Sabri Ülker: “Mühendis olma hayalimi İkinci Dünya Savaşı’nın ağır şartları engelledi.

Tüm okullarını “pekiyi” dereceyle bitiren Sabri’nin gönlünden, “mühendis olmak” geçiyordu. Şartlar elverirse, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuyacaktı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı çıkınca, ağabeyi Asım askere alındı; Sabri de Ankara’daki dükkânın başına geçti.

MÖ 551-479 yılları arasında yaşadığı sanılan Çinli filozof Konfüçyüs, “Eğer ağaca çıkmak istiyorsanız, yıldızları hedef alın” demiş. Konfüçyüs’ten 23 yüzyıl sonra yaşamış olan Almanların ünlü edebiyatçısı Goethe ise, “Hedefe yaklaştıkça, zorluklar artacaktır” tespitinde bulunmuş.

Genellikle insanlar, “hedef” yolculuğuna “umut”la birlikte koyulurlar. Aslında umut, bir serap gibidir; bizi aldatsa da o duyguyu hayatımızdan hiç çıkarmak istemeyiz. Zaten ümit etmek, geçici de olsa mesut olma halidir.

1940 yılında Kütahya Lisesi’ni “üstün başarı” ile bitiren Sabri Ülker, iş hayatına atılışının 50. yıl dönümünde, mazide bıraktığı bir ümidini aynen şöyle anlatacaktı:

Mühendis olacaktım, başkasını hiç düşünmüyordum. Liseyi bitirdiğim sene, ağabeyim yedek askerliğe alındı, onun işlerine bakmak için bir sene kaybettim. İkinci sene kayıtlar kapandıktan sonra döndü; bir sene daha kaybetmemek için Sultanahmet İktisadi ve Ticari İlimler Mekteb-i Âli’sine [Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu] kayıt olabildim. Mühendislikten, çaresiz vazgeçtim.35

Sabri Ülker, 74 yaşındayken, 20 yaşında karşılaşmış olduğu bir imkânsızlığı anlatıyor ve “çaresizdim” diyor.

Evet, çaresiz olmak... Ümit ettiği hedefe ulaşamamak...

“Ümit etmek” üzerine çok şeyler yazılmış, söylenmiş. O duygunun bir ilaç olduğu, ağrıyı dindirdiği, ama tedavi etmediği yorumu yapılır; hatta kuşlardaki kanada dahi benzetilir...

Sabri Ülker, liseyi bitirince önce hedef belirleyerek ümit etti, ardından da o ümide kavuşamayınca, sabretmesini bildi. Zaten, sabretmekten başka bir seçeneği de yoktu. Çünkü ailevi şartlar, onu, askerdeki ağabeyinin işyerlerinde sorumluluk almaya mecbur etmişti. İhtiyaç duyulduğu an, insanların yanında olma duyarlılığına sahip bulunduğu için öğrenimine ara vererek, ağabeyinin işyerleri arasında koşuşturmaya başlayacaktı.

Asım Berksan, Ankara’da şekerci dükkânı açıyor.

Şimdi, hayallerini erteleyen Sabri’den önce, ağabeyinin iş hayatındaki gelişmelere bakalım...

Ağabey Asım Berksan, Eminönü’ndeki Besler Mamulleri Satış Mağazası’nın işletmesine önce ortak olmuş, daha sonra fabrikanın sahibi Fehmi ve Sami Besler kardeşlerin teklifi üzerine bu işyerinin tamamını devralmıştı.

Besler kardeşlerin her ikisi de Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi) mezunuydu. İş hayatına ticaretle atılmışlar, Besler ürünlerinin imalatına ise, Marko Usta’nın teşvikiyle girmişlerdi. Satış mağazalarının önce yarısını, daha sonra tamamını Asım Berksan’a devrederlerken, adeta bu işten kurtulmak ister gibiydiler.

Asım Berksan, Besler kardeşlerin teklifini tereddütsüz kabul etti. Bu arada, badem ezmesi imalatı yapan arkadaşı Kenan Tuncer’le de ortak oldu. Yeni işyerini, “Asım Berksan Müessesesi” adıyla Ticaret Sicili’ne kaydettirdi.

1 Eylül 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı, ülke olarak katılmamamıza rağmen Türkiye’nin düzenini altüst etti. Eminönü’nde bir şekerleme dükkânının sahibi olunca sorumluluğu daha da artan Asım Berksan ise çıkan savaş üzerine, “bedelli ihtiyat askeri” (yedek asker) olarak silah altına alındı ve Çorlu’ya gönderildi. Asım, savaş şartlarına rağmen fırsat buldukça zaman zaman görev yaptığı askeri birliğinden İstanbul’a gelip, işyeriyle ilgilenebiliyordu.

Savaş, bütün şiddetiyle devam ederken, İstanbul bir hava saldırısına uğrama tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine, sivil halkın büyük bir kısmı şehri terk etti. Ailenin, 28 yılda dördüncü defa savaş şartlarından etkilenmesi üzerine, Asım Berksan Ankara’ya gitti ve Anafartalar Caddesi’nde bir şekerci dükkânına önce ortak oldu, daha sonra dükkânın tamamını devraldı. Bu dükkânda bisküvi, çikolata ve şekerleme ürünleri satıyordu.

Savaş, kısa bir süre sonra adeta kapımıza dayandı. Hitler’in Nazi orduları Bulgaristan’ı işgal edince, Trakya boşaltıldı. Halk, panik halindeydi. Hükümet, İstanbullulara, şehri terk etme çağrısı yaparken, yurdun iç ve doğu bölgelerine gitmek isteyenlerin de trenlerde ücretsiz seyahat edebileceklerini duyurdu.

Bir oğlu kısa dönem askerlik yapan, bir oğlu da Ankara’da bulunan Hacı İslam Efendi de, İstanbul’da yaşamanın risk altına girmesi üzerine, Köprülü Kütüphanesi’ndeki görevinden ayrılarak, eşi Şakire Hanım’la birlikte başkente taşındı.

Asım Berksan’ın, ikinci askerliği sırasında, vakit bulup İstanbul’dan sonra başkent Ankara’da da dükkân açması, İkinci Dünya Savaşı şartlarının mecburiyeti gibi görünüyordu, ama bu teşebbüste yeni pazar arayışlarının ipuçları da vardı.

Ankara, henüz 17 yıllık başkentti. Aslında, 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin başkenti olmuştu. Anadolu’nun orta yerindeki bu tarihi kent, Cumhuriyet’le birlikte yeniden şekillendi. Ulus Meydanı ve Anafartalar Caddesi, kısa sürede şehrin yönetim, iş, ticaret ve sanat merkezi halini aldı. Meclis’in yanı sıra, Başbakanlık binası da buradaydı. Ankara Adliyesi ile Ankara Belediyesi, bu ünlü caddenin dikkat çeken kamu binalarıydı.

Ulus Meydanı’ndan Samanpazarı’na kadar devam eden Anafartalar Caddesi, 1930’lu yıllardan itibaren sağlı sollu yeni işyerleriyle doldu. İstanbul’un Bahçekapı semtindeki ünlü Hacı Bekirzade Ali Muhiddin ile Şehzadebaşı’nın tarihi şekercisi Osman Nuri de ailesiyle birlikte Ankara’ya taşınıp, Ulus’ta yeni işyeri açtı.

O dönemde Türk insanının ayakkabı ve giyim kuşamını üreten Sümerbank mağazası da başkentin bu caddesinde yerini alacaktı.

Başkentteki şekercilerin büyük rekabeti

Asım Berksan da, dükkânını Anafartalar Caddesi’nde açmayı tercih etmişti. Çünkü o yıllarda, İstanbul kökenli Hacı Bekir ve Osman Nuri’nin yanı sıra, Mehmet Turhan ve Yusuf Ziya Beyler de Anafartalar’da şekerci dükkânı işletiyordu.

Savaş yıllarında, Ankara’da, özellikle şekerleme ürünleri piyasasında rekabet iyice kızıştı. Asım Berksan’ın İstanbul’dan gelerek, büyük bir ümitle devraldığı dükkân, kısa sürede böylesine bir rekabet ortamında kaldı.

Anafartalar ve çevresinde, şekerci dükkânlarının sayısı her geçen gün artmaya başladı. Atpazarı’ndaki Pilavcıoğlu Han’da Ecirzade Mustafa Avni, Çukurhan’da Hacı Sayid ve Mahdumları, Semerciler’de Kantarcızade Hacı Ömer, Uzun Çarşı’da Karaağaçlı Hacı Mustafaoğlu Süleyman ile Çankırı Caddesi’nde Tosunzade Abdurrahman, yine Anafartalar’da Mediha Turhan ve Pervin Atatür, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda Mehmet Gafur Kumak ile Ulucanlar’da Yusuf Şendal da Asım Berksan’ın rakipleri arasındaydı.

Ulus Meydanı ve Anafartalar Caddesi, ünlü lokantalarıyla da şehrin önde gelen şahsiyetlerinin uğrak yerlerindendi. Meşhur Cumhuriyet Yıldız Lokantası, tarihi Zincirli Cami’nin hemen yanı başındaydı. Bu lokantanın müdavimleri arasında şair, edip, siyasetçi ve diplomat Yahya Kemal Beyatlı da vardı.

Ankara kökenli işadamı Vehbi Koç’un ilk işyeri de, Asım Berksan’ın şekerci dükkânının bulunduğu bölgedeydi. Vehbi Bey, öğle yemeklerinde, genellikle Abdullah ve Mustafa Çizmecioğlu kardeşlerin işlettiği lokantada “ev yemeği” yiyordu.

1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra aynen Asım ve Sabri Berksan’ın ailesi gibi Rusya’dan kaçıp, Anadolu’ya sığınan Juri Georges Karpovitch, Ankara’daki Taşhan’ın altında lokanta açmıştı. Bu lokantanın müşterileri, başta Cumhurbaşkanı Atatürk olmak üzere, tüm devlet ve hükümet erkânı ile şair ve ediplerdi. Atatürk, Rus asıllı Karpovitch’e “Karpiç” adını verdi. Daha sonra “Baba Karpiç” lakabıyla anılan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edilen Karpiç Keçeci’nin işlettiği lokantanın ünü, kısa sürede ülke sınırlarını aşacaktı.

Sabri Berksan’ın hayranı olduğu şairler de Ulus’taydı

Henüz 20 yaşındayken, ağabeyinin işyerini çekip çeviren Sabri Berksan, sürekli bir koşuşturma içindeydi. Kütahya Lisesi’nde öğrenim görürken, özenle hazırladığı “Seçme Yazılar” isimli defterinde şiirlerine yer verdiği pek çok ünlü şair ve edip, Ankara’daki işyerlerine yürüme mesafesinde bulunan İstanbul Pastanesi’nin müdavimiydi. Sabri Berksan, o ünlü kişilerle Anafartalar Caddesi’nde belki de hemen her gün karşılaşıyordu.

Başkentte yaşayan gazeteciler, sanatçılar, aydınlar ve yazarların buluştukları İstanbul Pastanesi’ne şair Necip Fazıl, “Efkâr-ı Umumiye Merkezi” adını vermişti. Ünlü gazeteci ve tarihçi Enver Behnan Şapolyo ise, İstanbul Pastanesi’ni “Münevverler Kulübü” olarak adlandırıyordu.

Ankara’nın ünlü Anafartalar Caddesi, Ulus Meydanı’ndan başlar,
Samanpazarı semtinde biter (üstte). Bu tarihi cadde, Cumhuriyet’in ilk
yıllarından itibaren başkentin atardamarı oldu. Asım Berksan da, 1940 yılında
şekerci dükkânını bu cadde üzerinde açtı (altta).
(Fotoğraflar: Turan Tanyer Arşivi)

Asım ve Sabri Berksan kardeşler, iş hayatında adeta kurtlar sofrasında mücadele veriyordu. O yıllarda, tüm ilçeleriyle birlikte başkent Ankara’da, 157 bin kişi yaşıyordu. Ulus Meydanı ve çevresinde birbiri ardına açılan şekerleme dükkânları, zaman içinde müşteri bulmakta sıkıntı çekmeye başladı.36

Selçuk Berksan da, babası Asım Bey’in 1940 yılında Ankara’da açmış olduğu işyerinin yanı sıra, sosyal yaşamında oluşan gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor:

Babam Asım Bey, Çorlu’da askerlik yaparken, hem İstanbul hem de Ankara’daki işyerleri çalışıyormuş. Doğrusu, babamın Ankara’da niçin dükkân açmayı gerekli gördüğünü bilmiyorum. Ancak, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle İstanbul tehdit altındaymış. Belki o yüzden Ankara’ya gitme ihtiyacı hissetmiş olabilir.

Bu arada babam, 1942 yılının 29 Ocak Perşembe günü, Besler’de çalışırken tanıştığı annem Zehra Hanım’la Ankara’da evlenmiş. Aile, Ankara’daki Öztürk Mahallesi, Hükümet Caddesi,84 numaralı evde oturuyormuş.

Babam, Ankara’daki dükkânı için, o zaman CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesine, sattığı ürünlerle ilgili tanıtım ilanı verirmiş. Ancak, ürünlerin markası yokmuş.

Babam, zamanla Ankara’daki işyerini yürütmekte zorlanmaya başlamış. Bu arada, amcam da “Ağabey, benim hem okula gidip, hem de bu işlere bakmam imkânsız hale geldi” demiş. Asım Bey de, mühendis olmak isteyen kardeşine şu tavsiyede bulunmuş: “Bak Sabri, Yüksek Ticaret Mektebi üç sene... Burası, çok iyi bir okul. Sen bu okula git, bir an önce mezun olursun.”

Sabri Berksan, Sultanahmet Yüksek Ticaret’te...

Kütahya’da lise öğrenimini başarıyla tamamlayan Sabri Berksan’ın gönlünden mühendis olmak geçiyordu. Hatta o yıllarda çok revaçta olan İstanbul’daki Yüksek Mühendis Mektebi’nin (İstanbul Teknik Üniversitesi) giriş sınavına girmeye dahi karar vermiş-ti. Ancak, ağabeyi Asım Bey’in askere gidişiyle birlikte, işyerlerinin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalınca, Mühendis Mektebi sınavına girme şansını kaçırdı.

Sabri’nin yoğun iş temposu, 1941 yılının sonbaharına kadar kesintisiz devam etti. Ağabeyinin Çorlu’daki ihtiyat askerliği ise hâlâ bitmemişti.

Sabri Berksan, 1941-1942 öğrenim döneminde de İstanbul’daki Yüksek Mühendis Mektebi’ne başvuru imkânı bulamadı. Çünkü, Ankara’daki işyerlerini emanet edebileceği kimse yoktu. Bu nedenle ikinci yılını da kaybetmek üzereydi.

Sabri Berksan’ın önünde, Ankara’da kaybettiği zamanı telafi edecek sadece bir fırsat kalmıştı. O da, İstanbul’daki Sultanahmet Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi’ne kaydolmaktı. Zaten, ağabeyi de o okulu işaret etmişti.

Bugünkü Marmara Üniversitesi’nin temelini oluşturan okulda, kısa yoldan hayata atılmak isteyen öğrenciler okuyordu. Yüksek Mühendis Mektebi’nin giriş sınavları geçmişti, ama Yüksek Ticaret Okulu’nun kayıtları kapanmamıştı.

 

Sabri Berksan, 1941 yılında Sultanahmet’teki Yüksek İktisat ve Ticaret
Mektebi’nde yükseköğrenime başladı. Bu tarihi bina, 1977’de bir sabotaj
sonucu yakıldı. Yeniden eski haline dönüştürülen yapı, daha sonra
Marmara Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmaya başlandı.

 

Adı, daha sonra “İstanbul Teknik Üniversitesi”ne dönüşecek olan Yüksek Mühendis Mektebi’nde öğrenim süresi beş yıldı. Sabri Berksan, 1941 yılında bu yüksekokula girme imkânını elde etmiş olsaydı, belki de Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le sınıf arkadaşı olacaktı. Aslında Berksan, Demirel’den dört yaş büyüktü. Ancak, üç yıl Kırım’da, bir yıl da Ankara’da sene kaybettiği için 1941’de İstanbul Teknik Üniversitesi’ne giren Demirel’le aynı çatı, altında öğrenim görme ihtimali vardı.

Daha sonraki yıllarda, Süleyman Demirel’in yanı sıra, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal da Yüksek Mühendis Mektebi’nin öğrencileri arasına dahil olacaktı. Kaderin cilvesine bakın ki, Türk siyasi tarihinin bu üç önemli devlet adamıyla okul arkadaşlığı kısmet olmayan Sabri Berksan’ın yolu, hayatın akışı içinde bu ünlü şahsiyetlerle kesişecek ve kendileriyle dostluk ilişkisi kuracaktı. 

Üniversiteli Sabri’ye, Kız Yurdu’ndan laf atarlarmış

Sabri Ülker, Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi’nden mezun olduktan 50 yıl sonra, danışmanı Mustafa Özel’le sohbet ederken, konu dönüp dolaşıp üniversite yıllarına gelmişti. Özel, bu sohbet sırasında Ülker’e, çalışanların sormaya pek cesaret edemeyeceği sorularda yöneltiyordu. Bakalım Özel, danışmanı olduğu ünlü işadamına hangi “özel” soruyu sormuş:

Sabri Bey’e, “Efedim, hiç âşık oldunuz mu?” dedim. Aslında, kendilerine aşk konusunda soru sorarken bana kızabileceğini düşündüm, ama kızmaktan ziyade, yüzü kızardı. “Mektebe giderken...”dedi. Sonra devam etti: “Sultanahmet’teki Yüksek Ticaret Mektebi’ne giderken, Çemberlitaş Kız Yurdu vardı, onun önünden geçerdik.”

Sabri Bey’in bu sözlerini dinledikten sonra, “Efendim, yurdun önünden geçerken, kızlara laf atardınız herhalde?” dedim.

Cevabı, “Yok, yok, onlar bana laf atıyordu” oldu.

Bu da, Sabri Bey’in aşkı...

Savaş yıllarında halk, çayı kuru üzümle içiyordu

1942 yılının başlarında İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye yönelik tehditleri azaldı, Asım Berksan’ın ihtiyat askerliği de sona erdi.1941’de yükseköğrenime gitme imkânı bulamayan Sabri gecikerek de olsa, İstanbul’daki Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi’ne başladığı için, ailenin Ankara’da yaşamını sürdürme mecburiyeti de kalmadı.

Asım Berksan, Ankara Anafartalar Caddesi’ndeki işyerini kapatma kararı aldı. Dükkânda bulunan tüm ürünleri kolilere doldurarak, İstanbul’a yolladı. İki yıl boyunca Ankaralılara hizmet veren Asım Berksan, müşterilerini de unutmayarak, Ulus gazetesinin 8 Ocak 1942 Perşembe nüshasında bir veda ilanı yayımlattı. Ulus’un 7. sayfasında yer alan ilanda şöyle deniliyordu:

Besler, bisküvit, çikolata ve şekerleme mağazası, Ankara şubesini şimdilik İstanbul’a nakledeceğinden sayın müşterilerinden özür diler.

Söz konusu gazetenin birinci sayfasında ise, iki ayrı Kırım haberi yayımlanmıştı. Gazetedeki haber ile iç sayfadaki ilan, “Tesadüfün böylesi...” dedirtecek bir tablo oluşturuyordu. Haberde; Alman-Nazi ordularının Kırım’daki Bolşeviklerle savaşı anlatılıyor, ilanda ise,1917’den beri iç ve dış savaşların hüküm sürdüğü Kırım’dan kaçan Türk asıllı Devletler Ailesi’nin özgürlüğüne kavuştuktan sonra Türkiye’nin başkenti Ankara’da bir işyeri açarak, özgür ortamda neler yapabildiğini gösteriyordu. Yine aynı ilanda, ailenin açmış bulunduğu “Besler” şekerleme dükkânının, İstanbul’a nakledilmek üzere olduğu bilgisi yer alıyordu.

Asım Berksan, Ankara’daki
dükkânını İstanbul’a taşırken,
8 Ocak 1942 tarihli Ulus
gazetesinde yayınlattığı ilanda
müşterilerinden özür diliyordu.

O dönemde, İstanbul’da un ve şeker sıkıntısı dayanılmaz bir hal almış, Hükümet de pasta, çörek ve benzeri yiyecek maddelerinin imalat ve satışını yasaklamıştı.

Asım Berksan, yıllardan beri şekerleme ürünleri imal eden işte çalışıyor, ancak savaşla birlikte şeker, stratejik madde oluyordu.

Başbakan Şükrü Saracoğlu Hükümeti, 11 Kasım 1942’de, TBMM’-den Varlık Vergisi Kanunu çıkartmış, bu yeni yasayla birlikte, şeker üretimi devlet tekeline alınmıştı. Piyasada şeker bulunmadığı için halk, çayını, kuru üzüm ve incir gibi kuruyemiş türevleriyle içiyordu. Zaten, Asım Berksan’ın dükkânlarında da şeker yerine, kuru üzüm ve incir satılıyordu.

Kuru üzümün, şekerin yerini alması üzerine, Asım Berksan’ın işyerine ait Ticaret Sicili kaydında, şu şekilde bir düzeltme yapılmıştı:

Asım Berksan Toptan ve Perakende Kuruyemiş Sair Emtia Üzerine Dahili Ticaret ve Taahhüt

Sabri Berksan, yüksek öğrenim için döndüğü İstanbul’da, hem Sultanahmet’teki okuluna gidiyor, hem de ağabeyinin işyerinde çalışıyordu. Aile, 1940’ta Ankara’ya taşınırken, Köprülü Kütüphanesi lojmanını boşaltmış, eşyalarından bir kısmını da, Nuruosmaniye Caddesi’ndeki 42 numaralı Gündoğdu Apartmanı’nda kiraladıkları daireye taşımıştı. Asım Berksan, bu binanın çatı katında, aynı zamanda badem ezmesi imalatı ve dini bayramlarda da şeker paketleme işleri yapıyordu.

Asım Berksan, Ankara’daki dükkânını kapatıp, bütün iş yoğunluğunu İstanbul’a verdi. 7 Haziran 1943’te de Bahçekapı’daki işyerini ortağı Kenan Tuncer’e devretti. Bu arada, Sirkeci’de Ankara Caddesi üzerindeki 173, 175, 177 no’lu dükkânları kiraladı. Bu binanın üst katlarında da Süleyman ve Adem Gök kardeşlere ait Musul Palas Oteli vardı.

Asım Berksan’ın yeni işyerinin arkasında bir de saz salonu bulunuyor, dönemin ünlü ses sanatçılarından Hamiyet Yüceses, cumartesi ve pazar günleri o salonda sahne alıyordu.

1940’lı yıllarda Sirkeci, Türkiye ticaretinin merkezi gibiydi. Anadolu tüccarı, yılda birkaç defa İstanbul’a gelir, alışverişini Sirkeci’den yapardı.

O dönemde, üreticilerin Anadolu’yu dolaşarak, müşteriyi ziyaret etmesi usulü henüz başlamamıştı. Anadolu esnafı, Sirkeci’deki otellerde konaklar, bu arada Eminönü ve Karaköy’ü de dolaşarak, imalatçılar ve ithalatçılara mal siparişleri verirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, toptan alışveriş sırasında çekle ödeme sistemi de yoktu. Sadece, senetle alışveriş yapılırdı.

Yine o yıllarda, İstanbul’da, bugün “nostaljik tramvay” adıyla anılan toplu taşıma araçları çalışırdı. Tramvayların son durağı, Asım Berksan’ın ilk işyerinin bulunduğu Sirkeci ile Eminönü arasındaki Bahçekapı semtiydi.

Bugünkü Eminönü’nü Unkapanı’na bağlayan bulvar ise henüz açılmamıştı. Bölge, yoğun bir şekilde imalathane ve ticaret mahalliydi. İstanbul şehrinin Büyük Postanesi ile Adliyesi aynı binada hizmet veriyordu. Asım Berksan’ın ikinci işyeri de, bu kamu binasının hemen yakınındaydı.

Berksan kardeşler, “İstanbul Ansiklopedisi”nde

Ünlü yazar ve tarihçi Reşat Ekrem Koçu da, İstanbul Ansiklopedisi’ni hazırlarken, Berksan kardeşlerin Sirkeci’deki Ülker Bisküvi ve Şekerleme Evi’ne ait bilgilere de yer vermiş.

Koçu, ansiklopedinin “Ankara Caddesi” maddesinde Ülker firmasını şöyle anlatıyor:

173, 175, 177 numaralar, Asım Berksan’ın Ülker Bisküvi ve Şekerleme Evi’dir. Müessesenin kuruluşu 1940’tır; buraya nakli, bu satırların yazıldığı sırada [Ekim 1946] altı ay oluyordu.

Vaktiyle bu numaralarda bir berber ve Yeni Valde Lokanta ve Gazinosu bulunmakta idi. Mülk sahibi, Bayan Samime Düzenli ve kız kardeşidir.37

Oramiral Karabulut: “Ülker’e, 1944’ten beri güvenirim”

Türk Deniz Kuvvetleri’nin 13. komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu’nun eski Genel Sekreteri emekli Oramiral Orhan Karabulut, 1944 yılında Deniz Lisesi öğrencisiyken, İstanbul’un Sirkeci semtinde girdiği bir şekerci dükkânının, diğer şekercilerden çok farklı bir düzen içinde olduğunu görmüş. O şekercinin sahipleri, Asım ve Sabri Berksan kardeşlermiş.

Oramiral Karabulut, 1944’ten beri müşterisi olduğunu söylediği söz konusu şekercinin, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllardaki genel görünümünü şöyle anlatıyor:

1940’lı yıllar, hem ülkemiz, hem de tüm dünya için kasvetli yıllardı. 1 Eylül 1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın çıktığı dönemde Türk insanı, onun dehşetini yaşamaya başlamıştı.

Evlerimizde karartma uygulanıyor, pencerelere, dışarıya ışık geçirtmeyecek siyah muşamba perdeler takılıyordu. Herkes yokluk, çaresizlik ve korku içerisindeydi. Ailece hiç kimseye muhtaç olmamamıza rağmen, çocukluk dönemimde ekonomik krizi herkes gibi bizlerin de bütün şiddetiyle yaşadığını hissedebiliyordum.

Bilindiği gibi, Türkiye savaşa girmemişti, ama savaşan taraflardan zaman zaman tehdit alıyordu. Bu arada, yabancı savaş uçakları İstanbul’un hava sahasının çevresinde dolaşıyor, muhtemel saldırılara karşı askeri önlemler alınıyordu. Şehrin çeşitli hâkim noktalarına uçaksavar topları yerleştirilmişti. Bunlardan birisi de Süleymaniye Camii’nin hemen yanı başındaydı. Biz de o uçaksavar topunu, yanına kadar giderek, çok yakından seyretme imkânını bulmuştuk. Yine o günlerde, üç yabancı askeri uçağın İstanbul semalarında görüldüğü haberleri geldi. Bu uçaklardan birisi Elmadağ yakınlarına düşmüş, ikisi ise kaybolmuştu.

 

Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlarından, Milli Güvenlik Kurulu’nun eski
Genel Sekreteri emekli Oramiral Orhan Karabulut, Ülker ürünleriyle henüz
Deniz Lisesi öğrencisiyken tanışmış. Karabulut, “Ülker ürünlerine
1944’ten beri güvenirim” diyor.

 

Savaş, her Türk genci gibi benim de milli duygularımı kamçılamıştı. Ailemizin tek erkek evladıydım. Asker olmak istiyordum. Fakat sevgili anacığım, benim daima yanında bulunmamı arzu ediyordu. Her şeyi göze aldım, ailemden habersiz Deniz Lisesi’ne başvurdum. Başvurum kabul edildi.

Ancak, tüm askeri okullarla birlikte Deniz Lisesi de savaş nedeniyle İstanbul dışına nakledilmişti. Hayallerimi gerçekleştirecek olan okulum da Heybeliada’dan Mersin’e taşınmıştı. Deniz Lisesi’ne başvurumu, kabulümün açıklanmasına kadar ailemden saklamıştım.

Benim için sevindirici olan bu haberi duyurduğum an, sevgili anacığım bir anda şok olup, bayılmıştı. Zaman içerisinde onlarda kabullendiler, ben de Mersin’e gittim.

Savaşın beşinci yılında, yani 1944’te, bir sıra arkadaşımla birlikte okulumuzun yaz tatiline girmesi münasebetiyle Mersin’den İstanbul’a geldik. Bu can arkadaşımla şehirde gezintiye çıktığımız bir sırada, Beyazıt’tan Sirkeci’ye doğru yürümeye başladık. Çiçeği burnunda birer delikanlıydık. Tüm gözlerin, üzerimizde olduğunu zannediyorduk. Çünkü bembeyaz bahriyeli kıyafetiyle dolaşıyorduk.

Babıâli yokuşunu indik, Sirkeci meydanına gelmeden önce, sol tarafta büyükçe bir şekerci dükkânına girdik. Büyükçe diyorum, çünkü İstanbul’un belli başlı şekerci dükkânlarını bilirim; bu dükkân, onlardan çok farklıydı.

Sirkeci’deki dükkânda, arkadaşımın ablası da38 şef olarak çalışıyordu. Dükkândaki görevlileri görünce, çok alışık olmadığım bir manzarayla karşılaştım. Personel, bembeyaz önlükler içerisindeydi. Çalışanların, “Asım Ağabey” diye hitap ettiği, bu arada patron olduğunu anladığım kişi de aynı kıyafeti giyinmişti. Asım Bey’in portresi hâlâ gözümün önünde... Temiz yüzlü, yakışıklı bir beyefendiydi. Tezgâhtar bayanların başlarında da, saçlarını kısmen kapatmış beyaz tülbentler vardı. O genç yaşımda, bu beyaz kıyafetleri merak edip öğrenmek istedim. Çünkü o güne kadar İstanbul’da, sadece Vefa Bozacısı’nda beyaz önlüklü personel görmüştüm. Bir büyüğüm, şekerci dükkânında karşılaştığım manzarayı bana şöyle izah etmişti:

“O sözünü ettiğin beyaz kıyafetler, gıda maddesi satan işyeri sahibinin titizliğinden kaynaklanıyor. Bu, bir sağlık kuralıdır. Doğrusunu yapmışlar. Avrupai bir düzen.”

Personelin, “Asım Ağabey” diye hitap ettikleri patron, medeni tavırlar içerisindeydi. Personel de müşterilere karşı saygılıydı. O işyerinde Asım Bey’den daha genç olan bir başka yetkili de görev başındaydı. O kişi de, gelen müşterilerle çok nazik bir şekilde ilgileniyordu. Aradan yıllar geçtikten sonra, o kişinin de bugünkü dev Ülker firmasının sahibi Sabri Ülker olduğunu öğrenecektim. Hayal meyal hatırlıyorum, ama Sabri Bey de ağabeyi Asım Bey gibi çok temiz yüzlü ve kibardı.

Sirkeci’deki şekerci dükkânında unlu mamullerin yanı sıra, şekerleme ve çikolata da satılıyordu. O yıllarda Türk esnafı özellikle gıda maddelerinin paketlenmesine fazla bir titizlik göstermezdi. O kadar ki, kese kâğıdı dediğimiz ambalaj kâğıtlarıda, kullanılmış gazete kâğıtlarından üretilirdi. Sirkeci’deki şekerci de ise, göze batacak hiçbir görüntü yoktu. Ambalajlar, tertemiz beyaz kâğıtlardan oluşuyordu. Yine o dükkânda, ilk defa çikolataların tek tek, bugün de kullanılan özel kâğıtlara sarılı olduğunu görmüştüm. Bu dükkân, bana güven vermişti.

 

Asım Berksan, 1943’te Sirkeci’nin Ankara Caddesi üzerindeki 173, 175 ve 177 no’lu
(sol baştaki) dükkânları kiralayarak, şekerli ve unlu mamuller satmaya başladı. Yüksek
Ticaret Okulu’nda öğrenim gören Sabri Berksan da dersten çıkınca, ağabeyinin
işyerine gelerek çalışıyordu. Şekerci dükkânının üstü ise, tarihi Musul Palas Oteli’ydi.
(Fotoğraf: Garbis Özatay)

 

Deniz Lisesi’ni ve Deniz Harp Okulu’nu bitirdikten sonra İstanbul’da evlendim ve bir süre orada görev yaptım. Sirkeci’deki şekerci dükkânına karşı beslediğim güven, aradan yıllar geçse de kaybolmamıştı. Eşimle birlikte alışveriş sırasında yine o dükkâna uğruyor, leziz şekerli ürünleri hiç tereddütsüz alıyorduk.

Aradan 66 yıl geçmesine rağmen, bugünkü Ülker firmasının ilk çekirdeğini oluşturan Sirkeci’deki dükkânda ikram edilen şekerin tadını hâlâ unutmuş değilim. Bugün, ikinci neslin yönetimine geçen ve bir dünya markası olan Ülker’in başarısını da taa 1940’larda keşfetmiş gibiyim.

Berksan kardeşler, ortak çalışmaya başlıyor

Sabri Berksan, 1944 yılının sonbaharında, İstanbul’daki Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi’nin “İç Ticaret ve Maliye” bölümünden “Pekiyi” dereceyle mezun oldu. Artık, ağabeyinin Sirkeci’deki işyerinde tam gün çalışabilecekti.

Asım Berksan, hayata atılmak üzere olan yüksekokul diplomalı kardeşi Sabri’ye ortaklık teklifinde bulunuyor; bu yeni gelişmeyle birlikte, iki kardeş, 75 bin lira sermayeyle, eşit hisseli, ortak bir firma kuruyordu.

Asım Berksan, Sirkeci’de kurduğu bu işyerinde, bir yıldan beri şekerleme ticareti yapıyor, Besler mamullerinin yanı sıra başka firmalardan temin ettiği kuru pasta da satıyordu. İki kardeşin ortaklığıyla birlikte imalata geçilmiş, bu arada “Parasko Rakiros” isminde şekerci ustası bir Rum vatandaş da işyerine ortak edilmişti.

İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllarda, bir de Amerikalıların sattığı “McIntyre Konçu” adıyla anılan, her tür çikolatayı imal eden çok marifetli bir makine satın alınmıştı. 19. yüzyılda icat edilmiş olan bu süper makine, Sirkeci’deki dükkânın arka kısmından bodruma indirilerek, orada çikolata üretimine başlanacaktı.

 

Sabri Berksan, Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi’ne 1941 yılı Eylül ayında girdi,
1944 yılının Ekim ayında mezun oldu. Diplomasının derecesi, yine “pekiyi” idi.
Diplomada, dönemin ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in de imzası vardı.

 

Asım ve Sabri Berksan kardeşler, ilk çikolata makinesiyle yeni ürünlerini imal ederken, aynı işyerinde akide başta olmak üzere, çeşitli şekerleme imalatını da sürdürüyorlardı. Kalifiye ustalık gerektiren bu ürünler, işçilik masraflarının yüksek olması nedeniyle, diğer şekerleme ürünlerine göre daha pahalıya satılıyordu.

Akide şekeri üretimi, çok meşakkatli bir işti. Şekerlerin imalatı kazanlarda yapılıyor, ardından da mermerin üzerine dökülerek, donma noktasına gelmeden önce, makasla kesiliyordu. Bu tür ürünler, o devrin en gözde şekerleriydi. Akide şekerleri, kavanozların içine konulur, dükkânların vitrinlerinde sergilenirdi. Söz konusu şekerler, Anadolu’da bugün de varlığını sürdürüyor.

Berksan kardeşler, şekerleme imalatının yanı sıra bisküvi imalatına da geçmeye karar verdi. Ama, bu işe başlanmadan önce, Tahtakale’deki Nohutçu Han’da bir bisküvi imalathanesi devraldılar.

23 Şubat 1945 tarihinde devralınan imalathane, “Bisküvi Üretim Ruhsatı” bulunduğu için tercih edildi. Bu imalathane için, zamanın parasıyla 25 bin lira ödendi. İmalathanenin devralındığı gün, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın baş aktörü Hitler Almanya'sına, formalite icabı savaş ilan etmişti.

Asım ve Sabri Berksan kardeşler, bisküvi imalathaneleri hazır olunca, ürün için marka aramaya başladılar. İmalathanenin sahibi olan Rum asıllı vatandaş, kendi üzerinde tescilli bulunan “Üç Yıldız”markasını önce vereceğini söyledi, ancak daha sonra markayı vermekten vazgeçti. Tabii, bu arada satış mukavelesi de yapılmıştı. “Üç Yıldız”ın sahibi, satış bedelini alıncaya kadar Berksan kardeşlere taviz vermiş, 25 bin lirayı aldıktan sonra, sözünü yerine getirmemişti.

Kırım’da kalan Türklerden Nazi askeri olanlar vardı

Türkiye, savaş tehdidiyle karşı karşıya kalmış olsa da insanlar, özgür bir ülkede yaşamanın huzuru içindeydi. İstanbul’un şartlarından rahatsız olanlar, hiç kimseye danışmadan bir başka kente gidebiliyordu. Asım ve Sabri Berksan’ın kritik dönemlerde dahi seçenekleri vardı. Ama Kırım’da kalan akrabaları, hâlâ ölüm-kalım savaşı veriyordu.

Hacı İslam Efendi, Rusya’daki Stalin yönetimi döneminde “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu” ispat edince, eşi ve çocuklarını alarak, Kırım’dan Türkiye’ye göç etmiş, geride, kardeşleri ve akrabaları kalmıştı. Onların bu şansları yoktu. Çünkü Türk vatandaşı olmadıkları gibi, nüfusları da çok fazlaydı.

1917 yılının Kasım ayında Rusya’da yönetimi ele geçiren Bolşevikler,1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı çarpışmaya başladı. Hitler orduları, savaştan iki yıl sonra Kasım 1942’de Kırım’a girdi. Askerlik çağı gelmiş olan Rusya vatandaşı erkekler, silah altına alındı.

Hacı İslam Efendi ailesi, 1929 yılında Türkiye’ye göç etme imkânına kavuşmasaydı, erkek çocukları ya Kızıl Ordu’da Hitler ordusuna karşı savaşacak ya da Almanların tarafına geçecekti.

Sabri Ülker’in çocukluk arkadaşı Kurt Seyit Çalı, bu savaş sırasında, Kızıl Ordu’da görev almayıp, Kırım’ı işgal etmiş olan Hitler’in Nazi ordusuna iltihak etti. Kurt Seyit, artık, Almanların safında, kendi ülkesine karşı savaşacaktı.

Sabri Ülker’in sözünü ettiği Dr. Jivago filminin bir başka sahnesinde, bu defa Kurt Seyit Çalı rol alıyordu:

Gençlik yıllarımda Kırım’da çeşitli işlere girip çıktıktan sonra, Tiyatro Mektebi’ne yazıldım. Bu okuldan 1937 senesinde mezun oldum. Hatta aynı okulda öğrenci olan bir kızla da evlendim. İkimiz de bu sanatı yaparız derken, İkinci Dünya Harbi patladı. Sovyet ordusu, asker toplamaya başladı. Öyle bir şey ki; ya asker olup savaşacaksın, ya da sürgüne yollayacaklar...

 

 

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Naziler, Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk asıllılara
yönelik yoğun bir propaganda kampanyasına giriştiler. Kırım’ın her köşesi bu
kampanya afişleriyle doldu. Ardından da, askerlik çağındaki Türk asıllı gençlerin
bir kısmı Nazi ordusuna iltihak etti (üstte). Gönüllü Alman askeri olan
Türk gençleri, cepheye giderken eşleriyle vedalaştılar (altta).
(Fotoğraflar: Alman’ın Askerleri, Cinius Yayınları)

 

Savaş sürerken, Almanlar Kırım’ı işgal etti. Köyden gelen haberler, artık Müslümanlara özgürlük verildiği şeklindeydi. Bende karımı alıp, köye gittim. Gördüm ki, camiler açık. Ruslar, camileri yıkmamışlardı, ama ya depo yapmışlar ya da tamirhaneye çevirmişlerdi...

Tabii Almanlar izin verince, hepimiz camilere koştuk. Ama 1944 senesinde, bir cuma namazı sonrasında camiden çıktık ki, ne görelim... Almanlar diyor ki; “Ya Alman ordusuna asker olursunuz, ya da çalışma kampına gidersiniz...”

Rusların yaptığını, Almanlar da yapıyordu. Ama bu sefer, kaçacak başka bir yer yoktu. Bu arada iki oğlum dünyaya geldi.Başka çarem kalmadığı için, güya gönüllü olarak Alman ordusuna yazıldım. Benim gibi bir sürü genç de aynı yolu seçmek zorunda kaldı.

Önceleri pek bir sorun yoktu. Üstümüze, Alman üniformalarını giydik. Zaten, köyün kenarında kalıyorduk. Bu arada, benim el becerilerim çok gelişmişti. Çünkü her şeyi kolay öğrenirim. Bir Alman doktor, beni yanına sıhhiyeci olarak aldı. Yara sarmayı, pansumanı öğrendim. Henüz savaş görmemişiz, ufak tefek yaralanmalara filan bakıyorum. Ta ki 18 Nisan 1944 tarihine kadar...

Biz, gönüllü askerler de olsak, hepimize silah vermişlerdi. Ufak tefek talimler yaptırıyorlardı.

18 Nisan günü dediler ki; “Ruslar buraya geliyor. Eğer yerinizde kalırsanız, sizi katlederler. İsteyen burada kalsın, isteyen bizimle gelsin...”

Biz, “Almanlar kazanıyor, ilerliyor” filan derken, meğer Ruslar üstün geliyormuş...

Ne yapacaksın; hem Rus ordusuna asker olmamışsın, hem de Alman ordusuna istemeden, zorla gönüllü yazılmışsın. Yani bu durumda Ruslar bizi kesin kurşuna dizerler.

Almanlara, “Sizinle geliyoruz” dedik... Silahlarımızı aldılar, bizi bir geminin ambarına kilitlediler.

Romanya’nın Köstence Limanı’nda karaya çıktık. Romanya’da hâlâ Almanların askeri gücü vardı. Bizi, yürüte yürüte Macar hududunda bir yere getirdiler, ama silahlarımızı geri vermediler. Önce bir tarlada hasatta çalıştırdılar, sonra Rusların ilerlediği haberini almış olacaklar ki, Romanya’dan Macaristan’a doğru yola çıkardılar. İşte bu sefer, silahlarımızı geri verdiler. “Ruslarla karşılaşırsak, muharebe yapacaksınız” dediler... Fakat hava soğumuş, yağmur, kar, boran içinde yürüyoruz. Yerler, nasıl balçık olmuş...

Tam bir trajedi yaşandı. Bizim çocukların postalları çamura batıyor... Halleri yok... Yorgunluktan ayaklarını çekemiyorlar... Almanlar, yürüyüşü yavaşlatmasınlar diye yardım etmemize izin vermiyorlar. Çekip vuruyorlar... Düşünün, daha 17-18 yaşında çocuklarız...

Orada çok kırım oldu. Bu yürüyüşte, muharebelerimiz de oldu. Artık, önümüze kim gelirse... Ben hâlâ sıhhiyeciyim; elimde, arkadaşlarım ölüyor. Sonra Çekoslovakya’ya yürüdük. Ardından da Avusturya’ya; oradan İtalya derken, 5 Mayıs 1945’te “Harp bitti” dediler. Almanlar dağılıp kaçtı, bize de “Kendi başınızın çaresine bakın” nasihati yapıldı.

Bizim gönüllü birliğimizden Kırımlılar, İtalya’nın kuzeyine dağıldık. Zaten, az kişi kalmıştık. Bu yollarda, pek çok gönüllü genç ölmüştü. Biz üç kişi, İtalya’nın kuzeyindeki bir köye sığındık. Ama, nasıl korku içindeyiz... Alman askerleri aranıyor... Alman ordusu içinde, eğer Rusya doğumlular varsa, Ruslara teslim ediliyor. Yani, tam bir felaket içindeyiz. Rusların eline geçersek, kurşuna dizileceğiz.

Ama hiç ummadığımız bir gelişme oldu. İtalya’da sığındığımız köydeki aileler, bizlere sahip çıktı. Aileler derken, her ailenin babası-oğlu askerde. Kadınlar, onların ya yasını tutuyor, yada hasretini çekiyor... Beni, çocukları yerine koydular. Hem sakladılar hem de hiç aç bırakmadılar. Ama, çember de daralıyordu. Zaman geçince, İtalyan askerler köylerine döndüler. Biri, bizim halimizi anladı ve bir yol gösterdi.

Biz, İtalya’nın kuzeyindeydik. Bize yol gösteren kişi, İtalya’nın ortasında bir kamp olduğunu, vatanını kaybedenlerin, bu kampta toplandığını, eğer bir savaşa karışmamış olduğumuzu ispat edersek, kurtulacağımızı söyledi. Ama biz, Kırım’da doğduğumuz için, Sovyet vatandaşı kabul ediliyorduk. Bu durumumuz en ufak şekilde açığa çıkarsa, Ruslara teslim edilme tehlikemiz vardı.

Bunun için bir hikâye uydurdum. “Türk’üm” diyecektim. Daha çocukluğumda babamın, ezberlediğim adresini, adres olarak verecektim. Bu arada üzerimdeki bütün kâğıtları da yırtıp atacaktım...

Sabri Ülker’in Kırım’daki akrabaları da sürgün ediliyor

Sabri Ülker’in arkadaşı Kızıl Ordu’da savaşmak istemediği için Nazi askerlerinin safına geçmiş, Almanların savaşı kaybetmesi üzerine, kendisini bir anda Avrupa’nın orta yerinde bulmuştu. Geride, gözü yaşlı eşi ve iki erkek evladı vardı. Bir meçhule doğru gidiyordu. Almanlar yenilmiş, Ruslar ise savaşın galipleri arasına girmişti.

 

Ruslar, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kırım’da yaşayan Türk ve Tatar aileleri,
Hitler ordularına destek verdiklerini ileri sürerek, Sibirya ve Orta Asya’ya sürgün
ettiler. Sabri Ülker’in Kırım’da yaşayan akrabası Dilaver Devlet ile annesi ve
dört kardeşi de 18 Mayıs 1944’te Ruslar tarafından önce Korbek köyündeki
meydana getirildi, daha sonra Simferopol’den trenle Özbekistan’ın
Semerkand şehrine sürgün edildi. Fotoğrafta, Dilaver Devlet, çocuk yaşta
Korbek meydanında yaşadıkları olayı, yıllar öncesinin heyecanıyla anlatıyor.

 

Ruslar, bu büyük galibiyetin sarhoşluğunu yaşarken, Kırım’daki Türklerden intikam almaya yöneldiler. 18 Mayıs 1944 Perşembe günü, ortalık cehennem yerine döndü. Sürgünler başladı. Hemde taa Sibirya’ya kadar...

Kırım’dan sürgüne gönderilenler arasında Sabri Ülker’in akrabaları da vardı. İşte, akrabalardan Dilaver Devlet, o kâbusu aradan 63 yıl geçtikten sonra daha dün yaşamış gibi anlatmaya başladı. Sürgün sahnelerinde; yük trenleri, eşek arabaları, kolhozlar,39 kapısız ve penceresiz evler vardı.

Şimdi, Dilaver Devlet’ten sürgün hatıralarını dinleyelim:

1944 yılında, henüz 8 yaşında Kırım’daki Tatar okulunun birinci sınıf öğrencisiydim. O yıllarda Kırım’da Rus okulları yoktu. Bolşevikler, Kırım’daki Türklerin ve Tatarların, Alman işgali sırasında Nazi askerlerine yardımcı olduklarını söylüyorlardı. Bu nedenle, bizi sürgüne göndermeye karar vermişler. Babam Devlet Süleyman ve annem Sabiha Hanım’la birlikte biz beş kardeş, ailece Özbekistan’a sürgüne gönderiliyorduk. Ancak, babamında aralarında bulunduğu erkekleri, son anda trenden indirip, cepheye gönderdiler.

Çok iyi hatırlıyorum; trenle giderken, çok sıkıntı çektik. Bizi, Sibirya’ya kadar gitmekte olan trenden Semerkand’da indirdiler. Önce, şehir merkezindeki kolhozlara dağıttılar. Türk ve Tatarların yaşlıları, eşek arabalarıyla, gençler ise yürüyerek kilometrelerce yol katettiler.

Tabii, çocuk yaşta işin farkında değildim, ama yaşım ilerledikten sonra, ailelerimiz aynen şunu söylüyordu:

“Bizi, Türklerin anavatanına, yani Orta Asya’ya, Müslümanların arasına sürgüne gönderdiler. O bakımdan, biraz şanslıyız.”

Bizim, Özbekistan’a ulaştığımız dönemde, Özbek erkeklerinin askere gitmemek için dağlara kaçtığını öğrendik. Zaten, dağa kaçanların evleri, bizlere tahsis edildi. Evlerin kapısı ve penceresi yoktu. Söz konusu evleri, zaman içinde mamur hale getirdik.

Özbekler, çok fakirdi. Evlerinin orta yerinde ateş yakarak ısınıyorlardı. Özbekleri sobayla, Kırım’dan giden Tatarlar tanıştırdı. Özbekistan’a ilk gittiğimiz sıralarda yemek bulmakta sıkıntı çekiyorduk. Ama zamanla, Kırım’dan gelen ve el becerisi olan büyüklerimiz, Özbeklerin evini tamir edince, onlar da bize yemek vermeye başladılar.

Bu arada, bir konuyu açıklamakta fayda görüyorum. Sürgünün ilk dönemlerinde geçim sıkıntısı çekmemize rağmen, daha sonraki yıllarda, silah altında olup cephede savaşan Rus askerlerinin maaşları, sürgündeki ailelerine ödenmeye başlandı. Hatta, cephede yaralanan bir asker, “Ben ölüyorum, paramı aileme gönderin” demiş. O yaralının ailesi de, bizim bulunduğumuz bölgedeydi. Söz konusu para, aileye ulaştı.

Özbekistan’da yıllarca kaldık. Türkiye’den, dolaylı haberler alıyorduk. Bolşevik İhtilali çıkınca, Kırım’dan Türkiye’ye kaçmayı başaran Tatarların çok rahat bir hayat sürdüklerine dair haberler aldıkça gıpta ediyorduk.

Özbekistan’a, annemizle birlikte beş kardeş gitmiştik. Devletler Ailesi’ne mensup biz beş kardeşin ismi şöyleydi: Fevzi, Fatma, Dilaver, Leman ve Zarima.

Altıncı kardeşimiz Mustafa da Semerkand’da doğdu.

1941-1943 yılları arasında yaşanan olaylar

Sabri Ülker’in Kütahya Lisesi’nden mezun oluşu sırasında, Türkiye’de ve dünyada olaylar tırmanmaya başladı. Ülkemiz, İkinci Dünya Savaşı’na girmemişti, ama halk, savaşa girmiş kadar perişandı. Bir lokma ekmek dahi, karneyle veriliyordu.

İngiltere’de bastırılan banknotlarımızı Türkiye’ye getiren gemi, Yunanistan’ın Pire Limanı’nda Hitler’in uçakları tarafından bombalanmış ve yağma edilmişti. Yine aynı dönemde Hükümet, Milli Savunma’ya kaynak oluşturmak için tütün ve içkiye zam yapma yoluna gitmişti. Bunun gibi daha neler neler vardı.

Şimdi, o kasvetli üç yılın, insanı kahreden olaylarından bir kısmını hayret ve dehşet içinde izleyelim...

4 Şubat 1941 – Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı halde, savaşın uluslararası ekonomik koşullarından büyük ölçüde etkilendi. Gıda maddelerine olan talep artarken, üretim azaldı, ithalat ise adeta kesildi. Halk, savaş tehdidi nedeniyle gıda stoku yapmaya başladı. Bu durum karşısında devlet, özellikle karaborsacılığa karşı önlemler almak zorunda kaldı. Bu önlemler kapsamında “Ticaret Ofisi” kuruldu. Bu ofis, her türlü yiyecek maddelerinin satın alınması veya ithaliyle görevlendirildi. Ticaret Ofisi’ne fiyat belirleme yetkisi de verildi.

17 Nisan 1941 – İngiltere’deki Thomas De La Rue firmasına bastırılan, Cumhuriyet tarihinin ilk 50 kuruşluk ve 100 liralık paraları, deniz yoluyla Türkiye’ye getirilirken, banknotları taşıyan İngiliz gemisi, Yunanistan’ın Pire Limanı’nda, Alman savaş uçakları tarafından bombalandı. Bu sırada, paralar denize saçıldı, gözü açık Yunanlılar da suda yüzen Türk banknotlarını topladı. Olay, Türkiye’ye yansıyınca, hükümet, söz konusu paraların geçersiz olduğunu ilan etti. Ancak, hükümetin bu kararına rağmen denizden toplanmış paralar, kısa bir süre sonra Türkiye’ye getirildi ve piyasada dolaşmaya başladı.

1 Mayıs 1941 – İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye sıçrama ihtimali karşısında, İstanbul kentinin tahliyesine başlandı.

29 Mayıs 1941 – Hükümet; Milli Müdafaa (milli savunma), İstihlak(tüketim), Bina ve Hayvan vergilerini artırdı. 

15 Temmuz 1941 – Kâğıt sıkıntısı nedeniyle gazetelerin beş sayfadan fazla çıkması yasaklandı.

9 Eylül 1941 – Benzin sıkıntısı baş gösterince, taksilerin akaryakıt tüketimine sınır getirildi. Bu arada, İstanbul’da bazı otobüs seferleri iptal edildi.

23 Kasım 1941 – İstanbul’da un ve şeker sıkıntısı başlayınca, pasta, çörek ve benzeri yiyecek maddelerinin yapımı ve satışı yasaklandı.

8 Aralık 1941 – Japonların, Amerikan Pearl Harbor askeri üslerine karşı giriştiği baskın üzerine, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda “tarafsız” kalacağını bir kez daha açıkladı. Bu arada, ABD de İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katıldı.

19 Aralık 1941 – Ekmeğin tanesi 8 kuruştan, 16,5 kuruşa çıkarıldı.

26 Aralık 1941 – Devlet, İstanbul çevresinde yetiştirilen arpa, buğday ve yulafa el koydu.

19 Ocak 1942 – İstanbul’da, karneyle ekmek dağıtımına başlandı. 1946 yılına kadar sürecek olan bu uygulama, bazı temel tüketim mallarını da kapsadı.

10 Mart 1942 – Milli Savunma harcamalarını karşılamak amacıyla, tütün ve içkiye yüzde 35-55 oranlarında zam yapıldı.

6 Mayıs 1942 – Kişi başına günlük ekmek tüketim miktarı 150 grama düşürüldü.

17 Haziran 1942 – Savaş ihtimali nedeniyle, Trakya bölgesinde düşmanın kullanmaması için tahrip edilmiş bulunan demiryolu köprüleri onarıldı ve Avrupa ülkelerine yeniden tren seferleri başladı.

14 Temmuz 1942 – İkinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği bir dönemde görev yapan Atılay Denizaltısı, sabah saat 8’de Çanakkale Boğazı’nın Norto Koyu’nda yeni cihaz kontrolü amacıyla yaptığı dalıştan, dönemedi. Atılay, girdiği yasak sahada, mayınların patlaması üzerine büyük yara alarak battı. Bu feci kazada 37 denizcimiz şehit oldu. Şehitler arasında ünlü ses sanatçısı Hamiyet Yüceses’in eşi Deniz Astsubay Fethi Yüceses de vardı. Hamiyet Yüceses, eşini kaybettikten sonra, ünlü “Gitti de gelmeyiverdi” şarkısını yıllar boyu okuyacaktı...

1 Ağustos 1942 – İstanbul’da, savaş tehdidi nedeniyle bir sü-re önce yasaklanmış olan pasta, çörek ve benzeri yiyeceklerin üretimi ve satışı serbest bırakıldı.

25 Ağustos 1942 – ABD’den ithal edilen 4.500 ton buğday, denizyoluyla İstanbul limanına getirildi.

1 Eylül 1942 – “Karneyle ekmek alımı” uygulamasının İstanbul, Ankara ve İzmir’de devamına, diğer illerde kaldırılmasına karar verildi.

11 Kasım 1942 – Şükrü Saracoğlu Hükümeti tarafından hazırlanan “Varlık Vergisi Kanunu” TBMM tarafından kabul edildi. Söz konusu kanun, 15 Mart 1944 tarihine kadar yürürlükte kalacaktı.

13 Kasım 1942 – Devlet memurlarına parasız elbise ve ayakkabı verilmesine ilişkin kanun, TBMM tarafından kabul edildi.

 

 

30 Ocak 1943 – Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Adana yakınlarındaki Yenice İstasyonu’na getirilen özel bir trende, İngiltere Başbakanı Sir Winston Churchill’le, üç yıldan beri sürmekte olan İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini ve muhtemel gelişmeleri görüştü. Tren zirvesinde, Başbakan Saracoğlu da hazır bulundu.

9 Mart 1943 – TBMM toplandı, Cumhurbaşkanlığı’na tekrar İsmet İnönü seçildi. Cumhurbaşkanı İnönü, İzmir Milletvekili Şükrü Saracoğlu’nu yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi.1934’ten beri Fenerbahçe Spor Kulübü’nün de başkanı olan Saracoğlu, bu görevini de 1950 yılına kadar sürdürecekti.

25 Mayıs 1943 – İkinci Dünya Savaşı nedeniyle oluşan fevkalade durum üzerine, hükümet muamele vergilerine yüzde 2,5 oranında zam yaptı. Buna göre Türkiye’de üretilen maddeler ile yabancı ülkelerde üretilip, Türkiye’ye ithal edilen maddelerin muamele vergileri yüzde 2,5 zamla yüzde 15’e, banka ve bankerlerle sigorta şirketlerinden alınan muamele vergileri ise yüzde 2,5 zamla yüzde 10’a çıktı.

10 Eylül 1943 – İstanbul Kapalıçarşı’da meydana gelen büyük yangında 202 dükkân kül oldu.

Sabri Berksan, yükseköğrenimini tamamladıktan sonra, ağabeyi Asım Berksan’la birlikte, şekerli ve unlu mamuller imal etmek için ortak bir firma kurdu. Artık, ağabey-kardeş, eşit şartlarda ve her zamanki dayanışma ruhuyla çalışmalarını sürdürecekti.

35. Ankara Sanayi Odası’nın yayın organı Asomedya dergisi, sayı: Haziran 1994.

36.1940’lı yılların Ankarası’nı anlatan bilgiler, araştırmacı yazar Turan Tanyer’in “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Başkent Ankara’nın Sosyal ve Kültürel Yapısı” başlıklı çalışmalarından derlendi.

37. İstanbul Ansiklopedisi, Reşat Ekrem Koçu, Tarih Vakfı Yayınları, Mütefferikka, sayı: 32, Kış 2007/2, s. 99-100) İstanbul

38.Selçuk Berksan, Orhan Karabulut’un Deniz Lisesi’nden arkadaşının Cemal Özgü, Sirkeci’deki işyerlerinde çalışan bayan görevlinin de Cemile Özgü olduğunu açıkladı.

39. Kolhoz: Sovyetler’de, köylülerin ortak olarak çalıştıkları tarım işletmesi.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye