bir Rus’la karşılaştık. Köyümüzün yeni adını Kurt Seyit Bey’den öğrendiğim için, “İzobilnoe” diye sorduk; Rus köylü, hemen gösterdi. Köyün coğrafyası, babamın bana anlattıklarına uyuyordu. Yukarıda, “Çadır Dağı” dedikleri bir dağ var. Bir de dere akıyor. Bulunduğumuz yerden aşağı doğru bakınca, tarihi Aluşta kenti gözüküyor. Ufkumuz, Karadeniz’le birleşiyor.

Yöre halkıyla konuşmaya başladık; kim ve nereli olduğumuzu öğrendiler, “Burada bir cami vardı, yıkıldı” dediler. Sonra yeniden yapılmış, ama yine yıkılmış. Dedem Hacı İslam Efendi’nin evi, o yıkılan caminin yanındaymış. Şimdi cami de yok, ev de... Hatta bizim köyün mezarlığı da...

Ruslar, bunların hepsini haritadan silmiş.

Etrafımıza bakındık, karşılaştığımız köylülere, “Bir Tatar bulalım” dedik. “Tatarlar, köylerin en üst noktasına ev yaparlar” dediler. Çıktık köyün tepesine. Tatar’ın evini bulduk. Ama aynen Türklerin evi gibi, tamamlanmamış bir inşaat... Çünkü Türk de, Tatar da hep yapmaya devam edecek...

Murat Ülker, ailesinin hikâyesini Hulûsi Turgut’a ayrıntılı bir şekilde anlattı.

Tatar’ın evine girdim. Önce çevreyi yokladım, sonra evin içinde insan aramaya başladım. Baktım, olacak gibi değil; boşluğa, “Selamünaleyküm” dedim. Kimseleri görmüyordum, ama evin içinden, “Aleykümselam” cevabını aldım.

Rahatlamıştım. Doğru yere gelmiştik. Biraz ilerledim. Baktım, bir kadıncağız, fırının başına geçmiş, dilimlediği bayat ekmekleri kızartmaya çalışıyor. Evin erkeği, “Bizim eve misafir gelmiş” dedi. Bizi üst kata çıkardı. Yani Türk usulü; hane halkı alt katta oturuyor, üst katta da misafir ağırlıyorlar.

Genetik bir şey herhalde, bizim ev de yapılırken, misafir salonunun üst katta olmasını istedim. Mimarlar, buna karşı çıktı. “Böyle ev olmaz, yanlış yapıyorsunuz” dediler. Ben de kendilerine, “Öyle istiyorum” cevabını verdim. Şimdi, Kırım’dan bizi ziyarete gelenler, ev düzenimizi görünce, hayret ediyor ve aynen bizimki gibi...” diyorlar.

Ülker’e, Kırım’da “Ülker bisküvisi” ikram ettiler

Ülker, ziyaret ettiği bir köyde, sadece iki Türk ailenin oturduğunu, ama onların da birbirleriyle kavgalı olduğunu görmüş. Ülker, bu manzarayı naklederken “Tipik Türk tavrı” değerlendirmesi yapıyor:

Evet, Tatar’ın evinde, üst kata oturduk. Bize, bisküvi ikram ettiler. Yol arkadaşlarım, “Yiyelim mi, yemeyelim mi?” diye bakıyorlar. Bir de ne göreyim, ikram ettikleri bisküvi, bizim Kiev’deki fabrikanın malları... “Problem yok, ses çıkarmayın, yiyin” dedim. Bisküvileri yedik, sonra ev sahibine, “Devletlerden kim var?” diye sordum. Köyün alt kısmının üst tarafında Devletlerden bir ailenin oturduğunu söylediler.

Korbek’te Tatar evini ziyaretten sonra, bu defa akraba evi aramak için köyün alt tarafına gittik. Orada da tek başına kalmış bir ev bulduk. Güzel, aşı boyalı bir binaydı. Evin sahibi bir Türk’müş. Ona, Devletlerin evini sorduk; gösterdi. Gösterirken de, “Biz, onlarla kavgalıyız” dedi. Tipik Türk tavrı... Köyde iki Türk var, ancak birbiriyle kavgalı...

Birinci evden ayrılıp, ikinci eve gittik. Evin erkeği kapıdaymış. Kendimi, “Benim adım Murat. İslam’ın torunuyum” diye tanıttım. Karşımdaki kişi, önce bir “Ooo...” çekti, sonra “Ben sana anlatayım...” dedi. Konuşmaya başladı. Biraz Slavca, biraz Tatarca, biraz da Türkçeyi karıştırıp hikâye ediyordu. Sonra, evine buyur etti. Önümüze, tabak içinde bir iki meyve getirdi. Anladığım kadarıyla, ikram edecek başka bir şeyleri yoktu. İzin istedik ve evden ayrıldık.

Bu ilk ziyaretimden sonra Kırım’a üç dört defa daha gittim. Ardından da Kırım’daki akrabalarımız İstanbul’a geldiler. Kendilerini, çiftlik evimizde misafir ettik. Bu buluşma sırasında, Sabri Bey de hazır bulundu. Evimiz, bir kütük evdi. İki odası vardı. Ocak yanıyordu. Misafirlere, yemek ikram ettik. Kırım’dan gelen akrabalar, “Murat, burası senin mi?” diye sordular, “Evet” dedim. “Çok yahşiymiş, iyi durumdasın” değerlendirmesi yaptılar. Ama o zaman ne iş yaptığımı bilmiyorlardı.

“Bolşevikler, akrabalık kurumunu da yok etmiş”

Kırım seyahatim sırasında gördüm ki, Bolşevik İhtilali döneminde, o topraklarda aile birliğini darmadağın etmişler. Ortada akrabalık filan kalmamış. Şimdi bölge normale döndükten sonra, “Benim dayım, senin köyden geçmiş, senin çeşmeden su içmiş” diyerek, akrabalık tesis etmeye çalışıyorlar.

Kırım ziyaretimizden sonra yaşlı bir hanım Türkiye’ye gelerek, Topkapı’daki fabrikaya kadar ulaşmış. O sırada bizler yoktuk. Bırakmış olduğu not üzerine, kendisini buldurduk. Aç ve perişandı. Aldık, eve götürdük. Baktık. Eski bir hemşireymiş. İkinci Dünya Savaşı döneminde, madalya kazanmış. Misafirimize hemen yemek ikram ettik. Çok duygulandı. Önündeki yemeği dahi yiyemedi.

Bu anlattığım olay, bir ramazan ayında meydana geldi. Misafirimiz, zengin iftar sofrasını görünce çok fena oldu.

Zaman zaman Kırım’da ihtiyaç sahibi olanlara destek sağlamak amacıyla para gönderiyorum. Gönderirken de, “Bizden geldiğini söylemeyin” diye tembihatta bulunuyorum. Bu yardımları “Helacı Lütfi” adındaki bir gönüllü dağıtıyor. Kendisi, Kırım’daki Milli Eğitim’de görevli üst düzey bürokratmış. Komünist yönetim gittikten sonra, ilk defa kapısı olan, içinde bol suyu akan tuvalet yapmış ve bunu iş edinmiş. Adı da bu becerisinden dolayı, “Helacı Lütfi” olarak kalmış. Lütfi, pedagoji kursları veriyor. Bu kurslara katılanlar arasında, Rus öğretmenlerin olduğunu da söyledi.

Kırım’a gönderdiğimiz yardımı bu vesileyle açıklarken, hatırıma, babam Sabri Bey’in şu sözleri geldi:

“Birisine yardım yaparken, o yardımı bir başka kişiye açıklamayın. Ancak, yardımı alan kişi açıklarsa, ona karışmam.”

Babamın hayır işleri konusundaki düşüncesi öyleydi. Buna saygı duyuyorum. Ancak, yardımın bir ölçüde duyurulması gerektiği kanaatini de taşıyorum. Çünkü duyulsun ki, teşvik olsun.

“İnönü, babamlar geldikten sonra Kırım’a gitmiş”

Murat Ülker, Kırım ziyaretini anlatırken, dedesi Hacı İslam Efendi’nin Kırım anılarından da bir sahne naklediyor. Bu sahnede, İsmet Paşa’nın Kırım ziyareti var:

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk döneminde, İsmet Paşa [İnönü], Türkiye Başbakanı olarak Kırım’ı ziyaret etmiş.

O tarihte, Kırım’da, Sovyetler Birliği’ne bağlı özerk bir yönetim varmış. Bu yönetimin başında da “Sapojnik Mehmet” isimli Türk asıllı bir başkan bulunuyormuş.

Paşa’nın ziyareti sırasında, bizim ailenin de konusu geçmiş. Bilindiği gibi ailemiz, İsmet Paşa’nın bu ziyaretinden önce Kırım’ı terk etmişti.

Türkiye Başbakanı, Sapojnik Mehmet tarafından ağırlanmış. Dedem, İsmet Paşa’nın Kırım’ı ziyaretini işitince, Türkiye’deki çevresine şu öğütte bulunmuş:

“Biz, Kırım’da çok eziyet çektik. Göç ederek kurtulduk. Ama soydaşlarımız ve akrabalarımız orada kaldı. Şimdi, İsmet Paşa’nın ziyareti vesilesiyle mazide çektiklerimizi dile getirirsek, ‘Geldikleri yeri kötülüyorlar’ derler. Evet, çektiğimiz eziyet orada kalsın, bunu tekrar dillendirmeyelim.”

Dedem Hacı İslam Efendi’nin tavrı öyleydi, ama babaannem Şakire Hanım, yaşlılığının son dönemlerinde Türkiye’de anarşi ve terör baş gösterince, “Kırım’da da böyle olmuştu. Komünistler geliyor...” derdi. Biz de nineme, “Şu haberleri artık dinleme nine...” dediğimiz zaman, inadına radyo açtırır, endişeyle terör haberlerini dinlerdi.

1930’lu yıllarda dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Kırım’a yapmış olduğu ziyaretle ilgili, Kurt Seyit Çalı’da da ilginç bilgiler var. O bilgilere göre, Paşa’nın bu seyahatine Sabiha Gökçen de katılmış.

Kurt Seyit Çalı, o dönemin canlı tanığı olarak şunları söylüyor:

Yılını tam hatırlamıyorum ama, Tiyatro Mektebi’nde öğrenciyken, bir yaz tatilinde bizi acele okula çağırdılar. Türkiye Başbakanı İsmet Paşa, Kırım’ı ziyaret ediyormuş. Simperofol Sinema Tiyatro Salonu’nda [Kinoteatr Simperofol] Paşa onuruna sahne gösterisi yapılacakmış.

Çağrıyı alınca hemen okula gittik. Türkiye’den gelen büyük misafirimiz için sahne gösterisi yaptık. Bu temsil sırasında İsmet Paşa’yı göremedim, çünkü izleyicilerin bulunduğu kısım, sahneye nazaran daha karanlıktı. Dolayısıyla izleyicileri seçemiyorduk.

İsmet Paşa’nın, bu seyahate, Atatürk’ün manevi kızlarından Sabiha Gökçen’le birlikte geldiğini daha sonra öğrenecektim.

Türkiye’nin ilk Başbakanı İsmet İnönü ise, anılarında, 24 Nisan 1932 yılında gerçekleştirdiği Sovyetler Birliği seyahatinden ayrıntılı bir şekilde söz ediyor. İsmet Paşa, bu seyahate, eşi Mevhibe Hanım’la birlikte gitmiş. Türkiye Başbakanı, İstanbul’dan deniz yoluyla başladığı seyahat sırasında, önce liman kenti Odesa’ya uğramış, ardından da Moskova’da Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Stalin’le bir araya gelmiş. İnönü, anılarında, Leningrad seyahatinden de söz ediyor, ama Kırım konusu geçmiyor.25

“Babam; ‘Biz, Tatar değil, Tat’ız’ derdi”

Murat Ülker, Kırım’a yapmış olduğu “tarihe yolculuk”lardan sonra, mensubu olduğu Devletler Ailesi’nin soy kütüğü konusunda da açıklamalarda bulundu. Ülker, bu açıklamalarda yer alan bilgileri, babası Sabri Bey’den dinlemiş.

Şimdi, Murat Ülker’in bu konudaki tespitlerine yer verelim:“

Soyumuz nereden geliyor? Ailemizin Kırımlılığı ne zamandan başlıyor?” sorularının cevabını aradığımda, babam “Evlad-ı fatihanız.26 Biz Tatar değil, ‘Tat’ız” derdi.

“Tat”ın ne demek olduğunu da açıklarken şunları söylerdi: “Tat, Kırım’a dışardan gelip yerleşen melez soydur. Tatarların şeceresi, betinde [sima] olur. Uzaktan görünce bilirsiniz ve ‘Tatar’ dersiniz.”

Babamda Tatarlık çok azdı. Bu konuları araştırırken, ilim irfan sahibi birisi bana, “O halde, siz Karamanlısınız. Çünkü Karaman’dan, denizaşırı diyarlara sürgünler olmuştu. Sürülenler arasında Kırım’a gönderilenler de vardı” demişti. Fakat, işin gerçeğini şüphesiz Allah bilir.

Kırım’ın özelliği şudur: Kırım, Türk toprağıdır. Biliyorsunuz; Anadolu için, Türk toprağı denmez. Anadolu, zaten Rumcada“doğu illeri”, “doğu eyaleti” anlamına geliyor.  Anadolu, fethedilmiş bir topraktır. Kırım ise, öyle değil. Kırım’a Türkler geldiğinde, o yarımada boşmuş. Onun için bugün hâlâ Slavlar, Kırım’ın bağımsızlığını kabul ederler. Onlar, Kırım’ı ayrı bir cumhuriyet olarak görürler. Bu toprakların sahibi olan Altınordu [Altın Orda] Devleti parçalanınca, Kırım Hanlığı ortaya çıkmış.

Bir de aile şeceremize bakalım. Babamızın babası, Hasan oğlu Hacı İslam Efendi. Bu ismi, noter evraklarında dahi gördüm. Babamın ilk ismi ise “Mustafa”, yani “Mustafa Sabri”, amcamınki de “Ahmet Asım”...

Benim göbek adım da “İslam Murat”. Ama, nüfus kaydında sadece “Murat” olarak görülüyor. Bu durumu babam şöyle açıklamıştı:

“Senin adını ‘İslam Murat’ koydum. Ama, göbek adını nüfusa kaydettirmedim. Birden fazla isim, insanı çok uğraştırır.”

Kırım’daki akrabaları, Murat Ülker’i ilk görüşte tanıyor

Sabri Ülker’in doğup, ailesiyle birlikte 9 yaşına kadar yaşadığı Korbek köyünde halen Devletler Ailesi’ne mensup beş aile bulunuyor. Bunlar, yaklaşık 50 kişiden oluşuyor.

Ülker Ailesi’nin Kırım’da yaşayan akrabalarından Dilaver Süleymanoğlu Devletof, Türkiye’den konukları gelince, onlarla yakından ilgileniyor; Türkiye’yi ziyareti sırasında da mutlaka Ülker Ailesi’yle buluşuyor.

Devletof’un altı çocuğu ve on üç torunu var. Çocuklarından dördü kız, ikisi erkek. Hepsini evlendirmiş. Kendisi de emekli. Babasının ismi Devlet Süleyman, annesi ise Sabiha. Annesini, 12 yaşındayken, “Devlet İslam” diye andığı Hacı İslam Efendi okutmaya başlamış. Sabri Ülker’in ablası Sıdıka Hanım’dan da söz ederken, “O, benim halamdır” diyor. Dilaver Süleymanoğlu Devletof’la Korbek köyünde görüştük. Şunları anlattı:

2005’te Murat Bey [Ülker] Kırım’a geldi. Önce bizi Akmescit’te çok aramış. Sonra benim haberim oldu. Türkiye’den gelen misafirlerin bulunduğu yere davet ettiler. Orada bulunanlardan biri bana, “Dilaver Bey, bak bakalım, bu grubun içinde Devlet var mı?” diye sordu. Ben de, hiç tereddütsüz Murat’ı gösterdim. Murat, bu tavrım karşısında hemen yanıma gelip, boynuma sarıldı.

Murat’ın beraberinde Türkiye’den gelmiş on beşe yakın yol arkadaşı vardı. Devlet İslam’ı annemden dinlemiştim. Torununu karşımda görünce, hem çok heyecanlandım hem de mutlu oldum.

Murat’ın ziyaretinden sonra, İstanbul’a gittim. Devlet Asım’ın [Asım Ülker] çocukları Selçuk ve Faruk’la da buluştum. Onlara, “Murat, Kırım’a gelip, akrabalarını buldu. O, daha balabandır [büyük]” dedim.

İstanbul’da Murat’la da bir araya geldik. Kendisine, amcası Devlet Asım ile halası Sıdıka’yı sordum, vefat ettiklerini söyledi. Devlet Asım, hayattayken beni telefonla aramıştı. Kendisiyle uzun uzun konuşmuştuk.

Özbekistan’dayken, annemden dinlemiştim; Devlet İslam, ailesini Türkiye’ye götürürken, bizimkiler de gitmek istemiş, ama şartlar müsait değilmiş. Çünkü bizim ailede, kalabalık bir çocuk nüfusu bulunuyordu.

Devlet İslam, Kırım’ı terk etmeden önce malını mülkünü satıp altına çevirmiş. “Peki, o altınlar ne oldu?” derseniz, onu da aile büyüklerimden öğrenmiştim; akrabalarımızın Türkiye’ye girişinde gümrükçüler altınlara el koymuş. Kendilerine, sadece ekmek parası vermişler. Onlar, Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldılar, ama ilk yıllarda orada da çok sıkıntı çektiler.

İşte, Ülkerlerin Kırım’ın Korbek köyünde yaşayan akrabaları Devletof Ailesi’nin
fertleri... (Üstte soldan sağa) Küçük kızları Fatma, anne Naile, baba Dilaver, torun
Feride ve büyük kızları Leman. Altta ise ailenin, orman yamacındaki evleri.

Dilaver Devlet, 1929’da Kırım’dan Türkiye’ye göç eden akrabalarının, beraberinde götürdükleri altınlarına, İstanbul gümrüğünde el konulduğu bilgisini ailesinden öğrenmiş. Oysa o altınlar Rusya’da, Odesa sokaklarında kalmıştı. Aile, köyden yola çıkarken yükte hafif pahada ağır olan bu serveti bir yorgan ile Dilaver Devlet’in “hala” dediği Sıdıka Hanım’ın bir eteğinin kıvrımları arasına gizlemiş, ama Türkiye’ye götürememişti.

Kim bilir, o yorganı sokaktan hangi gariban bulup, üstüne örttü?.. Yorganın altında yatanlar, acaba o çil çil Rus altınlarının ağırlığından rahatsızlık duymuş muydu?

Bu arada, eteği giyen talihli bayan kimdi?

Tüm bu soruların cevabını alabilmek için, ya falcı olmak, ya da Sabri Ülker’in anılarında anlattığı Rus Gizli Polisi GPU’nun 1930’larda Odesa’da görev yapmış bir ajanını bulmak gerek...

Hacı İslam Efendi, Kırım’ı terk etmeden önce altınlardan bir kısmını da kapalı bir kabın içine yerleştirip, “Belki bir gün bu topraklara geri dönebiliriz” düşüncesiyle Küçük Lambat’taki bugün yıkık olan evlerinin kümesine gömmüştü. Acaba define avcıları, geçen 85 yıl içinde o hazineye ulaşabildi mi?

Ülker kardeşlerden Kırım ziyaretlerine ambargo

Devletler Ailesi’nin birinci ve ikinci kuşak fertleri, 1929 yılında Kırım’dan Türkiye’ye göç ettikten sonra, maziyi belleklerinden silmeye çalıştılar. Hiçbiri, merak edip de Kırım’a gitmeyi düşünmedi. Bu konuda özellikle Asım ve Sabri Ülker’e yapılan ziyaret teklifleri de cevapsız kaldı.

Murat Ülker ise, Kırım’a ikinci ziyaretini ablası Ahsen Özokur’la birlikte yaptı. O ziyaret sırasında da, akrabalarına uğrayıp, aile büyüklerinin yaşadıkları toprakları gezdiler. Ahsen Özokur’un Kırım ziyaretiyle ilgili izlenimleri şöyle:

Babam, Kırım konusunda hemen hemen hiç konuşmazdı. Kırım konusu, çocukluğumuzda konuşulmuş olabilir. Belki, bu anlatılanları, ilgimizi çekmediği için dinlememişizdir. Ancak, kardeşim Murat’la benden Rusya’ya gitmememiz konusunda söz almıştı. Biz de, uzun süre gitmedik. Ama daha sonraki yıllarda gidip, ata topraklarını gördük.

Kırım’a ilk gidişimde, akrabalarımızdan Dilaver Bey’i evinde ziyaret ettik. Kendisi, Selçuk Ağabeyime [Berksan] çok benziyor. Bizi, güzel bir şekilde karşılayıp, ağırladılar. Evi de güzel; her şey yerli yerinde ve düzgündü.

Bize, ikram için meyve getirdiler. Tabii, oranın şartlarında meyve bulmak biraz zor. Ama ceviz, fındık gibi kuru meyve ikram ettiler. Aslında bu ziyareti gerçekleştirdiğimiz sırada, meyve mevsimi de değildi, ona rağmen ikramlarını eksiksiz yaptılar.

Selçuk Berksan ise, babasının Kırım’ı ziyaret etmeme nedenini, bu arada kendisinin ziyaretine de karşı çıkışını şöyle anlatıyor:

Hacı İslam Efendi Ailesi’nin Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye gelişinden altı ay sonra Kırım’daki Tatarları sürgün etme olayı başlamış. Eğer bizimkiler acele etmeselerdi, herhalde onlar da Sibirya’ya sürgüne gönderilecekti.

Kırım’dan Sibirya’ya sürgün edilenler, tren vagonlarına adeta tıkılarak, günlerce aç ve susuz yolculuk yapmış. Sağ kalanların bir kısmı yol üzerindeki Özbekistan’a indirilmiş, bir kısmı da Sibirya’ya kadar götürülmüş. İşte böylesine dehşet dolu yolculuk sırasında, insanların çoğu hayatını kaybetmiş.

Babam, Kırımlılardan hep uzak durdu. “Kırım’a komünizmi bunlar soktu” diyerek, çok kızardı. Onların fazla dahli yokmuş, ama içlerinden, komünistlerle işbirliği yapanlar olmuş.

Bütün bunlara rağmen, ailemiz çeşitli vesilelerle Kırım’dan Türkiye’ye gelenlere ferdi yardımda bulundu. Bir ara, Kırım’dan Almanlarla birlikte Avrupa’ya kaçıp, daha sonra Türkiye’ye gelen bir hayli insan vardı. Onlar, başta İstanbul olmak üzere, çeşitli şehirlerde kurulmuş olan mülteci kamplarına yerleştirilmişlerdi. Bizim ailenin büyükleri, Tuzla’daki kampa gidip, onların birçoğunu kaldıkları yerden çıkararak, evde misafir ettiler. Hatta bazılarına da iş buldular. Bunlardan biri de Kurt Seyit Çalı’dır.

Sovyetler Birliği’nin dağılma döneminde [1990’lı yıllar], bir firmadan, Kırım’a davet aldım. Bunu öğrenen babam, çok rahatsız oldu; “Sakın gitme oğlum, çok yanlış yaparsın!” dedi.

Ayrıca, babama; hatıralarını yazması için çok teklifte bulunanlar oldu. Babam, mazide yaşadıklarından o kadar korkmuş ki, “Benim, oradaki akrabalarım zarar görür” dedi. Kimseye, hiçbir şey anlatmadı.

Sovyetler Birliği’nin dağılma döneminde [1990’lı yıllar], bir firmadan, Kırım’a davet aldım. Bunu öğrenen babam, çok rahatsız oldu; “Sakın gitme oğlum, çok yanlış yaparsın!” dedi. Ayrıca, babama; hatıralarını yazması için çok teklifte bulunanlar oldu. Babam, mazide yaşadıklarından o kadar korkmuş ki, “Benim, oradaki akrabalarım zarar görür” dedi. Kimseye, hiçbir şey anlatmadı.

Yalçıntaş: “Sabri Beyleri, zekâ ve iradeleri kurtarmış”


Sabri Ülker, tüm yaşamı boyunca az konuştu, öz konuştu. Özellikle, Kırım konusundaki anılarını, kimselerle paylaşmak istemiyordu. Çünkü o anıların içinde, insanlığı rahatsız edecek sahneler vardı. Bu sahneleri tekrar yaşamayı ve dostlarını üzmeyi arzu etmiyordu. Ancak, kadim dostlarından Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve dünürleri, işadamı Mustafa Topbaş’a, ailenin Kırım’daki kasvetli yıllarından, kısacık da olsa söz etmişti.

Topbaş, Sabri Ülker’in Kırım konusundaki duygularını ve Türkiye’deki başarısını, şu kısacık veciz cümlesiyle özetliyordu:

“Sabri Bey, bisküviyi anlatırken sevinç, Kırım’ı anlatırken hüzün duyardı.”

Nevzat Yalçıntaş da, Sabri Ülker’den dinlediği Kırım’dan Türkiye’ye göç olayını şöyle naklediyordu:

Sabri Bey’in ailesi, bilindiği gibi Kırım’dan gelmiş. Onlar, komünist idareden kaçmışlar. Kırım’dan kaçanların çoğu, savaş gemileri içinde Romanya’ya, Romanya’dan Bulgaristan’a, oradan da Türkiye’ye ulaşırlardı. Dolayısıyla, epeyce bir sıkıntı, epeyce bir yolculuk, ama bir irade ve bir zekâyla bu işin içinden sıyrılmışlar.

Rusya’da, 1917’de baş gösteren Bolşevik İhtilali, iki kıtaya yayılmış olan ülkenin altını üstüne getirdi. “Kızıllar” adı verilen ihtilalciler, Çarlık yönetimi taraftarı “Beyaz Ruslar”la kıyasıya çatışmaya başladılar. Kan gövdeyi götürüyordu.

İhtilalden, Kırım’daki Türkler de nasibini almıştı. O dönemi Sabri Ülker’in çocukluk arkadaşı Kurt Seyit Çalı’dan dinledik:

Bolşevikler, Kırım’a 1920’de gelmiş. Ben, henüz 14 aylıktım. Gelişleri, çok sert olmuş. Türkler, kendilerini Karadeniz’e atmışlar. Bilek gücüne güvenerek, sandallarla Samsun’a doğru kaçmaya başlamışlar. Tabii, o döneme ait bilgileri, daha sonraki yıllarda öğrendim. Anlatmıştım; kaçanlar arasında babam da varmış. Ama o şanslıymış. Bir zamanlar Kırım’a hükmeden Beyaz Ordu komutanlarından General Wrangel’in gemisiyle İstanbul’a kaçmış.27 Biz, ana-oğul kaderimizle baş başa kalmıştık...

Rusya’dan Türkiye’ye 150 bin Beyaz Rus sığınıyor

Bolşevik İhtilali sırasında Rusya’dan Türkiye’ye kaçan insanların sayısı adeta bir şehrin nüfusu kadar... Bazı kaynaklara göre, 150bin civarında. Kaçanlara, “Beyaz Rus” deniliyor. Onların büyük çoğunluğu İstanbul’a sığındı. Karadeniz sahil şeridine yerleşenler de oldu. Bunlar, beraberlerinde hiçbir şey getiremedi.

Rusya’da, 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra, dünyanın dört bir köşesine dağılan Beyaz Ruslar, önce ilk durak, ardından da “özgürlüğe uzanan köprü” olarak Türkiye’yi gördüler.

Bu seçimin iki nedeni vardı:

Birincisi; çoğunluk için en yakın ve en güvenli ülke Türkiye’ydi. İkincisi; Osmanlı’nın engin hoşgörüsü ve konukseverliği dünyaca meşhurdu. Hatta bir göçmen, aynen şunları söyleyecekti: “Rusya’dan kaçarken, hep şunları düşündük: 1492’de İspanyol Engizisyonu’ndan kaçan Yahudilere kapılarını açan tek ülke Türkiye’dir. 1920’lerde bizi geri çevirmeyeceklerdir.”

İstanbul’a gelenler, şehrin sosyal havasını bir anda değiştirdi. O hava, uzun yıllar etkisini gösterecekti. Özellikle Beyoğlu semti, Beyaz Rusların mekânı oldu. Bolşevik İhtilali’nin mağdurları, eski Osmanlı başkentine çok değişik bir hayat tarzı da taşıyorlardı.

“Beyaz Ordu” diye anılan Rus ordusunun adı, Bolşevik İhtilali’yle birlikte “Kızıl Ordu”ya dönüştü. 1917’den sonra ülkelerinden kaçan Rusların neredeyse tümü Beyaz Ordu subayıydı. Çarlık ordusunda subaylık yapabilmek için mutlaka bir asalet unvanına sahip olmak gerekirdi. Bu yüzden 1920’lerde İstanbul’da, “baron-albay”, “kont-general” ve “grand-dük” ten geçilmiyordu.

Rusya’dan kaçabilen ak sakallı yarbaylar, albaylar, generaller; memleketinde malikâneler bırakmış zenginler, o yıllarda adı “Cadde-i Kebir” olan Beyoğlu’nun ünlü İstiklal Caddesi’nde, boyunlarında basit tahta işportalar içinde kibrit, sigara, çikolata ve karamela sattılar.

İstanbul’a ilk otomobil, 1910’lu yılların sonunda geldi. O tarihte, yaklaşık 700 otomobil vardı. 1920’lerin ortalarında birçok Beyaz Rus, şoförlük yapmaya başladı. Bu şoförlerin neredeyse tümü Beyaz Ordu’nun mekanize birliklerinin subayları ile zırhlı araç sürücüleriydi. Bunlardan bir bölümü de zamanla oto tamirhanesi açmayı tercih edecekti.

İstanbul’da Beyaz Rus olgusu, 1918’den 1940’lara kadar sürdü. Özellikle Beyoğlu, adeta Beyaz Rus istilasına uğradı. Ana caddeler üzerinde kabareler, arka sokaklarda da pavyonlar açıldı. Rus lokantalarının masaları, kaldırımlara kadar taştı.28

Bolşevik liderlerden Troçki, İstanbul’a sürgün ediliyor

Türk şiirinin büyük ustalarından Yahya Kemal Beyatlı’nın “Geçiş” isimli şiirindeki şu mısralar, “kader” olgusunu çok anlamlı bir şekilde anlatır:

Hiç şaşmayan saat gibi işler durur kader,

Bir gün saat çalar... Çok uzaktan gelir haber...

Ünlü şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu da, “Sabır ve Koruk” isimli eserinde, halk dilinde “alınyazısı” olarak tanımlanan “kader”i sadece dört kelimeden oluşan bir cümleye sığdırır:

Alınyazısı zordur, okunmaz.

Şimdi yer vereceğimiz bu satırlarda, insanların alın yazısını çözme gayreti içinde olmayacağız; ancak, “kaderin cilvesi” olarak tanımlayabileceğimiz olaylar zincirini anlatacağız.

Tarih: 6 Kasım 1917

Salı 1721’den beri hüküm süren Rusya İmparatorluğu, Bolşeviklerin başlatmış olduğu kanlı bir ihtilal hareketiyle tarihin derinliklerine gömüldü. Bu ihtilale; Lenin, Stalin ve Troçki öncülük ediyordu.

Tarih: Kasım 1920

Kırım Özerk Yönetimi, Bolşevik ihtilalcilerin hâkimiyeti altına girdi. Küçük Lambat köyünde yaşayan Devletler Ailesi de, Kırım’daki pek çok Türk ve Müslüman aile gibi, yeni yönetimin şiddetine maruz kaldı. Henüz iki aylık olan Sabri’nin babası Hacı İslam Efendi, zamanlı zamansız komünist yönetimin polis teşkilatı tarafından gözaltına alınıp, sorgulandı ve tutuklandı.

Tarih: 21 Ocak 1924 Pazartesi

8 Kasım 1917’den beri Sovyetler Birliği Devlet Başkanlığı görevini sürdürmekte olan Lenin, 53 yaşında öldü. Bolşevik liderin ölümüyle birlikte, beş yaşındaki bu yeni devlette kıyasıya bir liderlik kavgası başladı. Komünist Parti’nin Genel Sekreterliğini yürütmekte olan Stalinile Kızıl Ordu’nun başında bulunan Troçki arasında baş gösteren siyasi mücadele, ordu komutanının yenilgisiyle noktalandı. Troçki,1927 yılında, Kazakistan’ın başkenti Alma Ata’ya sürgüne yollandı.

Komünist Parti’nin Genel Sekreterliğini yürütmekte olan Stalinile Kızıl Ordu’nun başında bulunan Troçki arasında baş gösteren siyasi mücadele, ordu komutanının yenilgisiyle noktalandı. Troçki,1927 yılında, Kazakistan’ın başkenti Alma Ata’ya sürgüne yollandı.

Kızıl Ordu’nun kurucusu Troçki (üstte). 1929-1933 arasında İstanbul Büyükada’da sürgün hayatı yaşadı. Bu sırada Türkçe öğrendi, pek çok kitap yazdı. Büyükada’da kaldığı İzzet Paşa Köşkü’nde çıkan yangın, tüm belgelerini kül etti (sağda). Yurtdışından, ünlü konukları ziyarete geldi. Türkiye’den sonra sırasıyla, Fransa, Norveç ve Meksika’ya giden Troçki, Mexico City’de bir Stalin yanlısı tarafından öldürüldü

Tarih: 12 Şubat 1929 Salı

Sovyetler Birliği’nde dehşet saçan Kızıl Ordu’nun kurucu komutanı Troçki, Stalin tarafından İstanbul’a sürgün edildi. Odesa’dan gemiyle İstanbul’a getirilen Troçki, Büyükdere’de gümrük ve pasaport işlemleri yapılırken, yetkililere iki mektup bıraktı. Bunlardan ilki, Sovyetler Birliği yönetimineydi:

Türkiye’de hayatıma kastedilirse, bunun sorumlusu sizsiniz.

Troçki ikinci mektubunu ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e hitaben yazdı:

Sayın Başkan, İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına, kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum.

Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar. Ülkemden çıkarılmam, sorunun sonu değildir. Olaylar, kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben, Marx’ın okulunda, tarihe sabırla bakmayı öğrendim.

En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan.

Leon Troçki.29

Kaderin cilvesine bakınız ki; Kızıl Ordu Komutanı Troçki’nin kıyasıya çarpıştığı iç düşmanlarından biri olan Beyaz Ordu Komutanı General Wrangel de, bu sürgün olayından dokuz yıl önce Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştı.

Sürgün yemiş bu Kızıl Ordu komutanı ve arkadaşlarının 1917’de bir ihtilalle kurmuş olduğu yeni yönetimden kaçan yaklaşık 150 bin Beyaz Rus da İstanbul’da yaşıyordu.

Bolşevik yönetiminin mağdurlarından Devletler Ailesi’nin fertleri ise 1919’dan beri Türkiye’ye göç edebilmek için uğraşıyorlardı. Onların büyük hayali de, bir dönem kendilerine zulmeden Troçki’nin İstanbul’a getirilişinden 123 gün sonra, 15 Haziran 1929’da mutlu bir sonla gerçekleşecekti.

Evet, ne demişler; hayat, bir tiyatro sahnesidir. O halde; Troçkide 1917’de mağrur, 1929’da ise mağdur rolündedir...

İster istemez akla şu soru geliyor: Acaba Devletler Ailesi, Troçki’nin İstanbul’a sürgün edildiğinden haberdar mıydı?

25. İsmet İnönü, Hatıralar, cilt 2, s. 243-254, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1987

26. “Evlad-ı fatihan”, Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Balkanlar’ın fethine katılan “bey”lerin, “fatih”lerin soyundan gelenlere verilen sıfattır. Bu sıfat, günümüzde, Balkan Türkleri için de kullanılmaktadır.

27. Jak Deleon, Kurt Seyit Çalı’nın sözünü ettiği General-Baron Pyotr Nikolayevich Wrangel’in önce Kırım’da bir “gönüllüler ordusu” kurduğunu, Bolşeviklere yenilince, taraftarlarıyla birlikte savaş gemilerine binip, Karadeniz’den, İngilizlerin işgali altındaki İstanbul’a sığınmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, Jak Deleon, s. 12, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003.

28. Jak Deleon, a.g.e. s. 11-15.

29. Troçki İstanbul’da, Ömer Sami Coşar, Kipaş Yayınları, İstanbul, 1969.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye