Murat Ülker: “Babam bekârken, annemin ailesiyle tanışmak için askerden kaçmış.”

Sabri Berksan, 1947-1948 yıllarında hayatındaki iki önemli merhaleyi aşmak için yola çıktı. Önce vatani görevini yaptı. Ardından da aile yuvasını kurmak için teşebbüse geçti. Berksan, hayatındaki bu iki yılı, güzel ve heyecan dolu sürprizlerle yaşayarak mutlu sona ulaştı.

Kırım kökenli ünlü tarih hocalarından Prof. Dr. İlber Ortaylı, toplumları tahlil ederken, şöyle bir değerlendirmede bulunuyor:

“Bazı toplumlar ressamdır, müzisyendir; ama Türk toplumu, savaşçıdır.”

Prof. Dr. Ortaylı, bu tanımlamasıyla, Türk milletinin “asker” bir millet olduğunu vurguluyor.

Şüphesiz, Türk toplumu için askerlik, kutsal bir vatan görevidir. Onun için, asker ocağı, “peygamber ocağı” olarak da adlandırılır.

Askerlik çağına gelen gençlerimiz, işte o “peygamber ocağı”na büyük şenliklerle uğurlanırlar. Bu şenlikler sırasında, davul ve zurnalar çalınır, Türk bayraklarıyla süslenmiş otomobil konvoyları, adeta gökleri inleten korna sesiyle şehirde, kasabada, köyde, “şeref turu” atarken, yol kenarlarında onları hayranlıkla izleyen halk, Mehmetçik adaylarını coşkuyla alkışlar.

Askerlik, sosyal bakımdan da her Türk erkeği için çok önemli bir merhaledir. Çünkü, asıl yaşam, bir başka ifadeyle “hayat gailesi” o merhaleyi aştıktan sonra başlar.

Her erkek evlat, eğitimini tamamlayınca, hiç vakit kaybetmeden vatani görevine gider. Hem evlilik, hem de iş hayatı, o görevin tamamlanması üzerine gündeme gelir.

Askerlik, hata kabul etmeyen, çok önemli ve disiplin gerektiren bir görevdir. Askerlikte disiplin, eğitimle kazanılır. Napolyon’un şu sözleri, bu eğitimin önem derecesini vurgular:

“En iyi asker, çarpışmasını değil, yürümesini bilen askerdir.” Fransa imparatorunun da işaret ettiği gibi; askerlikte, barut kokusundan önce, disiplin vardır.

Sabri; Kızıl Ordu’dan kurtuluyor, Türk askeri oluyor.

Hikâyemizin kahramanı, 16 Eylül 1920 Kırım doğumlu İslam oğlu Sabri Berksan, henüz 9 yaşındayken, Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği’nden alınan nüfus cüzdanı ve pasaportla birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kavuşur. 1929’da, ailesiyle birlikte Rusya İmparatorluğu’ndan Türkiye’ye göçer.

Daha önce belirttiğimiz gibi Sabri’nin Kırım’daki belgesiz üç yıllık öğrenciliği, Türkiye’de kabul edilmez. Okula, sıfırdan başlar. 24 yaşına gelince, yüksekokul diplomasıyla hayata atılır.

Kırım’da yaşayan Türk asıllı diğer gençler ise, askerlik çağında İkinci Dünya Savaşı’nın girdabına kapılırlar. Onlardan bir kısmı Rusya’daki Kızıl Ordu’ya, bir kısmı ise 1941’de yarımadayı işgale gelen Hitler Almanyası’nın Nazi ordusuna katılmak zorunda kalır.

Devletler Ailesi’nin savaştan 10 yıl önce Türkiye’ye göç etmesi, evlatları Asım, Hakkı ve Sabri’yi, bölgede dehşet saçan bu iki ordunun neferi olmaktan kurtarır.

Asım Berksan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde iki defa silah altına alınır. Er olarak ilk askerliğini 1937, ikinci askerliğini ise 1939’da yapar. Ailenin ikinci erkek evladı Hakkı ise, henüz askerlik çağında iken, genç yaşta ebedi yolculuğa çıkar.

Sabri, yüksekokul mezunu olduğu için, yedek subaylık hakkı kazanır. 1947 yılının Kasım’ında yedek subay adayı olarak vatani göreve başlar. Askeri okul, Ankara’nın Bahçelievler semtindedir. Okulun yanı başındaki bina ise, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en önemli sağlık kurumu olan GATA, yani Gülhane Askeri Tıp Akademisi...

Bahçelievler’de, yan yana bulunan bu iki binadan ilkinde, askeri birliklerde görev alacak yedek subaylar; ikincisinde ise tıp fakültelerini bitirmiş genç askeri tabipler ihtisas için eğitilir.

Sabri Berksan, annesi, babası ve ağabeyiyle birlikte uzunca bir süre yaşadığı başkent Ankara’ya, beş yıl sonra, bu defa askeri öğrenci kimliğiyle gider. Okulun süresi, altı aydır. Askeri eğitim bitince, kura çekecek ve yurdun herhangi bir köşesindeki askeri birlikte, asteğmen rütbesiyle görev alacaktır.

Yedek Subay Okulu’nun 27. dönem öğrencisi 2989 yaka numaralı Sabri Berksan, “motorlu topçu” sınıfında eğitim görür. Okul Komutanı Tuğgeneral Selahattin Selışık, Tabur Komutanı ise Binbaşı Fikret Esen’dir.

Kurtuluş Savaşı’nda çok önemli bir görev üstlenen Tuğgeneral Selışık, 16 Eylül 1922’de İzmir’in Çeşme bölgesine Türk bayrağını çeken süvari üsteğmendir. Selahattin Selışık, 1956-1959 yılları arasında ise orgeneral rütbesiyle Milli Güvenlik Genel Sekreterliği görevini yürütecektir.

Yedek Subay Okulu Tabur Komutanı Fikret Esen ise, Sabri Berksan’a komutanlık yaptıktan 21 yıl sonra orgeneral rütbesiyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilecektir.

Sabri’nin Yedek Subay Okulu mezuniyet notu: Çok iyi

Sabri Berksan’la birlikte Yedek Subay Okulu’nda vatani görevine başlayan hâkim adayı Talât Özgün, askerlik hayatlarının ilk günlerini şöyle anlatıyor:

Sabri Ülker, benim askerlik arkadaşım. Hukuk Fakültesi’ni bitirip, hâkim adayı olmuştum. Ardından vatani görevimi yapmak için Ankara’da, Kara Harp Okulu’nun yanındaki Yedek Subay Okulu’na gittim. Sabri ile orada tanıştım.

Bizim zamanımızda, üniversite mezunlarının yanı sıra, lise mezunları da yedek subay olabiliyordu, ama okulda, üniversite mezunları ile lise mezunlarını ayrı ayrı bölüklere sevk ediyorlardı.

Hiç unutmuyorum, okula teslim olunca, bizi kocaman bir sinema salonunda topladılar. Okul Komutanı Selahattin Selışık, öğrencileri tek tek bölüklere ayırdı. Yükseköğrenim görenler uçaksavar ve motorlu topçu sınıfına ayrıldı, bize de motorlu topçu bölüğü isabet etti. Bölükte, yaklaşık 150-160 yedek subay öğrencisi bulunuyordu.

Taburumuz belli olmuştu. Tabur komutanımız da Binbaşı Fikret Esen’di. Fikret Binbaşı, bizi bir dershaneye götürdü. “Sizi yalnız bırakıyorum, kendi içinizden bir öğrenci bölük komutanı, bir de yardımcı seçin” dedi.

İstanbul’dan gelen grup, çok kalabalıktı. İstanbullu arkadaşlar, beni öğrenci bölük komutanı seçtiler. Altı ay boyunca Yedek Subay Okulu’nda temel eğitim gördük. Sabri de İstanbul’da Yüksek Ticaret Okulu’nu bitirmişti; o da bizim bölüğe düştü.

Sabri Berksan, Ankara’nın çetin kış şartlarında başladığı Yedek Subay Okulu’nu, baharla birlikte tamamladı. Askeri öğrenciliği sırasında, okulun hemen yanı başındaki tepede Anıtkabir inşaatı vardı. Askeri öğrenciler, talimlerini, Bahçelievler’in ve Anıttepe’nin çevresindeki arazi ile Dikmen sırtlarında yapıyorlardı. Çocuk yaştan itibaren ağır hayat şartlarına adapte olmuş bulunan Sabri, disiplin gerektiren askeri eğitimi, hiç güçlük çekmeden başarıyla tamamladı. Yedek Subay Okulu’ndan almış olduğu 22 Nisan 1948 tarihli diplomasında, mezuniyet derecesinde şu not yer alıyordu: “Çok iyi”...

 

Sabri Berksan’ın Yedek Subay Okulu diploması.
 

Asteğmen Sabri Berksan, Diyarbakır kurası çekiyor.

Sabri Berksan, Yedek Subay Okulu’nu başarıyla tamamlayarak, görev yapacağı birliğin belirlenmesi için kurasını çekti. Şansına, Diyarbakır’daki 107. Topçu Alayı Takım Komutanlığı çıktı.

İlk asteğmen maaşını aldıktan sonra, trenle başkent Ankara’dan İstanbul’a, ailesinin yanına giden Sabri Berksan, bir hafta hasret giderdikten sonra tekrar yola koyuldu. Haydarpaşa’dan, kendisini bu defa Diyarbakır’a götürecek kara trene bindi. Trende, İstanbullu devre arkadaşları da vardı.

Berksan’ın devre arkadaşı Talât Özgün, bu kez Diyarbakır’da başlayıp bir yıl sürecek yaşantılarını anlatıyor:

Yedek Subay Okulu’nu başarıyla tamamladıktan sonra, kurada Diyarbakır’ı çektik. Aramızda, Sabri’nin de bulunduğu yaklaşık 50 yedek subay, trenle Diyarbakır’a hareket ettik. Bir süre Diyarbakır Orduevi’nde kaldık. Daha sonra oradan çıkartılıp, önceleri hayvanların kaldığı bir tavlaya gönderildik. Tavlayı biraz düzenlemişler, içine ranzalar yerleştirmişler. Bize, “Siz burada kalacaksınız” dediler. Kalınacak gibi değildi. “Burada kalmayız, ev tutacağız” dedik.

Sabri çok becerikli olduğu için, hemen harekete geçti ve ev aramaya başladı. Kalabileceğimiz evi, kısa sürede buldu. Ev, Diyarbakır’ın klasik, avlusu havuzlu evlerinden birisiydi. Biz, birlikte hareket eden dört arkadaştık. İki odayı ikişer ikişer paylaştık. Sabri’nin yanına Şefik isimli bir arkadaşımız düştü. Benim odamda ise, Rahmi Ülker adında bir arkadaşımız kalıyordu. Tabii Sabri’nin soyadı, o tarihlerde “Berksan”dı.

Diyarbakır’daki Topçu Alayı, Dicle Nehri’nin kenarındaydı. Birliğimize sabah gider, akşam dönerdik. O yıllarda Diyarbakır’da insani ilişkiler çok güzeldi. Halk ile ordu mensupları adeta birbirine kaynaşmış vaziyetteydi. Diyarbakırlılar, bizden izin alarak Orduevi’nin bahçesine gelir, otururlardı. Bizler, akşamları Orduevi Sineması’na giderdik. Orduevi’nin bitişiğinde de Diyarbakır Halkevi vardı. Şehir, yaz günlerinde gündüzleri cehennem sıcağını yaşar, akşamları ise serinlik çökerdi. Bölgenin ünlü ses sanatçısı Celal Güzelses, akşamları Halkevi’nin balkonundan şarkılar söyler, tüm Diyarbakır halkı, Halkevi ve Orduevi’nin önünde toplanarak onu dinlerdi. Bütün Diyarbakırlı, kadınıyla erkeğiyle ordu mensuplarına çok yakındı.

Sabri, asker ocağındayken çok prensip sahibi bir arkadaştı. Az konuşurdu. Ağırbaşlıydı. Özel hayatını anlatmazdı. Disiplinli bir asker olduğu için, hiç ceza almadı. Zaman zaman ortadan kaybolurdu. Kim bilir, belki İstanbul’daki işini kontrol etmeye, belki de nişanlısını görmeye giderdi.

Sabri, arkadaşlarıyla şakalaşırdı, ama asla ölçüyü kaçırmazdı. Sadece aile yaşantısını anlatırken Kırım’dan itibaren çok sıkıntı çektiklerini bize söylerdi.

Sabri, askerliği süresince, İstanbul’daki işiyle de meşgul olurdu. Ağabeyini telefonla arar, kendisine, imalatla ilgili notlar verirdi. Bu söylediğimiz dönem, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllar olduğu için, ülkede şeker, vesikayla verilirdi. Sabrilerin İstanbul’daki imalathaneleri, şekerli mamuller üretiyordu. Sabri, ağabeyini telefonla arayarak, “Ağabey, şekeriniz kalmadı ise, Vilayet’e müracaat edin. Mevcut şekeri ıslayın, imalata geçin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu.

 

 

Sabri Berksan, 1 Mayıs 1948 -  30 Nisan 1949 tarihleri arasında vatani görevini "topçu asteğmen" rütbesi ile Diyarbakır’daki 107. Topçu Alayı’nda yaptı. Topçu alayı, Dicle Nehri’nin kıyısındaydı. (Fotoğraflar: Talât Özgün Albümü’nden)

Askerliğimizde, topçu yedek subayıydık, ama inanır mısınız hiç top atışı yapmadık. Zaman zaman görev yaptığımız askeri birliğe Amerikalı subaylar gelir, bizi de topların yanına dizerlerdi. Amerikalılar inceleme yaparken, biz, topun yanında dikilir dururduk.

Firari Asteğmen Sabri için yapılan özel hapishane.

Asteğmen Sabri Berksan, vatani görevini yaptıktan yaklaşık yarım asır sonra, askere gidecek olan oğlu Murat’ı karşısına alıp şu tembihatta bulunur:

“Oğlum, asker ocağında iki şeye dikkat edeceksin: Gönüllü olma, işgüzar olma... Komutanların, sana hangi işi emrederlerse, sadece onu yap. Ayrıca, komutan, adını da bilmesin...”

Babasının tembihatını pür dikkat dinleyen Murat Ülker, Sabri Bey’e konuyu biraz daha açmasını söyler. Aldığı cevap şöyledir:

“İşgüzar olursan, boyum uzun dersin, o zaman sana bayrak taşıtırlar; eziyet çekersin. Şayet komutan, senin adını bilirse, adınla küfreder; ağırına gider.”

Yıllar sonra, oğluna askerlikte davranış psikolojisi üzerine öğüt veren Sabri Berksan, oysa, görev yaptığı sırada, birliğinde kaybolmuş, firarı dahi verilmiş. Sabri Asteğmen, bir süre sonra ortaya çıkmış. Disiplinli asteğmen, acaba firarda ne yapmış? O sırrı da, oğlu Murat Ülker’den öğreniyoruz:

Babam, yedek subaylığını Diyarbakır’da yapmış. Askere gitmeden önce, sözlü veya nişanlıymış. Kız tarafı da İstanbul’da oturuyormuş.

Sabri Bey, bir gün askerden firar etmiş ve İstanbul’a gelmiş. Kısa bir süre sonra da Diyarbakır’a dönüp birliğine teslim olmuş. Tabii Sabri Bey’in firarı tespit edilince, komutanları hayretler içinde kalmış. Çünkü kendisi, çok disiplinli bir yedek subaymış.

Sabri Bey, birliğine teslim olduktan sonra kendisinden üst rütbedeki subaylar, “Sabri Asteğmen, niçin bunu yaptın? Bak, askerliğin de yandı” demiş ve üzüntülerini belirtmişler.

Tabii bu olay, askerlikten firar olduğu için, babamı askeri mahkemeye vermişler. Mahkeme hâkimliği görevinde, kendisi gibi yedek subay olan İstanbullu Avukat Hayim Kohen bulunuyormuş. Aslında Sabri Bey, Hâkim Hayim Kohen’le devre arkadaşıymış. Firardan önce hâkime danışmış, “Böyle bir iş yaparsam, başım belaya girer mi, askerliğim yanar mı?” diye... Askeri hâkim, “kara kaplı kitabı”, yani askeri mevzuatı bildiği için “Gidersen, fazla bir şey olmaz” demiş. Anladığım kadarıyla, babam, hem annesini hem de sözlüsünü görmekte sabırsızlanmış ve Hayim Kohen’den aldığı cesaretle yola düşmüş.

Şimdi gelelim, tekrar yargılanma safhasına... Sabri Bey, askeri mahkemeden “oda hapsi” cezası almış. Ancak, Diyarbakır’daki kışlada bu cezayı çekecek mekân yokmuş. Demek ki, uzun zamandan beri o askeri birlikte ceza alan olmamış ki, böyle bir binaya da ihtiyaç hissedilmemiş.

Alelacele bir baraka bulunmuş. Hemen o barakanın bakımı, onarımı ve temizliği yapılmış. Baraka, Sabri Bey’in cezaevi olmuş. Yaklaşık bir ay orada yatmış, kalkmış. Baraka, kışlanın içindeymiş, ama bağımsız bir bölüm olduğu için Sabri Bey’e kendini koruması amacıyla bir de tabanca vermişler. Askeri birlikteki tüm personel, akşamın ilerleyen saatlerinde koğuşlarda istirahate çekilince, Sabri Bey gece yarısı şehre inip dolaşırmış.

Damat adayı Sabri, kız evinden tam not alıyor.

Diyarbakır’daki birliğinden, askeri hâkime danışarak firar eden Asteğmen Sabri Berksan’ın şimdi de İstanbul’da geçen günlerini izleyelim...

O günlerde yaşananları, günümüze Avni İman taşıyor. 1948’in görgü tanığı, Sabri Berksan’la karşılaştığı zaman henüz 13 yaşındaymış. İman, ablasına talip olan bu asteğmen hakkında bakalım nasıl bir hüküm vermiş:

Sabri Bey’in eşi Güzide Hanım’ın kardeşiyim. 1935 Balıkesir doğumluyum. İş hayatım, ticaretle geçti. Sabri Bey’le ilk defa babamın işyerinde karşılaştık. Sabri Bey, ablam Güzide Hanım’a talipti. O sırada yedek subay olarak askerliğini yapıyormuş. Babamı ziyarete gelerek tanışmak istemiş. Bu görüşmede aracı kimdi, onu hatırlayamıyorum.

Sabri Bey, Eminönü Hasırcılar Caddesi’nde, Kurukahveci Mehmet Efendi’nin dükkânının bulunduğu bölgedeki işyerimize gelerek babamla konuşmaya başladı. Ben de kendisini profilden gözledim. Tabii bu görüşmeyle ilgili olarak eve haber götürecektim.

Sonradan öğrendim ki, babamla görüşmek için askeri birliğinden izin almamış, kaçak olarak gelmiş.

Esmer, kara kuru biriydi. Diyarbakır’da yanmış... Sivildi. Asım Bey’le beraber geldiler. Ben, sürekli kendisini kritik ediyordum. Sabri Bey, babama dönük oturuyordu. Görüşme bittikten sonra, eve gittim; ablama, damat adayı aleyhinde konuştum. Bunlar, 13-14 yaşın verdiği duygulardı. Sabri Bey, o tarihte 30 yaşındaysa, ben de 15 yaşındayım...

Her şeyden evvel nasip, kısmet...

O zaman, Ülker yoktu zaten. Sirkeci’de, bir mağazaları vardı. Asım Bey de ağırlıklı olarak orada çalışıyordu. Sabri Bey’in daha önce ne yaptığını, ne ettiğini bilmiyordum.

Bu ilk karşılaşmadan belirli bir müddet sonra nişan ve düğün yapıldı. Bu merasimler, şimdikiler gibi çok tantanalı şeyler olmadı. Nişanlılık döneminde, aramızdaki yaş farkına rağmen Sabri Bey’le hakikaten çok iyi anlaştık. Onun bana karşı gösterdiği anlayış, benim de kendisine karşı gösterdiğim saygı gibi, müşterek duygu ve düşüncelerimiz vardı.

Sabri Bey, askerden geldikten sonra, bir gün beni Tahtakale’deki eski bir hana götürdü. Orada sadece iki odada bisküvi imal etmeye başlamış. Burası, bir hanın birinci veya ikinci katıydı. Aslında, kendilerinin Sirkeci’de koskoca bir dükkânları vardı. Şekerleme imalatı ve satışı yapıyorlardı. Kendi kendime, “Oradaki işi bırakıp da burada ne işi var?” gibilerden düşünmeye başladım. Ama temeli orada atmış. Allah, kendisine bir güç, bir sabır ve bir de ticari idrak vermiş ki, böylece sanayiciliğe geçti. Allah da istedikten sonra böyle oldu...

Zaman içinde Sabri Bey’in gayretini, hizmetini ve fevkalade insanüstü çalışmalarını takdir etmeye başladım. Çok çalıştı. Topkapı’da ilk fabrikasını kurdu. O tesisler yapılırken beraber olur, çalışır, geceler ve sabahlardık...

Bu arada, babam Muharrem Efendi’nin bir özelliğinden bahsetmek istiyorum. Babamın üç kızı, iki de yetiştirdiği kız evladı vardı. Bu beş kız evladını evlendirirken babamın prensip olarak ilk nazarda istediği şey, damat adayının dini meselede düzgün olmasıydı.

Hatırlıyorum; bir seferinde kız kardeşlerimizden birinin talibi vardı. Damat adayının babası, işyerimize geldi. Oğlunun tahsilinden, işinden gücünden övgüyle söz etti. Babam, ziyaretçisini dinledikten sonra, “Oğlunuz namaz kılar mı?” diye sordu.

Ziyaretçi de, “Cumaları kılar” cevabını verince babam, “Kusura bakma; bizde, verecek kız yok” dedi. Sabri Bey ise, bu hususta tam not aldı. Aslında, Sabri Bey’in o günkü mali durumu gıpta edilecek bir şekilde değildi. Biz de ticaretle meşgul oluyorduk. Sabri Bey’in ailesi, kendisini tanıttı, dolayısıyla taraflar tatmin oldular.

Ahsen Özokur: “Annemle babam, severek evlenmişler.”

Sabri Ülker Ailesi’nin adeta hafızası durumunda olan tek kız evlatları Ahsen Özokur, annesi ile babasının evlilik hikâyelerini tüm taraflardan ayrıntılı bir şekilde dinlemiş. Özokur’a, bu ilginç hikâyeyi anlatanlar arasında, Sabri Bey ve Güzide Hanım’ın yanı sıra, Askeri Hâkim Hayim Kohen ve çocuk yaştayken bu evliliğe karşı çıkan Avni Dayısı da var.

Asteğmen Sabri, firarda çok yoğun ve heyecanlı günler yaşamış. Kayınbiraderi küçük Avni’nin olumsuz notuna rağmen, kayınpederi Muharrem İman tam not verince sınıfı geçmiş.

Sabri Berksan ile Güzide İman’ın mutlu sona doğru giden gönül hikâyelerini bir de Ahsen Özokur’dan dinleyelim:

Anne tarafım Balıkesirli. Balıkesir’e de Isparta’dan gelmişler. Sonra İstanbul’a taşınmışlar. Annem İstanbul’u 17 yaşında görmüş. 21-22 yaşlarında da babamla evlenmiş.

Annemle babamın evlilik hikâyeleri gündeme gelince, çok ilginç anılar dinlerdim. Babam, Diyarbakır’da askermiş. Ama evlilik zamanı da gelmiş. Annemle babamı büyük teyzemin kayınvalidesi tanıştırmış. Babam, annemle tanışmak için Diyarbakır’daki birliğinden firar edip İstanbul’a gelmiş. Önce Muharrem Dedemle, daha sonra da annemle tanışmış.

Evlilikle ilgili bütün bu hikâyeleri, aradan yıllar geçtikten sonra babamın asker arkadaşı Hayim Kohen’den de dinlerdik. Hayim Bey, yedek subaymış, ama aynı zamanda askeri hâkimmiş. Babama da bir ay hapis cezası vermiş.

Babamla Hayim Bey’in arkadaşlıkları, hayat boyu devam etti. Bu, askerden firar ve görücü işi nasıl başlamış, onu anlatmak istiyorum. Önce, annemle babamın evlenmelerine vesile olan bir muhterem kişiyle konuya girelim.

Ali Haydar Efendi isimli bir tekke şeyhi varmış. Aslında, kendisi bir fıkıh âlimidir. Fakat sonradan, tasavvuf ehli olmuş. Bu muhterem zat, büyük teyzemin de kayınpederi. Yani, bir eniştemiz, oradan geliyor. Babamla, bacanak olan eniştemiz...

Bilindiği gibi dedem Hacı İslam Efendi, Fatih Medresesi’nde yetişmiş. Ali Haydar Efendi de öyle... İkisi de fıkıh âlimi. Dostane münasebetler sırasında, babamın evliliği gündeme gelmiş. Ali Haydar Efendi de, “Oğlumun bir baldızı var, ona bir bakın” demiş. Tabii bu arada, Ali Haydar Efendi’nin eşi Hanife Hanım da annemi çok methetmiş.

Hanife Hanım teyze, çok hoş bir hanımefendiydi. Kendisini tanıdığımda, 90 yaşlarındaydı. Hep “Allahım, bana ibadet ömrü ver” diye dua ederdi. O kadar güzel namaz kılardı ki, hiç eğilip bükülmezdi...

Hanife Hanım, gelinine, yani teyzeme, hep “Şükûfe Hanım” diye hitap ederdi. Ben de bu gelin-kayınvalide arasındaki münasebetleri hayretle izlerdim. Düşünebiliyor musunuz, yaşını başını almış bir kayınvalide, kendisinden çok küçük olan gelinine “Şükûfe Hanım” diye hitap ediyor. Doğrusu bu tavır, bana çok hoş ve değişik gelirdi.

Ali Haydar Efendi ile eşi Hanife Hanım arasında da sevgi dolu bir muhabbet vardı. Ali Haydar Efendi, eşinin terliklerini, “Gül Hanifemin terlikleri” diye alır, muntazam şekilde bir kenara koyarmış. Biz, o yıllarda, bu muhterem kişileri ciddi ve sert mizaçlı zannederdik, öyle olmadıklarını işitince hayretler içinde kalırdık.

Aile büyükleri arasında kız isteme meselesi görüşülmüş, ama o güne kadar annem ve babam birbirlerini hiç görmemişler. Askerde olan babam, annemi görmek için Diyarbakır’dan İstanbul’a gelmiş.

Ailede, sadece dedem çok mutaassıptı. Özellikle dedemin, kardeşlerinden çok farklı bir yaşantısı vardı. Mutaassıp olduğu için, üç kızını da herkese görücüye çıkarmıyormuş.

Muharrem Efendi’nin kızları, gençlik yıllarında, örtüler içindeymiş. Dedem, kızlarına talip olan damat adayının önce ailesiyle tanışır, ardından o kişiyi dükkânında kabul edermiş. Olumlu bir kanaat sahibi olduktan sonra, iki tarafın hanımları bir araya gelirmiş. Bu arada, damat adayının eve kabul edilmesi söz konusu olunca, bu kabul sırasında kızlarının başı açık çıkmasına izin verirmiş.

Dedem, bu kadar katı bir Müslüman iken kızlarına görücü gelince, daha esnek davranması, bana çok tuhaf gelirdi. Ama annem, bu duruma şöyle bir açıklık getirmişti: “Deden, izdivacın yüzde yüz gerçekleşeceğine inandığı durumlarda, insanları eve alırdı...”

Topçu Asteğmen Sabri Berksan’ın askeri kimliği...

Muharrem Dedem, Osmanlı’da var olan şeyhülislam fetvasına göre hareket edermiş. O fetva da şöyleymiş: “Niyet ciddi olunca, kız, görücü karşısına başı açık çıkabilir.”

Dedemle babamın görüşmesi sırasında, Avni Dayım da oradaymış. Yaşı henüz küçükmüş. Dedemle babamın görüşmesinden sonra eve giderek anneme, yani ablasına, “Seni isteyen kişi, çok çirkin, kara bir adam; sakın beğenme!” demiş. Ama annem, babamı ilk gördüğünde çok beğenmiş, onu biliyorum. Babam annemi, annem de babamı gerçekten çok beğenmişler. Birbirlerini severek evlenmişler.

Sabri Berksan, yargılanmasını da espriyle anlatırmış.

Asteğmen Sabri Berksan, müstakbel nişanlısını görmek için Diyarbakır’daki birliğinden firar edip, İstanbul’a gelişinden dolayı hatırı sayılır bir disiplin cezası almış, ama kaldığı cezaevini kendisi açıp kapatıyormuş. Cezayı veren askeri hâkimle de ömür boyu sürecek ailevi bir dostluk, arkadaşlık ve dayanışma içine girmiş.

Askeri hâkimlikten terhis olduktan sonra İstanbul’da avukatlığa başlayan Hayim Kohen’in hukuk bürosundaki meslektaşı Yılmaz Karadeniz’de de, Sabri Bey’in askerlik dönemiyle ilgili ilginç detay bilgiler var. Sabri Berksan’ın askerlik anıları, aldığı disiplin cezasıyla bitmiyor; içinde, Güneydoğu’nun kaçakçılık öyküleri de bulunuyor. Hikâyenin eksik karelerini, Avukat Karadeniz tamamlıyor:

Yükseköğrenimimi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bitirdikten sonra, Avukat Hayim Kohen’in yanında avukatlık stajı yaptım, ardından da bu büroda çalışmaya başladım.

Sabri Ülker Bey’le 1959 yılında, Hayim Kohen’in yazıhanesinde tanıştım. Sabri Bey ile Hayim Bey, asker arkadaşıymış. Hayim Bey’in avukatlık bürosu, Sirkeci’deki Doğubank İşhanı’nın üçüncü katında 320 numaralı daireydi.

Sabri Bey ve Hayim Bey, askerlikte kıta hizmetini Diyarbakır’da yapmışlar. Hayim Kohen, avukatlık stajını tamamladıktan sonra askere gittiği için, tümende “askeri hâkim” olmuş. Bu arada zannedersem, Sabri Bey Diyarbakır’dan İstanbul’a izinli gelmiş. Ancak, izin süresini üç-beş gün geçirince, “asker kaçağı” muamelesi görmüş. Sabri Bey’den dinlemiştim; o yıllarda ulaşım trenle olduğu için, bu yolculuk uzamış. Sabri Bey, Askeri Hâkim Hayim Kohen’in huzuruna çıkmış. O günleri anlatırken, “Beni, bu gâvur hâkim yargıladı” diyerek espri yapardı.

Sabri Bey’in anlattıklarına göre; Güneydoğu Anadolu’da kaçakçılık çok yaygın olduğu için, sınırda nöbet tutan askerler, zaman zaman silahlarını kaçakçıya kaptırırlarmış. Bu askerler, daha sonra hâkim huzuruna çıkarken, Sabri Bey’in yanına gelip, “N’olur Komutanım, söyle de, beni bu gâvur hâkim yargılasın” derlermiş.

Sovyetler, Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istiyor.

1947-1948 yıllarında Sabri Berksan’ın yaşamında çok hayati iki merhale mutlu bir şekilde aşılırken, Türkiye’de ve dünyada da çok önemli siyasal ve ekonomik kararlar alınıyordu.

ABD ve İngiltere’yle birlikte Hitler diktasını sona erdiren Sovyetler Birliği, savaş sonrası “yayılmacılık politikası”nı sahneye koyuyor, sıcak denizlere açılabilmek için Türkiye’den, Kars ve Ardahan’ı istiyordu. Egemenlik tehdidiyle karşı karşıya kalan Türkiye, savaşa katılmamış olmasına rağmen, büyük bir ekonomik kriz içindeydi. Bu krizi aşamaması halinde, her an yeni dış tehditlerle karşılaşması mukadderdi.

İngiltere ise, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri kontrolü altında tuttuğu Ortadoğu’dan, İkinci Dünya Savaşı’nı takiben çekilmeye karar verdi. Sovyetler de bu fırsatı değerlendirip, Ortadoğu üzerin den Basra Körfezi’ne açılmak istiyordu. ABD, Sovyetler’in bu teşebbüsüne izin vermeyip, Türkiye ve Yunanistan’ı güçlendirmek için “Marshall Yardımı” adı altında bir yardım programı başlatma kararı aldı. Bu yardımla birlikte, Türkiye’ye öncelikle iş makineleri gelmeye başladı. Onu, ileriki yıllarda gıda maddeleri ve askeri yardımlar da izleyecekti.

Bu arada, çok partili siyasi hayata geçmiş olan Türkiye, hem uluslararası ekonomik destek sağlamak, hem de üyesi olduğu Birleşmiş Milletler Örgütü Sözleşmesi’ndeki taahhüdünü yerine getirmek için “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni imzaladı.

İki arkadaştan biri Türk, diğeri Nazi askeri.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya düzeni yeniden oluşmaya başladı. Nazi Almanyası ve Avrupa’nın büyük bir bölümü savaş sırasında yakılıp yıkılmış, milyonlarca can kaybı olmuştu. Nazilerin safındaki Kırımlı pek çok Türk genci ise Almanya’nın yenilgisi üzerine orta yerde kalakalmıştı. İşte o gençler arasında Sabri Berksan’ın çocukluk arkadaşı Kurt Seyit Çalı da vardı.

Savaş sonrası sahneye konulan yeni uluslararası oyunun adı “Soğuk Savaş”tı. Bu, psikolojik bir propaganda savaşıydı. Daha düne kadar ABD ve İngiltere ile müttefik olan Sovyetler Birliği, başta Kars ve Ardahan olmak üzere yeni topraklar peşindeydi.

Sabri Berksan, Soğuk Savaş döneminde Türk ordusunda vatani görevini yapmaya başladı. Onun Nazi askeri olan çocukluk arkadaşı Kurt Seyit ise Avrupa’da sığınacak yer arıyordu.

Kırım ve Kırımlılarla ilgili olaylar ve hikâyeler anlatmakla bitmiyor. Kırım Türklerinin yüzyıllardan beri yaşadığı trajediler, günümüzde birer ibret belgesi olarak dehşetle dinleniyor. İşte böyle bir hikâyeyi dinlemeden önce, Kırım kökenli, Köstence Tatarlarından ünlü Türk şair ve edebiyatçı Yahya Benekay’ın, inanılması güç olayları tahlil ederken söylediği ilginç bir değerlendirmeden yola çıkalım.

Türk sanat musikisinin popüler eserlerine söz yazarlığı da yapmış olan Benekay, karmaşık olayları anlatırken, konuşmasına şöyle başlardı:

“En büyük senarist, Cenab-ı Allah’tır.”

Şimdi, bizim de önümüzde, böyle bir senaryo var. O senaryoyu okudukça, insan şaşkına dönüyor, işin içinden çıkmakta zorlanıyor. Olaylar arasında bağlantı kurmaya kalkışınca, ister istemez “Olmaz böyle şey...” diyor.

Kitabımızın baştaki bölümlerinde, hikâyemizin kahramanı Sabri’nin Kırım’daki çocukluk arkadaşı Kurt Seyit’ten söz etmiş- tik. Bolşevik İhtilali’nin hüküm sürdüğü yıllarda, babası Türkiye’ye kaçmış, o da annesiyle birlikte Kırım’da yapayalnız, kaderlerine terk edilmişti.

Sabri ile Seyit, birlikte büyüdüler. Aileleri dost, onlar da arkadaştı. Sık sık görüşürlerdi. Sabri’nin dedesi Hacı İslam Efendi, küçük Kurt Seyit ile annesini adeta himayesine almıştı.

İhtilalin on ikinci yılında Sabri ile ailesi, Türkiye’ye göç ediyor, Kurt Seyit ise babasının Türkiye’den geleceği günlerin hayaliyle yaşıyordu. Ancak, o hayal asla gerçekleşmeyecekti.

1917’de Rusya’da başlayan, üç yıl sonra da Kırım’ı etkileyen olaylar hiç durulmadı; 1939 yılında patlak veren İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte artarak devam etti.

Sabri savaş yıllarında Türkiye’deydi. Kırım’da yarım bıraktığı tahsiline sıfırdan başlamış, lise son sınıfa kadar gelmişti. Kurt Seyit ise babası gibi Türkiye’ye kaçma imkânı bulunmadığı için, savaşın dehşetini yaşıyor, silah altına alınmak üzere olduğu Kızıl Ordu’ya dahil olmak istemiyordu.

Hitler’in Nazi askerleri, 1941 yılının Ekim ayında Kırım’ı işgal etti. Nazi ordusu, işgal bölgesinden, asker temin etmeye başladı. Kısa sürede, umduğunu buldu. Kırımlı pek çok genç, Nazi ordusu saflarına geçti. Kurt Seyit de bu gençler arasındaydı. Yeni Nazi askeri Kurt Seyit, yaklaşık dört yıl Alman askeri üniformasıyla, Kızıl Ordu’ya karşı savaştı. Kızıl Ordu’nun müttefikleri ise, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ydi.

Almanlar, 1945 yılında savaşı kaybedince, Kırım’daki yerli halk içinden saflarına kattıkları gençlerle birlikte Yarımada’yı terk ettiler. Sabri’nin arkadaşı Kurt Seyit de Alman komutanlarıyla birlikte, bir savaş gemisinin içinde Romanya’nın Köstence Limanı’na ulaştı.

Naziler, Kara Avrupası’na çıkardıkları Kırımlı gençleri yüzüstü bıraktılar. Kurt Seyit ve arkadaşları, Köstence’den yola çıktıktan sonra aylarca dağ tepe yürüyerek Macaristan, Çekoslovakya ve Avusturya üzerinden İtalya’ya ulaştılar. Zoraki Nazi askeri olan bu gençler, can derdine düşmüştü. Çünkü her an karşılarına çıkabilecek Rus askerlerinin korkusunu yaşıyorlardı.

Kurt Seyit, Kızıl Ordu’dan kaçmış, ancak saflarına dahil olduğu Nazilerin yenilgisi, onun dünyasını yıkmıştı. Avrupa’nın orta yerinde ne yapacağını bilmez haldeydi. Çaresizdi...

Üç arkadaşıyla birlikte, bir İtalyan ailenin evine sığındı. Onlardan, hiç ummadığı ve beklemediği derecede çok büyük iyilik gördü. Bu ailenin yardımıyla Kuzey İtalya’daki “Vatanını Kaybedenler Kampı”na ulaştı.

Kamp, savaşın galipleri tarafından yönetiliyordu. Oysa Kurt Seyit, savaşı kaybeden ordunun askeriydi.

Kampta günlerce sorgulandı. “Türk” olduğunu söyledi. Hatta babasının İstanbul’daki adresini dahi verdi. Kampta görevli olan Amerikalı subay, Kurt Seyit’i adeta himayesine aldı.

Seyit için, savaştan üç yıl sonra Türkiye’ye kavuşabilme imkânı doğdu. Bunu da kamptaki Amerikalı bir subay sağladı.

Evet; bir zamanlar Nazi ordusunda görev yapan Kurt Seyit Çalı, 1948 yılının Nisan ayında İtalya’nın Bagnoli Limanı’ndan kalkan “Vatansızlar” gemisiyle Türkiye’ye hareket etti.

Kurt Seyit’in arkadaşı Sabri Berksan ise altı aydan beri başkent Ankara’da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yedek Subay Okulu’nda öğrenciydi. Sabri, okulu 22 Nisan 1948’de “çokiyi” dereceyle bitirip ertesi gün trenle İstanbul’a hareket etti.

23 Nisan 1948 Cuma günü Sabri ile Kurt Seyit’in yolları, bu defa İstanbul’da kesişiyordu. Sabri’yi getiren tren, Haydarpaşa Garı’na yanaşırken Kurt Seyit’i getiren Rum bandıralı gemi de Tuzla’daki “Tahaffuzhane Kampı”nın41 önünde demir atıyordu.

Evet, Yahya Benekay’ın dediği gibi, en büyük senarist Cenab-ı Allah’tı.

Şimdi, Kurt Seyit Çalı’dan, 23 Nisan 1948 Cuma günü İstanbul’a gelişi ve Vatansızlar Kampı’ndan, karantinaya girmeden kurtuluşunu dinleyelim. Bu kurtuluş hikâyesinde, yine Sabri Berksan’ın ailesi var:

...Avrupa’nın orta yerinde kalakalmıştık. Yenilmiş bir ordunun askeriydik. Belki de bir mucize bekliyorduk.

Endişe içinde sığındığımız İtalyan aile, bize öyle büyük bir iyilik yaptı ki, kampa gidebilmemiz için gereken tren parasını dahi ödedi. Hatta yanımıza yiyecek içecek de verdi... Sonunda o kampa ulaştık.

Zor da olsa, kampa girmeyi başardım. Hemen sorguya aldılar. Çat pat Almanca, çat pat İtalyanca derdimi anlattım. “Türkiye’de doğdum. Babam orada” dedim. Rus olmadığımı söyledim. Ama bu sorgulama sırasında çok şaşırtmalar yaptılar. Mesela, arkadan Rusça konuşuyorlar... Hiç tepki vermemem gerekiyormuş. Sonra yürümemi emrettiler, yürüdüm. Meğer yürüyüş tarzıma bakıyorlarmış.

Bu sorgudan sonra beni ya Türkiye’ye gönderecekler ya da kampta tutacaklar. Bırakmadılar, kampta kaldım. Üstelik, İtalya içinde tam 7 ayrı kampa sevk ettiler. Kamplardaki koşullar da her seferinde kötüleşiyordu. Son kaldığımız kampta, artık kişi başına günlük kalori 700’e kadar düşmüştü. Neredeyse yarı yarıya açtık. Yine bu son kampta otururken kampın müdürü olan Amerikalı subay, beni odasına çağırdı. Biraz sohbet ettik. Ben yine aynı hikâyeyi anlatıp duruyordum.

Birden durdu ve “Senin dosyalarını göstereyim” dedi. Dosyam geldiğinde ne göreyim; son derece kalın bir halde... İlk sorguda mesela, benden yürümemi istemişlerdi. Yürümüştüm... Yürümem için “asker yürüyüşü” notu düşmüşler. Yani ben ne desem inanmamışlar.

Sonra o Amerikalı subay bana “Sen iyi bir insana benziyorsun, ben seni üç hafta içinde Türkiye’ye göndereceğim” dedi. Sonra kalktı, o kalın dosyayı sobanın içinde yaktı. Bana yeni bir dosya hazırladı. Çıkarken de kocaman somun bir ekmek... Yanına peynir, bir şeyler verdi.

Amerikalı müdürün odasından çıktığımda ne göreyim... Kamptaki herkes, müdürlük binasının etrafında toplanmış, merakla, ne olacak diye bekliyor. Pek bir şey söylemedim, “Konuştuk filan” dedim.

Amerikalı müdür dediğini yaptı. Önce, Napoli yakınlarındaki bir bekleme kampına nakledildik, ardından da Bagnoli Limanı’ndan Rum bandıralı bir gemiye bindirildik.

Gemide, 235 harp esiri vardı. Bunların büyük çoğunluğu, Kırım Tatarı’ydı. Aramızda, Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’den Yunanistan’a kaçan Çerkezler de bulunuyordu. Bu Çerkezler, Alman işgali sırasında Hitler ordularına iltihak etmişlerdi. Hepsi, Türkiye hasreti çekiyordu.

Bu arada, gemide, kadınlar ve çocuklar da vardı. Bunlar, şüphesiz harp esiri değildi. Ama esir erkeklerin bazıları, Avrupa’da bir ülkeden diğer ülkeye kaçarken veya kampta uzun yıllar yaşarken evlenmişler ve çoluk çocuk sahibi olmuşlardı. İşte, gemideki anneler ve çocukları onlardı.

İçinde bulunduğum gemi, 23 Nisan 1948’de İstanbul’da Tuzla açıklarına yanaştı. Bizi, sandallarla gemiden tahliye ederek Tuzla’da karaya çıkardılar. Oradan da bizim için hazırlanmış olan kampa getirdiler.

İtalya’dan gelen bütün yolcuların listesi bendeydi. Amerikalı görevliler, beni, “gemi sorumlusu” yapmışlardı. Tuzla’ya gelince, elimdeki listeyi İstanbul’un kamp sorumlusuna verdim.

Yerleşmek için arayış halindeydim. O sırada karşıma Asım Ağabey çıktı. Birbirimizi gördüğümüz an hiç yabancılık çekmedik. O beni tanımıştı, ben de onu... Ben, zayıflamışım, çökmüşüm. Onu gördüğümde başladım ağlamaya. Birbirimize sarıldık. Bu arada Asım Ağabey, “Seyit, seni buradan çıkarayım. Eğer kampta kalırsan, seni burada sürekli tutmazlar. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kamplar var. Onlardan birine gönderebilirler” dedi.

Asım Ağabey, daha sonra kamp sorumlularına gitti, benim bütün mesuliyetimi üstüne alacağını söyledi; bir taahhütname imzalayarak beni kamptan kurtardı ve evlerine götürdü.

Asım Ağabey’in ailesi, annesi ve babasıyla aynı evi paylaşıyordu. Sabri ise o tarihte askerlik yapıyordu. Bir müddet sonra Sabri ile Asım Ağabey’in evinde buluştuk.

Türkiye’ye gelince canım kurtuldu. Ama eşim, çocuklarım Kırım’da kaldı.

Onlarla haberleşmenin imkânı yok... Ne ben onları biliyordum, ne de onlar beni... Babam ise çoktan ölmüş...

Bu yalnızlık günlerimde bana Asım Bey sahip çıktı. Evlerinde baktı. “Baktı” derken, lafın gelişi söylemiyorum. Bana İstanbul’a gelişimden itibaren evini açtı, yedirdi, içirdi, giydirdi...

Yeniden hayata başlamamda, ailece çok yardımcı oldular. Hacı Baba Hacı İslam Efendi, bana eski günleri anlattı. O günden sonra, neler yapmam konusunda nasihatler etti.

Sabri Bey yaşıtımdı. Bana, “Sait Çelebi” diye takılırdı. Hakkı ise henüz sağdı. Ülker firması, yeni kurulmuştu. İşte o dönemde, Asım Ağabey’in eşi Zehra Hanım, yani bizim deyişimizle “Yenge Ana”nın da büyük emeği geçti. Beni alıp babamın yaşadığı Üsküdar’a götürdüler. Babamın Üsküdar’daki komşularını gördüm. Bana babamı anlattılar. Benden söz edermiş. Babam, beni bebekken bırakmak zorunda kalmıştı. Kadere bakınız, ben de çocuklarımdan ayrılmıştım. Babamın çektiklerini aynen çekiyordum. Bir süre Asım Ağabeylerde kaldıktan sonra kendime yeni bir hayat yolu seçtim. Kazan Tatarlarından olan ikinci eşim Nuriye Hanım’la 1949 yılında İstanbul’da evlendim.

 

23 Nisan 1948’de Türkiye’ye gelen Kurt Seyit Çalı, 1949’da Kazan Türklerinden Nuriye
Hanım’la evlendi. 1960’ta da Amerika Birleşik Devletleri’ne mülteci olarak kabul
edildi. 1965’te ABD vatandaşlığı alan Kurt Seyit Çalı ve eşi, 1986’da Türkiye’ye döndü.

 

Önce, bir terzi yanında çalıştım. El becerilerim çok iyiydi. Ama çok az kazanabiliyordum. Yine o sıralarda, savaş yıllarında Almanya’dan kaçan hocalar Türkiye’ye sığınmış ve İstanbul Üniversitesi’nde göreve başlamıştı. Tıp Fakültesi’nin morfoloji bölümündeki bir Alman Hoca’ya laborant lazımmış. Almanca bildiğim için bana haber verdiler. Almanca dilini biliyordum, ama laboratuvar işinden anlamıyordum. Kendi kendime “Kısa sürede öğrenirim” dedim. Gerçekten de işe girdim ve öğrendim.

Aradan zaman geçti; Amerika, Rusya’da doğmuş, ama Rusya dışında yaşayanları göçmen olarak alacağını ilan etti. Ben de eşimle birlikte Amerika’ya göç ettim. O iş bu iş derken, 14 ay kuaförlük kursuna gittim. Eşimle, tesadüflerin de yardımıyla bir kuaför dükkânı açtık. Orada uzun yıllar yaşadık. Bu arada bir hastalık geçirdim, tedavim bitince 1986 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yaptık.

Kırım’da kalan oğullarımla haberleşme fırsatı bulmuştum. Ama onları ancak 1988 yılında görebildim.

Kırım’da iki oğul ve bir hamile eş bırakmıştım. Üçüncü yavrumun yüzünü bile görmemiştim. Üç evladımı da İstanbul’da kucaklamak nasip oldu. Kırım’daki eşim vefat etmiş, vefatından önce oğullarıma, “Babanızı bulun” demiş. Onun vasiyeti de yerine gelmiş oldu.

Kırımlı Kurt Seyit’in baş döndüren hikâyesi böyle... Seyit, İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazi ordusunda Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Sovyet ordusuna karşı savaştı. Soğuk Savaş döneminde ise ABD vatandaşlığına kabul edildi. Evet, o artık, dün silah doğrulttuğu ülkenin bugün vatandaşı... Bu senaryonun adına siyasette, “diplomasi oyunu” diyorlar.

1947 - 1948 yılları arasında yaşanan olaylar

İkinci Dünya Savaşı sona erince, Batı ülkeleri derlenip toparlanmaya başladı, Sovyetler Birliği ise sıcak denizlere açılabilmek için Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi.

Türkiye, savaşa girmemişti ama, çok büyük bir ekonomik çöküntüye uğramıştı. Bu çöküntüden çıkması için ABD’nin Marshall Yardımı imdadına yetişecekti.

Şimdi, 1947-1948 yılları arasındaki ulusal ve uluslararası gelişmeleri birlikte izleyelim:

  • 20 Şubat 1947 - İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun, TBMM’de kabul edildi.

  • 11 Mart 1947 - Türkiye, IMF’ye (Uluslararası Para Fonu) kabul edildi. ™

  • 12 Temmuz 1947 - Truman Doktrini çerçevesinde ABD’den Türkiye’ye Yapılacak Marshall Yardım Antlaşması Ankara’da imzalandı. ™

  • 22 Ekim 1947 - ABD’nin, Marshall Yardımı kapsamında Türkiye’ye vermeyi taahhüt ettiği yardımın ilk partisi İskenderun 233 Limanı’na geldi. İş makinelerinden oluşan bu yardım malzemeleriyle İstanbul-Ankara Karayolu’nun yapımına başlandı. ™

  • 25 Ekim 1947 - Sovyetler, Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi. ™

  • 30 Ocak 1948 - Akbank (Adana-Kayseri Bankası) kuruldu.

 

 

  • 1 Mayıs 1948 - Gazeteci Sedat Simavi’nin kurduğu Hürriyet gazetesi yayın hayatına başladı.

  • 25 Mayıs 1948 - CHP’nin TBMM Grubu’nda, İlahiyat Fakültesi kurulması kararlaştırıldı. ™

  • 5 Haziran 1948 - İstanbul’da, Komünizmle Mücadele Derneği kuruldu. ™

  • 3 Ağustos 1948 - Türkiye Serbest Güreş Milli Takımı, Londra Olimpiyatları’nda dünya birincisi oldu. ™

  • 29 Ekim 1948 - Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği yakınında kurulan Türk Hava Kurumu Uçak Motor Fabrikası hizmete girdi. ™

  • 10 Aralık 1948 - Türkiye, “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni imzalandı.

41. Bir bulaşıcı hastalık görüldüğü zaman gerekli sağlık tedbirlerinin alınması, hastaların gözetim altında tutularak tedavilerinin yapılması için kurulmuş bulunan ve günümüzde “karantina” diye adlandırılan sağlık tesisinin eski adı.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye