Ülker, Türk özel sektörünün sanayileşme ve dışa açılmasında “öncü”ler arasında yer alıyor.

Ülker Firması, 1950’lerin sonunda, Topkapı’da modern tesisler kurdu. Bu arada, yurtdışından makine ithal ederek, seri ve kaliteli üretime geçti. Ardından da Amerika’dan bisküvi uzmanı getirdi. 1967 yılında da ürünlerini Ortadoğu ülkelerine ihraç etmeye başladı.

“Başarı” üzerine o kadar çok söz söylenmiş ve yorum yapılmış ki; insan, ister istemez bu sözleri söyleyen kişilerin başarı derecelerini de merak ediyor.

Şimdi, biz, başarılarından kuşku duyulmayan iki dünya liderinin “başarı” konusundaki değerlendirmelerine bakalım.

Mesela; Fransa İmparatoru Napolyon, “Yenile yenile, yenmeyi öğrendim” demiş; ardından da şunları eklemiş: “İnsanların kazanabilmeleri için, sabır şarttır.”

İngilizlerin efsanevi liderlerinden Winston Churchill ise, “başarı” kavramını siyaset boyutunda değerlendirirken, bu olguyu elde etmek için yola çıkanların bazı engellerle karşılaşmaları halinde takınacakları tavır konusunda şu tavsiyede bulunmuş: “Muhalefet, sizi korkutmasın, çünkü uçurtma bile ters yönden gelen rüzgârla uçar.”

“Başarı”yı irdeleyen özdeyişleri incelememizi sürdürelim. Dünyamızı aydınlatan Edison da, konuyu, “başarılı kişi”ye taşımış ve şu tahlili yapmış: “Hayatta, başarılı olmuş kişilere bakarsak; onların ruhen, bedenen ve fikren huzurlu kişiler olduklarını görürüz.”

Ve nihayet, Amerikalı ünlü sosyolog Harry Barnes ise, “Başarılı değilseniz, nedenini araştırın” tavsiyesinde bulunmuş. Evet, başarı nedir, ne değildir? Acaba elle tutulup gözle görülebilir mi? 

Dünyaya yön veren siyasetçi, düşünür ve fikir adamlarının imbiğinden süzülüp günümüze gelen bu tespitlerle, “başarı” dediğimiz olgunun tanımı ve şartlarını, şu şekilde özetleyebiliriz:

Başarı;

  • ™ Geleceği görmektir.

  • ™ İleri gitmektir.

  • ™ Hayatın sırlarını bilerek yürümektir.

  • ™ Gerektiğinde, riski göze almaktır.

  • ™ ...Ve nihayet, kazanmaktır.

Almanların 19. yüzyılda yaşamış olan ünlü şairlerinden Alešxander Kaufman da, başarıyı, hayatın gerçekleriyle yoğurduktan sonra, adeta bir şiirin mısraı gibi son tespitini yapıyor: “Başarının talibi çok, yenilginin ise yok...”

Çocuk yaşta köyde yumurta, şehirde kurabiye satan hikâyemizin kahramanı Sabri Ülker, bu “başarı” dediğimiz olgunun basamaklarından tırmanırken, acaba nasıl bir yöntem kullanmış? 

Kim bilir, belki de kendi kozasını örmüş. O kozanın içinde, geleceğini hazırlarken, herhalde sabretmeyi de öğrenmiş. Sonra, kozasından kurtulmanın yollarını keşfetmiş.

Bütün bunlar, bir faraziye... Şimdi, hayatın gerçeklerine dönelim ve Sabri Ülker’in 1960-1970 yılları arasındaki yol haritasını takip ederek, gözlemlerimizi, tespitlerimizi ve kahramanımızı yakından tanıyan kişilerden dinlediklerimizi aktaralım...

Ülker, Türkiye’nin sanayileşmesinde ön saftaydı

Hikâyemizin başında, Ülker’in, sadece üç işçinin çalıştığı Eminönü’ndeki mütevazı bisküvi imalathanesinden söz etmiş, daha sonra Topkapı’da tütmeye başlayan fabrika bacasını anlatmıştık. 1960’ların başında Topkapı’da faaliyete geçen bu yeni fabrika, ithal makinelerle donatıldı. Aslında Türkiye, henüz sanayileşmemişti, ama Ülker’in bu teşebbüsü dahi, sanayileşmemizin ilk adımlarından birini oluşturuyordu.

1960’lara gelmeden önce, 50’lerin siyasal, sosyal ve ekonomik durumuna bir bakalım...

Ülkemiz, 1950’de çok partili siyasi yaşamla birlikte, henüz dört yaşındaki Demokrat Parti’nin iktidarıyla yönetilmeye başlanmış, bu arada tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin temelleri de atılmıştı. Cumhuriyetimiz, henüz 30’lu yaşlarındaydı. Ekonomik rakamlar çok küçüktü. 1950 ile 1960 arasında, sadece 8,1 milyar dolarlık yatırım yapılabilmişti. 27 Mayıs 1960 İhtilali sırasında ise, Demokrat Parti’den miras, inşa halindeki yatırımların miktada 2,4 milyar dolardı. Bunun sadece 300 milyon doları Ereğli Demir ve Çelik Fabrikası’nın kurulması için harcanacaktı.

Ülker, sanayileşme kervanına 1950’li yılların sonunda katılarak, Topkapı dışındaki Sağmalcılar semtinde bir bisküvi fabrikası kurdu. Onu, 4 Temmuz 1961’de, bu defa yine Topkapı’nın Davutpaşa Caddesi’ndeki yeni fabrikalarının kuruluşu izledi. Ülker kardeşler, bu alanda üç ayrı tesis inşa ettiriyordu

Sabri Ülker, “Çikolata-1” adı verilecek olan fabrikanın inşaatı sırasında yine ön saflardaydı. Hem mühendis, hem mimar, hem de müteahhit gibi çalışıyordu.

Bu arada, Ülker kardeşlerle uzun süreden beri ortaklık yapan Hayim Nahum (Mösyö Vitali) ise, yeni fabrikanın kuruluşunu takiben ortaklıktan ayrılıyordu. Bu yol ayrımı üzerine, “Asım Ülker, Sabri Ülker ve Ortakları Kollektif Şirketi”nin adı “Asım Ülker-Sabri Ülker Kollektif Şirketi”ne dönüştürülecek, yeni şirketin sermayesi de, 400 bin TL’den, 5 milyon TL’ye çıkarılacaktı.

Fabrika inşaatı tamamlandığında, Sabri Ülker’in, kendisine mütevazı bir “kaptan köşkü” yaptırdığı görüldü. Ülker, ofisini, fabrikadaki tüm faaliyetleri görüp kontrol edebileceği stratejik bir konuma kurdurmuştu. Binanın ön tarafındaki bu ofiste, muhasebe ve personel servisleri de yer alıyordu. Kısacası fabrika, Sabri Ülker’in ofisinin bulunduğu, alanı küçük ama işlevi büyük bölümden yönetiliyordu.

Ülker, bu yeni atılımla birlikte, bir yandan Avrupa ülkelerinden makineler ithal ederek yeni fabrikalar kuracak, bir yandan da üretim kapasitesini artıracaktı. Ancak, önünde bir büyük engel vardı. Ülker’in yurtdışından makine ithal edebilmesi için Maliye Bakanlığı’ndan döviz tahsisi alması gerekiyordu. Bu tahsis de şarta bağlanmıştı. Devlet, yurtdışından makine getirecek firmalara, “İhracat taahhüdünde bulunursanız, size döviz veririm” diyordu.

Ülker, başarıya talipti. Onun için, öncelikle makine getirmesi, üretim yapması ve dış pazara açılması gerekiyordu. Aslında Ülker, dış pazar ararken, iç pazarda da büyük atılım yapıyordu. İhracat taahhütleri olmasaydı, belki iç pazarda kalacaklardı.

Sabri Ülker, Salih Özcan’la Arabistan seferine çıkıyor

1965 yılının Ekim ayında Adalet Partisi tek başına iktidara geldi. AP’nin henüz 39 yaşındaki Genel Başkanı Süleyman Demirel de Türkiye’nin on altıncı başbakanı oldu.

Yeni iktidarla birlikte, ihracat gayretleri başladı. Zaten o döneme kadar Türkiye’de doğru dürüst ihracat yapan da yoktu. İhracat; incir ve üzüm gibi tarım ürünleri ile krom madeninden ibaretti. Ülkenin, sınırlı sayıda fabrikası bulunuyordu. Bunlar; Beykoz Deri ve Kundura, Sümerbank Yünlü ve Pamuklu Dokuma Fabrikaları, Şeker Fabrikaları ve Çay Fabrikası idi.

İşte, bu manzaraya rağmen, Ülker kardeşler, büyük bir cesaretle ihracat taahhüdü verip, ithal makine getirme yolunu seçti. Ancak, o dönemde yurtdışında pazar bulmak da kolay bir iş değildi. Sabri Ülker, kısa sürede bu konuda destek alabileceği kişiyi buldu. Bu kişi, 1977-1980 yılları arasında Şanlıurfa Milletvekili sıfatıyla Parlamento’ya girecek olan Salih Özcan’dı.

Sabri Ülker ile Salih Özcan’ı, dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür tanıştırmıştı. Özcan’ın özellikle Arap ülkelerinde yakın dostları vardı. Çünkü kendisi, aynı zamanda Dünya İslam Birliği’nin kurucu üyelerindendi.

1967 yılında, Ülker ürünlerine pazar bulmak için Sabri Ülker’le birlikte Arap ülkelerine giden Salih Özcan, sırasıyla Lübnan, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’a yaptıkları ziyareti, aradan 40 yıl geçtikten sonra ayrıntılı bir şekilde anlatırken, şunları söylüyordu:

Sabri Bey, seyahate çıkacağımız tarihe kadar, Körfez ülkelerini görmemişti. Önce, Beyrut’a gittik. Lübnan’ın başkentinde, bu ülkenin hâkim bisküvi üreticisi Gandur’la görüştük. Sabri Bey, Gandur’un ürettiği bisküvilerin arzu edilen kalitede olmadığını, ancak Lübnan’da çok tutulduğunu söyledi.

Ortadoğu ülkelerinde çok geniş bir muhiti olan eski Şanlıurfa Milletvekili
Salih Özcan, Ülker’in Arap pazarına açılması için 1967 yılında Sabri Ülker’le
birlikte beş Körfez ülkesine gitti. Ülker ve Özcan, bu geziden olumlu
izlenimlerle döndü.

 

İkinci durağımız Kuveyt’ti. Bu ülkede, Türkiye’nin Vehbi Koç’u kadar zengin olan Abdullah El Mutavva’yı ziyaret ettik. Ofisi çok lükstü. Hiç unutmuyorum; Sabri Bey, her zamanki tevazuu içinde, “Salih Bey, bu lüks, bize göre değil” demişti.

Basra Körfezi’nde, o yıllarda küçücük bir şehir olan Kuveyt’i dolaşırken, Sabri Bey, kendi yöntemleriyle piyasa etüdü yapıyor, yeni bilgilere ulaşıyordu. İşte bu etüt sırasında, Kuveyt’e bisküvi ve tatlı mamullerinin İran’dan geldiğini öğrendi. Sabri Ülker, kısa zamanda yaptığı Kuveyt etüdünü, şu sözlerle yorumladı: “Salih Bey, burası küçük. Kuveyt piyasasına girmeye değmez.”

Üçüncü durağımız Bahreyn’di. Bu ülkede tüketilen bisküvilerin de, İran’dan ve komşu olmayan başka ülkelerden alındığını öğrendik.

Sabri Bey, her gittiği yerde çok sıkı bir piyasa etüdü yapıyor, adeta bölgenin fotoğrafını çekiyordu.

Körfez ülkelerinden, numune bisküvilerle dönüyorlar

Sabri Ülker, ilk defa ziyaret ettiği Arap ülkelerinde değişik manzaralarla karşılaşıyor, Suudi Arabistan’a Amerikalıların çoktan yerleşmiş olduğunu görüyordu. Suudi piyasasında, İngiliz bisküvileri de vardı, ama lüks paketler içinde ve yüksek fiyatla pazarlandı ğı için, bu ürünlere pek müşteri bulamıyorlardı. Aslında, Arabistan zor bir pazardı. Riskliydi. Risk oluşturan nedenler de çok fazlaydı.

Salih Özcan, Sabri Ülker’in tereddütlerini gidermek için yoğun çaba harcadı. Ancak, Ülker’in zihninde büyük fotoğraf henüz oluşmamıştı. Türkiye’ye döndükten sonra düşünecek, taşınacak ve nihai kararını verecekti.

Şimdi, Salih Özcan’dan, Arap pazarlarına açılması için Sabri Ülker’i nasıl ikna etmeye çalıştığını dinleyelim:

Körfez’de dördüncü durağımız, Suudi Arabistan oldu. Önce, ülkenin petrol merkezi konumundaki Dahran kentine ulaştık. Dostlarımızdan, büyük ilgi gördük. Sabri Bey’i, 50 kişiden oluşan Suudi Arabistan zenginleriyle tanıştırdım. Kendisi, ilk izlenimlerini şu cümlelerle anlatmıştı:

“Salih Bey, buradan bir şey çıkmaz. Çünkü Dahranlı ticaret erbabı, ürünlerin büyük çoğunluğunu Amerikalılardan veya çevre ülkelerden alıyor.”

Sabri Bey’le Dahran’dan, başkent Riyad’a geçtik. Yol arkadaşım, seyahatimizin dördüncü ayağında, bölgeye girmeye çekindiğini ifade ederek, “Salih Bey, ben, buraların piyasasına girersem, bisküvileri zararına veririm” diyordu.

Sabri Bey, Riyad’da girdiğimiz bir marketin raflarındaki ürünleri de inceledikten sonra, aynı kanaatini tekrarladı:

“Buraya girersek, zarar ederiz...”

Riyad’dan Cidde’ye geçtik. Marketleri dolaştık. Sabri Bey, oradaki izlenimlerini de şu cümleyle ifade etti: “Buralarda fazla kâr yok.” Ben ise, ısrarımı sürdürüyor ve şunları söylüyordum:

“Sabri Bey, zararına da olsa, kârına da olsa, bu piyasaya gir...” Sabri Bey, benim önerimi anlayışla karşıladı, “Peki, madem öyle diyorsun, öyle olsun” dedi.

Uzun mücadeleden sonra, Sabri Bey’i ikna ettiğimi zannediyorum. Çünkü Sabri Bey, bu seyahatimizi takiben Suudi Arabistan’a her ay bir TIR dolusu bisküvi göndermeye başlayacaktı.

Körfez ülkelerini ziyaretimiz sırasında, Sabri Bey’den çok şey öğrendim. Öncelikle belirtmem gerekir; Sabri Bey, çok akıllı bir kişi. Dönüş yolculuğumuz sırasında, bize uçakta bisküvi ikram edilince, Sabri Bey kolumdan tuttu ve “Ne yapıyorsun?” dedi. “Yiyecektim” cevabını verince, “Bunda, domuz yağı var” uyarısında bulundu. Sonra kendisinden şu bilgileri aldım:

Bisküvi çok uzun zaman kalınca, bozulurmuş. Bozulmaması amacıyla, içine domuz yağı konulurmuş. Nitekim, Sabri Bey de kendi ürünlerinin uzun süre dayanması konusunda araştırma yaptırmış. Bu iş için yurtdışından bir uzman getirtmiş. Uzman, domuz yağı kullanmasını önermiş. Sabri Bey ise, o öneriye karşı çıkmış, “Vallahi fabrikayı kapatırım, yine de ürünlerime domuz yağı koymam” demiş.

İşte o günden beri, Sabri Bey’in bisküvilerinden başka bisküvi yemiyorum.

Sabri Ülker’in Salih Özcan’la birlikte beş Ortadoğu ülkesine gerçekleştirdikleri iş seyahati yararlı oldu. Seyahatten dönerken, çantalarında paket paket numune bisküviler vardı. Bunlardan, İngiliz bisküvileri dikkat çekiciydi. Ülker, şayet Suudi Arabistan piyasasına girmek isterse, kendisini öncelikle İngiliz bisküvileriyle rekabete hazırlamalıydı.

Aslında, İngilizlerin ürünü lükstü. Sabri Ülker, bu ürünlerin yeterli sayıda müşteri bulamadığını da tespit etmişti.

Seyahat dönüşü, Topkapı’daki yeni tesislerde deneme-yanılma yöntemiyle pek çok bisküvi paketi hazırlandı. Bunların fiyatları da makuldü. Suudi Arabistan pazarına açılmak için artık hiçbir engel yoktu. Araplar, damak tatlarına uygun bisküviyi bulurlarsa, fiyat avantajından dolayı, Ülker ürünlerini tercih edeceklerdi. Nitekim, öyle de oldu.

Sabri Ülker, hem umum müdür hem de çeşnicibaşı idi

Sabri Ülker, aslında o koskoca Ülker Fabrikası’nın ortaklarından biriydi, ama bir yandan da küçücük makam odasında kartondan imal edilecek kutuların maketleri üzerinde kafa yoracak derecede her şeyin hâkimiydi. Ağabeyi Asım Ülker ise, fabrika alanı dışındaki bir noktada, Eminönü’ndeki şirketin idari merkezinde hem mali hem de pazarlama işlerini yöneten beyin konumundaydı.

Göğsündeki kurum kimlik kartında “Umum Müdür” sıfatı yer alan Sabri Ülker’in adeta bir endüstri mühendisi gibi çalıştığını bilmeyen yoktu. Bir makineyi bozup yeniden yapmak, onun için sıradan bir işti. Bunların yanı sıra, aynı zamanda hammadde ve lezzet konusunda da çok deneyimliydi. Yeni ürünleri çeşnicibaşı titizliğiyle inceler, Türk insanının damak tadını çok iyi bildiği için, bu konuda kolay kolay yanılgıya düşmezdi. Bu arada, ihraç ürünlerinin tadı konusunda da mamullerin gideceği ülke koşullarını dikkate alırdı.

Fabrikaya, işçilerden önce giderdi. Sabri Ülker, iş hayatında çok kuralcıydı. Işyerine, işçilerden önce gider, sürekli yaka kartı taşırdı. Tesislerin hakim bir noktasındaki ofisinden tüm hareketleri izleyen Sabri Ülker, fırsat buldukça fabrikanın her birimini adım adım dolaşarak denetlerdi. Sabri Ülker, dostlarıyla iş hayatı konusunda sohbet ederken, kendilerine şu tavsiyelerde bulunurdu: "Eğer siz, iş sahibi olmak istiyorsanız, makinenin sesini, çalışandan önce duymanız gerekir.

 

Ayrıca, fabrikaya hammadde alımlarını da bizzat yapar, bu ürünlerin kalite ve fiyatını çok sıkı şekilde takip ederdi.

Sabri Ülker’in yaptığı işler bunlarla da sınırlı değildi. Fabrikanın imalat defterini dahi kendisi tutardı. Zaten, imalat defteri tutmak, yasal bir zorunluluktu. Maliye Bakanlığı denetçilerinin işyerlerini teftişleri sırasında, öncelikle imalat defteri kontrol edilirdi.

Rıfat Hassan: “Sabri Bey’den 1,5 yılda iş alabildim”

Avrupa menşeli çeşitli ürünlerin Türkiye mümessilliğini yapan Rıfat Hassan adındaki genç, 1964 yılında, bir gün Sirkeci’den minibüse binerek Topkapı’ya, Sabri Ülker’i ziyarete gidiyordu. Bu genç müteşebbis, o yıllarda yıldızı parlamaya başlayan Ülker’e ambalaj ürünleri ve hammadde satmayı hedefliyordu. Hassan, aradan yıllar geçtikten sonra, Türkiye’nin ünlü işadamları arasına dahil olacaktı.

Rıfat Hassan, yarım asır önce kapısını çaldığı Sabri Ülker’le ilgili anılarını günümüze taşırken, hayretler içinde kaldığı sahneleri de naklediyor:

Gençtim. Arayış içindeydim. Mümessili olduğum Avrupa menşeli değişik ambalaj ürünlerinin pazarlamasını yapıyordum. Sabri Bey’i ziyaret etmek için fabrika sahasına girdim. Kendisi, sağda, küçücük bir odada, elindeki bir metreyle karton kutuları ölçüyordu. Bu manzarayı görünce, Sabri Bey’e, “Beyefendi, işyerinizde bunca insan çalışırken, kutu ölçmek size mi düştü?” demekten kendimi alamadım.

Işadamı Rıfat Hassan, 1964 yılında çalışma hayatının acemilik dönemini
yaşarken, Sabri Ülker’le tanıştığını ve "ilk hayat dersleri"ni Ülker Fabrikası’nın
deneyimli sahibinden aldığını açıklıyor

Sabri Bey, beni sükûnetle dinledikten sonra, “Rıfat Bey, bunun önemini sen bilemezsin. Bu kutular, biraz bol gelirse, memleketin dört bir köşesine gidecek olan bisküvilerin hepsi kırılır. Onun için, bunları tek tek kontrol etmeliyim. Sen, bu işi benden daha iyi yapacak kimseyi bulamazsın” dedi.

Sabri Bey’den ilk hayat dersimi almıştım. Ülker’le iş yapmak istiyordum. Mesela, çikolata imalatında kullanılan kakao çekirdeği satabilirdim. Ama diyebilirim ki, Sabri Bey’den iş alabilmek için tam 1,5 yıl uğraştım. Bu süreçte, Sabri Bey’i zaman zaman ziyaret eder, 5-10 dakikalık kısa görüşmelerimizde fikir alışverişinde bulunurdum.

O yıllarda, bisküviler, teneke kutularda muhafaza ediliyordu. Bir ziyaretim sırasında Sabri Bey’e, “Sizde ambalajlı mal yok mu? Biliyorsunuz, bu gibi ürünler, karton kutularda ambalajlanıyor” dedim. Sabri Bey, bu önerim karşısında, şunları söylemişti:

“Oğlum, bu millette para yok. Bir çocuk, bisküvi yerken, bir de ambalaj kâğıdına mı para versin? Günah değil mi?..”

Ülker’in ambalaj değişikliği konusunda ısrarlıydım. Sabri Bey’i ikna etmeye çalışıyordum. Bir görüşmemizde de kendisine, “Sabri Bey, Van’a gönderdiğiniz mal, acaba kaç günde gidiyor? Biliyorsunuz, orada, raflarda uzun süre kalır ve bayatlar. Bu durum, sizin isminize de zarar verir. Mal, fireye gider. Benim size önereceğim ambalaj, ürünleri hem sıcak hem soğuk havada koruyucu nitelikte. Selefon ağırlıklı bir ürün. Zaten incecik” dedim. Sabri Bey, ikna oldu. Bu yeni ambalajlar için ucuz ve uygun bir makine aldık. Ancak, makineyi çalıştırmakta zorlandık. Amerika’ya gidip, oradan bir makine teknisyeni getirdim, işi çözdük.

Sabri Bey’den aldığım bir başka ders ise, iş hayatım boyunca beni hem çok etkileyecek, hem de kendisine karşı hayranlık duygularımı artıracaktı.

Sabri Bey, iş hayatının ilk dönemlerinde işten başını alamazdı, ama daha sonraki yıllarda dostlarıyla görüşmeye, daha fazla vakit ayırmaya başlamıştı. Bir gün hiç unutmuyorum, “Piyasayı nasıl görüyorsun? Neler oluyor?” demişti. Bu soruyu yönelttiği gün, zaten dertliydim. “Sabri Bey, altı aydır canım çıktı. Takip ettiğim bir işten sonuç alamıyorum” cevabını verdim. Sabri Bey, her zamanki nezaketiyle beni dinledikten sonra, düşüncelerini şöyle özetledi:

“Rıfat Bey, sen elinden geleni yapmışsın. İnsanın gücünün bittiği yerde, kaderi başlar. Bu bahsettiğin konudaki koşuşturmaya biraz ara ver, dinlen.”

İnanır mısınız, Sabri Bey’le bu görüşmemizden 1,5 ay sonra, uzun bir süreden beri takip ettiğim iş, benim peşimden koş- maya başladı. Yani, meseleyi kadere bırakmıştım, kader yüzüme güldü.

Amerikalı bisküvi uzmanı, Ülker’in ufkunu açıyor

21 Ocak 1968 tarihli Hürriyet gazetesinde ilginç bir haber vardı. O haberde, Amerikan Bisküviciler Cemiyeti Başkanı Dr. Melvin C. Allen’ın uzun zamandır İstanbul’da yaşadığı, hatta Ülker Fabrikası’nda çalışmakta olduğu yazılıydı. Haberde, aynen şu ifadeler yer alıyordu:

İLK YABANCI UZMAN - 10 yıldan beri Amerikan Bisküviciler Cemiyeti Başkanı bulunan Dr. Melvin C. Allen, uzun bir zamandan beri şehrimizde bulunmaktaydı.

Dr. Allen, UNESCO’nun “Hürriyet İçin Gıda Teşkilatı”nda aktif görev almış, ayrıca ABD Başkanı Johnson’ın isteği üzerine, “Buğday Sarfı Komitesi”nde de önemli bir görevi başarıyla yürütmüştür. Halen İstanbul’da, Ülker Bisküvi Fabrikası’nda çalışmalar yapan Dr. Allen, bu fabrikada uzun süreden beri bisküvi ve kraker sanayiinin dünyada ulaştığı en son merhalelerin uygulanması işine nezaret etmiş ve bu çalışmaları, memleketimiz bisküvi sanayii için büyük yeniliklerle dolu, müspet sonuçlar sağlamıştır.

 

 

Bisküvi sanayiimize yaptığı hizmetleri unutulamayacak olan Dr. Allen, bugünlerde memleketimizden ayrılacağı için üzüntüsünü izhar (belirtme) etmiş ve çok iyi intibalar (izlenim) edinmiş olduğu Türkiye’ye ilk fırsatta tekrar geleceğini söylemiştir.

Selçuk Berksan, ABD’den Türkiye’ye gelen ilk yabancı bisküvi uzmanı Dr. Melvin C. Allen konusunda ayrıntılı bilgilere sahip. Bu yabancı uzman, Ülker’e hem yenilikler kazandırmış, hem de ufuklarını açmış. Türkiye’de çalışan yabancı uzmanların adeta parmakla gösterildiği bir dönemde Ülker’de çalışan Amerikalı bisküvicinin hikâyesini Selçuk Berksan anlatıyor:

ABD’de, “Hürriyet İçin Gıda Teşkilatı” diye anılan bir kuruluş vardı. Bu teşkilat, Amerika’da emekli olmuş uzman kişileri, ihtiyaç duyulan ülkelere gönderiyordu. Bu kişiler, deneyimleriyle, gittikleri işyerindeki çalışanları motive ediyor, bu arada ABD’ye de prestij sağlıyordu.

Söz konusu teşkilat hakkında o yıllarda epeyce spekülasyon vardı. Bu teşkilatın, CIA’e bağlı olduğu dahi söyleniyordu. Amerikalı uzmanlar, makul ve mütevazı ücretle çalışıyorlardı. Anladığım kadarıyla, Amerikan yönetimi, bu uzmanlar vasıtasıyla, çalışmakta oldukları ülkelerin ekonomik durumunu da izliyordu.

ABD’den gelen uzman kişiler, mesleğinin ehliydi. Aslında, onların seçimini, talep sahipleri yapıyordu. İşte o seçim sırasında, doğru kişiyi bulmak gerekiyordu.

Gerçeği söylemek gerekirse, Mr. Allen, bizde işe başladıktan sonra ufkumuzu açtı. Bu arada, “Marshmallow™” adı verilen bir Çokomel tesisinin kurulmasını sağladı. Bu tesis, eski bir teknolojiydi, ancak o makineler tamir edildi ve üretime sokuldu. Marshmallo™w tesisi, Ülker’e çok kazanç sağladı.

“Marshmallow™” ismi, Mel’i Melov’dan geldi. Bu ismi de amcam koymuştu.

Otomasyona geçmek için yola koyulduk, ama asla işçi çıkarma yoluna girmedik. Otomatik çalışan makineleri alıp kurdukça, yeni işçiye gerek olmadığı için, makine parkımıza göre işçi sayımız orantılı olarak eksiliyordu.

Otomasyonla birlikte iş verimliliğimizi de fevkalade yükselttik. Dolayısıyla, kazancımız da arttı. Sendikalarla pazarlık masasına oturunca, aynı işkolundaki başka firmalara göre daha iyi ücret verebilecek duruma geldik. Bu, bize üstünlük sağladı. Ancak, sendikalarda doyum yoktu. Oysa, işçilerimiz hayatından memnundu. Sektördeki emsallerinden çok daha yüksek ücret alıyorlardı. Öte yandan, diğer firmalar ise, bize “Niçin böyle ücret verdiniz?” diye sitem ediyordu.

Bu arada, diyebilirim ki, bir Amerikalı nasıl düşünür, onu da Mr. Allen’dan öğrendik.

O yıllarda Türkiye ile Amerika’nın ilişkisi çok zayıftı. Zaten bu ülkeye gitmek de zordu. Oysa, Avrupa ülkeleriyle temaslarımız fazlaydı. Dolayısıyla, Avrupa’yı iyi öğrenmiştik.

Mr. Allen, bize “Amerika’ya mutlaka gitmelisiniz, oradaki fabrikaları gezmelisiniz” dedi. Amerika’ya gittik, fabrikalarını gezdik, fakat makineleri çok uydurma gördük. Sonradan anladık ki, adamlar makinelerin estetiğine, görünüşüne hiç önem vermiyor, fiyatına bakıyor, ekonomisine bakıyor, sağlamlığına bakıyor, ne kadar problem çıkarıyor, ona bakıyor... Sanayi tesislerinde temizlik filan da o kadar iyi değil, ama Avrupa’da temizlik çok fazla.

Amerika’daki düşünce tarzında her şey ekonomi, ekonomi, ekonomi...

Ekonomi... Mesela, Mr. Allen, bize bisküvide bir iki fikir verdi; biz de onun üzerine, bisküviyi daha hızlı pişirmeye başladık. Bir anda hem kapasite hem de kalite arttı. Rutubet miktarını biraz yükselttik, bu sayede bisküvinin lezzeti de arttı. Ürünün içine ucuz bir hammadde olan suyu koyuyorsun, lezzet alıyorsun. Kısacası Amerikalıların böylesine inceliklerle dolu formüllerinin faydasını gördük.

Amerikalıları tanıdıktan sonra, bu defa Amerika’ya gidip gelmeye başladık. Amcam, sadece bir defa gitti. Daha sonra “O yol beni yorar, sen devam et” dedi. Bunun üzerine Amerika’ya sık sık gitmeye başladım, oradan beraberimde yenilikler getirdim.

Nihat Gökyiğit: “ABD’li uzmanları, Sabri Bey keşfetti”

TEMA Vakfı, 1992 yılında Hayrettin Karaca ve Nihat Gökyiğit’in öncülüğünde, “Türkiye Çöl Olmasın” sloganıyla kurulmuştu. Gönüllü kurucu grubun içinde Sabri Ülker de bulunuyordu. TEMA’nın kurucularından Nihat Gökyiğit, Türkiye’nin çölleşme ve fakirleşmeden kurtulması için birlikte çaba harcadıkları yol arkadaşlarını, bu arada Sabri Ülker’i de anlatıyor. Gökyiğit, Ülker’in yabancı uzman ve yabancı sermaye konusundaki tavrını yorumlarken, şunları söylüyor:

Daha dün gibi hatırlıyorum, Amerika’da emekli olan uzman seviyesinde bazı yöneticiler, aralarında bir grup oluşturarak, “Gelişmekte olan ülkelere tecrübelerimizi taşımak istiyoruz. Sadece, bizim o ülkelerdeki masraflarımızı karşılayın, yeterli” diyorlardı. Biz, bu teşebbüsü, Sabri Bey’den öğrendik. O tarihte, faaliyetteki ampul ve süt fabrikamız için, bu uzmanlardan Sabri Bey sayesinde istifade ettik.

TEMA Vakfı Başkanı Nihat Gökyiğit, "Yabancı uzmanların varlığını Sabri Bey’den öğrendik.
Biz de ampul ve süt fabrikamız için yabancı uzman getirdik" diyor.

Sabri Bey, bu ve buna benzer çalışmaları yürütürken, hiç ön plana çıkmıyor, kendisini tanıtma hevesi gütmüyor, sadece hizmet ederek, eserler bırakmak ve öyle anılmak istiyordu. Oysa, malum bazı işadamları, devamlı basının önündeydi. Sabri Bey, asla o yollara tevessül (başvurma) etmedi. Ama unutulmayacak eserler yaptı.

Sabri Ülker, yabancı sermaye ve yabancı marka düşmanlığı da yapmadı. Çünkü biliyordu ki, kapalı bir ekonomiyle bir yere ulaşmamız mümkün değil. Atatürk’ün büyük hedefi olan yoksulluktan kurtulmak için Sabri Bey üzerine düşen görevi yerine getirdi. Girdiği her işte, en iyisini yaptı...”

Bisküvi fabrikasında, makine üretimi de yapılıyor

Ülker, İstanbul’un Topkapı semtindeki fabrikasında, bisküvinin yanı sıra adeta bisküvi makinesi de üretiyordu. Sabri Ülker, bu işlere, taa 1944 yılında Eminönü’ndeki ilkel makinesini tamir ederek başlamıştı. Daha sonra, Almanya seyahatleri sırasında gördüğü modern makinelerin benzerini, Türkiye’deki sınırlı imkânlarla üretmeye yöneldi. Bu uğurda, çok da başarılı oldu. Hatta o kadar ki, Almanya’dan ve Amerika’dan ithal edilen makinelerin eksiklerini tespit ediyor, bu durum, yabancı teknik uzmanları hayretler içinde bırakıyordu.

Ülker’in 1960 yılında İstanbul’un Topkapı semtinde faaliyete geçen ve ileride "Cikolata-1" adı verilecek olan fabrika binası...

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye