Kırım’dan Türkiye’ye göç eden 25 yıllık Devletler Ailesi, hayata sıfırdan başlıyor.

Hacı İslam Efendi Ailesi’nin fertleri, ana yurda gelince, ikiye bölündü. Üç evlat İstanbul’da kaldı; Sabri, annesi ve babasıyla köye gitti ve orada ilkokula başladı. Ellerinde avuçlarında hiçbir maddi varlık yoktu. Önce topraktan kazandılar, sonra İstanbul’da maaşlı bir iş buldular.

1929 Türkiye'si, harap ve yorgundu. Ülkenin 1914’te 16 milyon olan nüfusu, aradan geçen 15 yılın sonunda 14 milyona düşmüştü.

“On Yıl Savaşı”; yani 1912’de başlayan Balkan Savaşı, 1914’te Osmanlı’yı içine alan Birinci Dünya Savaşı ve nihayet 1919’da başlayıp 1922’de sona eren Kurtuluş Savaşı, Türkiye’nin üzerinden adeta silindir gibi geçmişti.

Savaş boyunca erkekler cephedeydi. Sadece Birinci Dünya Savaşı’nda 400 bin şehit vermiştik. Bunun yanı sıra hasta, kaçak ve kayıp asker sayısı ise 1 milyon 600 bin civarındaydı.

Şehirler boşalmış, halk köylere sığınmıştı. Beslenme ve sağlık koşullarındaki olumsuzluklar, ölüm oranlarını artırmış, bunun yanı sıra işgal bölgelerindeki etnik çatışmalar da henüz altı yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusunu azaltmıştı.

Ülkede okuryazarlık oranı sadece yüzde 11’di. Kamu kuruluşlarında görevli 1000 civarında doktor vardı. 13 bin kişiye, bir doktor düşüyordu. Hastanelerin yatak sayısı ise belli değildi.30 Kırım Türklerinden Hacı İslam Efendi Ailesi’nin, Bolşeviklerin yönetimindeki ata topraklarından, bir ömür boyu yaşamak üzere göç ettikleri ve “anayurdumuz” dedikleri Türkiye’nin 15 Haziran 1929’daki durumu işte böyleydi. Ancak onlar, ekmek değil, özgürlük peşindeydi. Türkiye’nin şartlarını biliyor, tüm engelleri aşarak geliyorlardı.

Aileyi; Karaköy, Salıpazarı İskelesi’nde akrabaları karşılamış ve bağırlarına basmıştı. Karşılayanlar arasında bulunan Şakire Hanım’ın kardeşlerinden Ahmet Ziya Efendi, yolcuları alıp, doğruca Bakırköy’deki evlerine götürdü. Bakırköy, o yıllarda İstanbul’un batısındaki uç semtlerinden biriydi.

Kırımlı aile, kasvetli bir yolculuğun ardından yol haritalarını çizdi. Ailenin büyük evlatları Sıdıka, Asım ve Hakkı, İstanbul’da memurluk yapan Ahmet Ziya dayılarının evinde kalacak, Hacı İslam Efendi de eşi ve küçük evlatları Sabri’yle birlikte Büyükmanika köyünde yaşamak üzere Trakya’ya hareket edecekti.

Saray ilçesinin Büyükmanika köyü, 1854-1856 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Kırım’dan gelen göçmenler tarafından kurulmuştu. Köye ilk gelen sığınmacılar, Kırım’dan Tekirdağ’a gemiyle ulaşmış kafilede bulunanlardan bir kısmı Hayrabolu ilçesinin Emiryakup köyüne, bir kısmı da Saray’a yerleştirilmişti.

Adı, 1960’ta “Büyükyoncalı”ya dönüştürülen Büyükmanika köyünde yaşayan Kırım Tatarları, zamanla kültürel değerlerine Balkan ve Trakya âdetlerini de katıp yerli halkla uyum sağladılar. Büyükyoncalı yakınlarına, 2000’li yıllarda Avrupa Serbest Bölgesi’nin sanayi tesisleri kuruldu. 1940’lı yıllarda 2900 olan köy nüfusu,2000’li yıllarda 8 bine ulaştı.31

Hacı İslam Efendi, Trakya’da tütün tarımı yapıyor

Büyükmanika, Şakire Hanım’ın köyüydü. Ailenin cebinde beş kuruş para yoktu, ama köyde onlara destek olacak akrabaları vardı. Zaten Türk toplumunun geleneklerinin temelinde, insanların kaderde, kıvançta ve tasada daima dayanışma içinde yaşamaları vardı.

Hacı İslam Efendi, 1913’te Balkan Savaşı nedeniyle terk ettiği topraklara 16 yıl sonra döndü. Ancak, Kırım’da edindiği tüm malvarlığını orada bırakmıştı. Kısacası, yeni Türkiye Cumhuriyeti’n de hayata sıfırdan başlıyordu.

İyi bir öğretmen olan Hacı İslam Efendi, hayatını kazanabilmek için önce, üzerinde tütün tarımı yapabileceği bir tarla edindi. Kırım’da bağ bahçe işleriyle de meşgul olmuştu. Ancak, tütün tarımının nasıl yapıldığını yeterince bilmiyordu. Bu konuda kitaplar aldı, okudu ve işi bilimsel olarak öğrendi. Ardından da tütün yapraklarının toplanması, dizilmesi ve kurutulması konusunda köylülere örnek oldu.

Hacı İslam Efendi, bilimsel tarım yaptığı için, kısa sürede bol verimli tütün aldı. Bunun üzerine, Tekel İdaresi’nin tütün eksperleri, kendisine ekstra ürün bedeli ödemesi yaptı.

56 yaşındayken ailesini Kırım’dan alıp Türkiye’ye göç eden Hacı İslam Efendi, orta ve yükseköğrenimini
İstanbul’da yapıp, bir süre Trakya’da yaşamıştı. Ancak, malı mülkü Kırım’daydı. 1917 Bolşevik İhtilali’yle
birlikte herkes gibi onların da düzeni bozuldu. 1929’da Türkiye’ye gelen Hacı İslam Efendi, hayata sıfırdan başlayacaktı.
(Fotoğraf: Selçuk Berksan Aile Arşivi)

Ailenin İstanbul’da, dayıları Ahmet Ziya Bey’in yanında kalan üç çocuğundan Asım ile Hakkı ise, bir süre sonra Çemberlitaş’ta, Atikali Paşa Camii’nin yanında kiraladıkları bir han odasında yaşamaya başladılar.

Asım, Rusça biliyordu. İş aramaya koyuldu. Rusya’dan petrol ithal eden “Neft Sendikat” isimli bir şirkete başvuruda bulundu. Şirket yetkililerinden, işe yerleştirilmesi konusunda söz aldı, ama bu söz yerine getirilmedi. Ardından da Kırımlı bir akrabalarının aracılığıyla, Üsküdar’da Rum asıllı bir kişinin benzin istasyonunda iş bularak, maddi sıkıntıdan kısmen kurtuldu.

Asım, bu istasyonda çalışırken Çemberlitaş’taki han odasından ayrıldı ve işyerinde yatıp kalkmaya başladı. Daha sonra, Üsküdar’da kiraladığı bir göz odada konakladı.

1930 Türkiye'sinde akaryakıt istasyonlarında yeraltı tankları olmadığı için, benzin, ilkel usullerle pazarlanıyordu. Akaryakıtlar genellikle 20 kiloluk tenekelerin içinde satışa sunuluyordu. Asım, birgün iş kazası geçirmiş, üst üste istif edilmiş bulunan içi benzin dolu tenekeler üstüne doğru devrilince, canını zor kurtarmıştı.

Rum benzinci, Asım’a çok eziyet etti. Zaten çalışma şartları ağırdı, ama Asım’ın yapabileceği başka bir iş de yoktu. İş yerinde huzur bulamayan Asım, bir süre sonra benzinciden ayrılıp, memuriyetten emekli olduktan sonra ticarete başlayan dayısı Ahmet Ziya Bey’le kısa bir süre birlikte çalıştı.

1929 Dünya Ekonomik Krizi, Türkiye’yi de vuruyor

Ailenin en küçüğü Sabri, Kırım’da ilkokulu üçüncü sınıfa kadar okumuş, daha sonra ailesi “hukuksuz” ilan edilince, devlet okulundan çıkarılmıştı. Sabri, bunun üzerine öğrenimini, diploma vermeyen özel bir okulda sürdürmek zorunda kalmıştı. Aile Türkiye’ye göç edince, Sabri’nin Kırım’daki öğrenim süresi kabul edilmedi. Zaten, elinde herhangi bir belge de yoktu, ayrıca Latin alfabesinide bilmiyordu.

Büyükmanika köyündeki ilkokulda birinci sınıftan öğrenime başlayan Sabri, Kırım’da öğrendiği Kiril alfabesini bir kenara bırakarak, Türkiye’de bir yıl önce kabul edilmiş olan Latin alfabesiyle öğrenime başladı.

Tütün tarımı, ailenin temel geçim kaynağı olmuştu. Ama elde avuçta hiçbir şey yoktu. Dünyalarını yeniden kuruyorlardı. Kırım’dan göç ederken, sadece birkaç parça çamaşırlarını getirebilmişlerdi. Tütün üretiminden alınan ödül, Sabri’nin ilkokul masrafları için harcanıyor, primler ise ailenin geçimini sağlamaya yetmiyordu. Hacı İslam Efendi, bu durum karşısında asıl mesleğine dönmek üzere başvuruda bulundu ve ardından da Saray ilçesinin Kalpaklı köyü ilkokul öğretmenliğine atandı.

Ancak, aile Türkiye’ye geldikten sonra büyük bir talihsizlik yaşandı; özellikle Batı dünyasını etkisi altına alacak olan “1929 Dünya Ekonomik Buhranı” başladı. Henüz emekleme döneminde olan Türkiye, bu krizden fazlasıyla etkilendi. Çalışan nüfusun yüzde 82’si tarım sektöründeydi. Her şey ateş pahasıydı. İnsanlar, bir kilo şeker alabilmek için 3,5 kg buğday veriyordu. Örtünmek için kullanılan “pazen” adındaki pamuklu bezin 1 metresi de 2,5 kg buğdayla alınabiliyordu.

Mal takasıyla hayatını sürdüren Türk insanı, nakit paraya hasretti. Krizle birlikte Türk Lirası’nın değeri pula dönmüştü. O zamanın dünya piyasalarında geçerli parası olan 1 İngiliz Lirası, 10,24Türk Lirası’na satın alınabiliyordu.32

Sabri, ailesiyle birlikte 1929 yılında Kırım’dan Türkiye’ye göç ettikten sonra, Trakya’daki Büyükmanika köyünde ilkokula başladı. Aslında, Kırım’da
öğrenim görmüş, ama Bolşevik Rusya yönetimi ona tasdikname vermemişti. Sabri, Türkiye’de öğrenime birinci sınıftan başladı. Köy okulunda üç yıl okudu.
Diplomasını ise, son iki yılını okuduğu İstanbul’daki Kadırga İlkokulu’ndan aldı.

Sabri, Tekirdağ’ın Saray ilçesi Büyükmanika köyü ilkokulunda üç yıl öğrenim gördü.

Sabri, ilkokuldayken kurabiye satıyordu

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, insanlar, “bir hırka, bir lokma” felsefesine rıza gösterdi. Bu arada, ailelerin tüm fertleri, işgücüne dahil olma gayreti içine girdi. Sabri de, henüz 7-8 yaşlarındayken ailesinin geçimine katkıda bulunmak amacıyla, ders saatleri dışında küçük çapta ticaret yapıyordu.

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, yakın dostu Sabri Ülker’den, çocukluk yıllarının anılarını dinlerken, henüz ilkokul çağında ticari faaliyette bulunduğunu öğrenmiş. Yalçıntaş, Sabri Ülker’den yıllar önce dinlemiş olduğu anıları günümüze şu cümlelerle taşıyor:

Türk ekonomisinde önemli bir yeri olan Sabri Bey, zaman zaman bir araya gelince, bana hayat hikâyesini anlatırdı. Çatalca’da, ufak bir Tatar köyü vardır. Adı, İzzettin köyü. Bizimde orada yazlığımız olduğu için, söz konusu köyü biliyorum. Sabri Bey, bir sohbetimiz sırasında bana şunları anlatmıştı: “Nevzat; sizin yazlığın olduğu yerde, bizim evimiz vardı. Babam da imamdı. Biliyorsunuz, biz Kırım’dan muhacir [göçmen]olarak geldik. Dışardan gelmiş bir aile olduğumuz için, geçim derdimiz vardı. Anacığım, tepsi içinde tatlılar, kurabiyeler yapıyor, ben de onları yakınımızdaki tren istasyonuna götürüp, yolculara satıyordum. Sonra, “Bu trenin gittiği son noktaya niçin gitmiyorum?” diye düşündüm. Yani Sirkeci’ye... Çünkü orada daha çok müşteri vardı. Köyümüzün yakınındaki istasyonda tatlı satma yerine, Sirkeci’ye yöneldim. Tablamı ve tatlılarımı alıp, trenle oraya gittim.”

Güzide Ülker’in yeğeni Mehmet Kösdağ da, enişteleri Sabri Ülker’den dinlediği çocukluk anısını şöyle naklediyor:

Sabri Enişte’den zaman zaman çocukluk hatıralarını dinlerdim. Bu hatıralar arasında, ilgimi çeken bir sahne vardı. Henüz 9-10 yaşlarındayken, köylülerden yumurta toplar, satar ve ailesinin bütçesine katkıda bulunurmuş. Bu söylediğim dönem, Kırım’dan geldikleri yıla tesadüf ediyor.

Sabri Ülker’in çocukluk yıllarının yakın tanığı olan dayızadesi Nihat Öner’de de ilginç bilgiler var. Bunlar, daha çok, çocuk oyunlarını kapsıyor. Şimdi Nihat Öner’i dinleyelim:

Biz, İstanbul’un Bakırköy semtindeki Zeytinlik Mahallesi, Bilge Sokak’ta oturuyorduk. Bizim evin bulunduğu yer, bir Rum mahallesiydi. Şakire Halamların Kırım’dan gelişinden yaklaşık iki yıl sonra, bir gün annem “Çocuklar, bugün halanız gelecek, uslu olun!” dedi. Heyecanla beklemeye başladık.

Halamlar Manika’dan geldiler. Öyle zannediyorum ki, Sabri Ağabeyim 10-12 yaşlarındaydı. Üzerinde, genellikle Rusların giydiği işlemeli Kazak gömleği vardı, başında da kalpak...

Akrabalarımızı bir anda evimizde görünce büyük şenlik yaşadık. Hemen kaynaştık. Biz çocuklar, bir odaya çekildik ve kovalamaca oynamaya başladık. Taşkınlığımız artmıştı. Bu sırada Sabri Ağabey, hepimizden büyük olduğu için bizleri uyarırcasına, “Tokta, tokta...” diyordu. “Tokta”, Tatarcada “Dur” demekmiş.

Sabri Ağabeylerin gelişine sevinmiştik. Biz de Büyükmanika’ya gideceğimiz günleri adeta iple çekerdik. Çünkü, köy ortamında daha özgür oynama imkânımız olurdu.

Hakkı hastalanınca, aile köyden İstanbul’a taşınıyor

1932 yılı, aile için uğursuz geldi. İstanbul’da, ağabeyi Asım’la birlikte yaşayan Hakkı’ya ileri derecede verem hastalığı teşhisi konuldu. Verem, 20. yüzyılın başında tüm dünyayı tehdit ediyordu. Hakkı’nın vereme yakalandığı sırada, 14 milyon nüfuslu Türkiye’nin 1 milyonu veremliydi.

Hacı İslam Efendi, oğlunun durumu karşısında hiç tereddüt etmeden ailesini bir anda toparlayıp, köyden İstanbul’a taşındı. Kadırga’daki Şehsuvar Sokak’ta ahşap bir ev tuttular. Hakkı’yı da iki yıl boyunca kalacağı Heybeliada Sanatoryumu’na yatırdılar.

Ailenin maddi imkânları yine sıfırlandı. Elde avuçta yine hiç birşey yoktu. Zaten, Büyükmanika’da yaşamlarını, topraktan kazanmaya çalışıyorlardı. İstanbul’da ise, ekecek dikecek toprakları yoktu.

Hacı İslam Efendi, iş aramaya koyuldu. Aile, çaresizdi. Sadece Asım’ın kazancıyla geçimlerini sağlamaya çalışıyorlardı. Bu sıkıntılı dönem, iki yıl sürecekti.

Babası iş ararken, dayısının yanında çalışan Asım da aynı duruma düştü. Çünkü dayı Ahmet Ziya Bey, emeklilikten sonra başladığı ticari hayatını noktaladı. Ancak, yeğeninin imdadına yine kendisi yetişti ve Asım’ı, Besler Bisküvi Fabrikası’na 20 lira aylıkla yerleştirdi. Ahmet Ziya Bey, bir süre sonra da vefat etti.

Mualla Öner, kuzeni Asım’ın yeni işiyle ilgili babasından dinlediği ayrıntıları, yıllar sonra şöyle anlatıyor:

Besler firmasının sahipleri Fehmi ve Sami Beyler, Rumelili bir aileymiş. Beybabam da [babası Ahmet Ziya Bey] o yıllarda gıda ticareti yaptığı için, Besler’in sahiplerini tanıyormuş.

Daha dün gibi hatırlıyorum; Beybabam,  Asım Ağabey’i alarak, ambleminde fil resmi olan Besler imalathanesine gitmişti. Firmanın sahipleri, Asım Ağabeyime Latin harflerini bilip bilmediğini sormuşlar. O da “Biliyorum” demiş. Asım Ağabeyimin Latin harflerini bilmesi, ona yeni bir iş kapısı açmış.

Besler firmasında işe başlamış ve bisküvi paketlerinin üzerine adresleri yazmakla görevlendirilmiş. Bunun yanı sıra, irsaliyeleri tutuyor, diğer yazışmaları da yapıyormuş. Ayrıca, sabahları dükkânı açıp, akşamları kapatma görevi de kendisine verilmiş.

Asım, zaman içinde Besler Fabrikası’nın alt katında ürün satışının yapıldığı dükkânın tezgâhtarlığına terfi etti. Fabrika, Bahçekapı’daki tramvay durağındaydı. Aslında, fabrikanın bulunduğu bina, küçük bir apartmandı. Bu binanın alt katında da Besler Fabrikası Satış Mağazası yer alıyordu.

Çok iyi derecede Rusça bilen Asım, aynı zamanda Latin ve Kiril alfabesine de hâkimdi. Zaten, bu bilgisi, kendisinin Besler Fabrikası’nda iş bulmasında etkili olmuştu.

Sabri, ilkokulda okurken karpuz da satıyor

Hiç beklenmedik bir anda Hakkı’nın hastalanması üzerine, Sabri’nin okul kaydı da Büyükmanika’dan İstanbul’daki Kadırga 3.İlkokulu’na nakledildi. Çalışkan bir öğrenci olan Sabri, yaz tatillerinde de Sirkeci ve Eminönü semtlerinde, ağabeyi Asım’ın çalıştığı Besler Fabrikası’nın ürünlerini satmaya başladı. Sabri bununla da yetinmedi, evlerinin bulunduğu Kadırga semtinde karpuz ticareti de yaptı.

Yine o yılların tanığı Nihat Öner’i dinleyelim:

Asım Ağabey, Besler Fabrikası’nda işe girmişti. Sabri Ağabey de yaz aylarında seyyar tezgâhta Besler ürünleri satıyordu. Asım Ağabey, Üsküdar’da çalışırken, üstü benzin kokardı; Besler Fabrikası’na girince, bu defa şeker ve çikolata kokmaya başladı.

Asım Ağabey’in yaşı müsaitti, sabit işi vardı. Sabri Ağabey ise, henüz ilkokul öğrencisi olmasına rağmen, yaz tatillerini çalışarak değerlendiriyordu. Abdül isimli bir arkadaşı vardı. Bir gün bu arkadaşıyla karpuz sattığını da gördüm. Hiç unutmuyorum, Kadırga’daki evlerinin yakınında karpuz yığınını görünce, halama, “Bunlar nedir?” diye sormuştum. O da bana, “Sabri Ağabeyin, bu karpuzları satıyor” demişti. O dönemde, biz Bakırköy’den ayrılmış, kısa bir süre halamlara komşu oturmuştuk. Benim, oyuncak bir tüfeğim vardı, onunla sinekleri öldürürdüm.

Biz çocukluğumuzu yaşarken, Sabri Ağabey ticaretle uğraşırdı. Çok iyi hatırlıyorum; bir gece karanlığında sokakta dolaşırken, Sabri Ağabey’le karşılaştım; “Senin ne işin var burada?’ diye, kendisinden azar işittim. O zamana kadar hiçbir akrabamdan böyle bir azar işitmemiştim. Sonra ağlaya ağlaya eve gittim...

Sabri Ağabey’le aramızda yedi yaş var. Bir gün, ailenin çocukları halamların evinde toplanmış, kendi aramızda oynuyorduk. İçimizden birisi, Sabri Ağabey’e, “Haydi gel, şarkı söyle” dedi. Sabri Ağabey, utanıp kapının arkasına saklandı. O zaman, kantolar söylenirdi. Dün gibi hatırlıyorum; Sabri Ağabey, ısrarımız üzerine utana sıkıla şu kantoyu okumuştu:

Erkekten farklı, neyimiz eksik; Saçlarımız dibinden kesik...

Ahsen Özokur: “Babam, hesapları akıldan yaparmış”

Tüm maddi varlıkları Odesa’da sokak ortasında kalan aile, kelimenin tam anlamıyla yokluk içindeydi. Büyükmanika köyünde, ekmeklerini topraktan çıkarmışlardı. Ama, İstanbul’un şartları ağırdı. Ailenin en küçük ferdi Sabri, okumak istiyordu. Çalışkandı. Azimliydi. Maddi zorluklar karşısında teslim olmaya hiç niyeti yoktu.

Sabri Bey, uzun yıllar sonra o dönemi, kızı Ahsen Özokur’a anlatırken, bir çift ayakkabıdan da söz etmişti. Kadırga’da başlayan bu hikâye, Bilecik’te sona erecekti. Ahsen Özokur anlatıyor:

Dedemler İstanbul’a gelince, büyük bir geçim sıkıntısına düşmüşler. Ailede sadece Asım Amcam çalışıyormuş. Babamın okula giderken ayağına giyebileceği doğru dürüst bir ayakkabısı dahi yokmuş. O sırada babamların bir aile dostu, kendisine ısmarlama iskarpin [ayakkabı] yaptırmış. Ancak, o ismini hatırlayamadığım amcanın ayakkabısı, ayağını sıkmış. Amca, ayakkabısını babama vermiş. Henüz çocuk yaştaki babam, belki de babası yaşındaki bir kişinin yeni ayakkabısıyla, okula gitmek mecburiyetinde kalmış.

Bunca geçim darlığına rağmen, babam, Kadırga İlkokulu’nda çalışkanlığıyla kendini göstermiş. Özellikle aritmetik dersinde hep akıldan hesap yaparmış. Zannedersem, Mefharet Hanım ismindeki öğretmeni, babamın dört işlemi hep ezbere, adeta hesap makinesi gibi yapması karşısında şaşırıp kalmış. Hoca hanım, babama bir yandan “Aferin” diyor, bir yandan da “Sabri, ben sana yetişemiyorum, hangi yöntemleri kullanıyorsun?” diye soruyormuş. Babamın kılık kıyafeti çok mütevazı imiş, ama zekâsı sayesinde tüm dikkatleri üzerinde topluyormuş.

Öğretmen Hacı İslam Efendi, kütüphane odacısı oluyor 

Oğlu Hakkı’nın hastalanması üzerine evini köyden İstanbul’a taşıyan Hacı İslam Efendi’ye, iki yıl sonra mütevazı bir iş kapısı açıldı. Sultanahmet’ten Beyazıt’a giderken Divan yolu üzerindeki tarihi Köprülü Kütüphanesi’ne müstahdem (odacı) olarak girdi. 

Hacı İslam Efendi, öğretmen okulu mezunuydu, ancak diplomasını, Saray ilçesindeki Milli Eğitim memurları kaybetmişti. Dolayısıyla, öğrenim durumunu ispat edecek belgesi olmadığı için, müstahdemliğe razı oldu. 

Aradan bir süre geçtikten sonra kütüphanenin müdürü Halil Efendi, Hacı İslam Efendi’nin kültür seviyesinin farkına varmış olacak ki, kendisine memuriyet kadrosu verdi; ardından da, yine kütüphanenin bulunduğu bahçe içinde iki odası bulunan, ancak mutfağı ve banyosu olmayan bir lojman tahsis etti. Lojman sayesinde ev kirasından kurtuldular; muntazam devlet maaşına da kavuştular. 

İki göz lojman, onların mutlu olmasına yetiyor, bunun yanı sıra, adeta misafirhane gibi de kullanılıyordu. Çünkü Büyükmanika’dan İstanbul’a hastasını getiren, bu büyük şehirde işi olan, hatta çocuğunu evlendirmek için Kapalıçarşı’dan alışveriş yapmak isteyen tüm akraba ve hemşeriler, ailenin misafiri oluyordu. 

Öğretmen Hacı İslam Efendi,
İstanbul Divanyolu’ndaki
Köprülü Kütüphanesi’nde
önce odacı oldu, sonra
memurluğa terfi etti.

1934 yılı aile için çok hareketli geçti. Asım, kısa dönem askerlik görevini yapmak üzere silahaltına alınırken, Sabri de Kadırga İlkokulu’ndan mezun oldu. 

Sabri Ülker, ailesinin 1929’da Kırım’dan Türkiye’ye göç ettikten sonra, öğrenimini tamamlayıp, iş hayatına atılışına kadar geçen dönemi, “mahrumiyet yılları” olarak tanımlayacaktı. 

Yaşamı boyunca medyaya mesafeli duran Sabri Ülker, 1994 yılında, Asomedya dergisine hayat hikâyesiyle ilgili önemli açıklamalarda bulunurken, ailesinin 60 yıl önce yaşadıklarını, az ve öz cümlelerle anlatıyordu: 

Bu mahrumiyet ve sıkıntı yıllarında, ev işlerine bakan annem hariç, hepimiz çalıştık; okul zamanı, derslerden sonra satıcılık yapıyor, yaz tatilinde fabrikada çalışıyordum. Besler Bisküvi ve Çikolata Fabrikası’nda üç yaz çalıştım. İlkokulu, Kadırga 3. İlkokulu’nda bitirdim.

Devletler Ailesi, 1934’te “Berksan” soyadını alıyor

Bu arada, 1934 yılında TBMM, “Soyadı Kanunu”nu kabul etti. Bu yeni kanunla birlikte, artık her Türk vatandaşına “soyadı” alma
mecburiyeti getirildi. 

Aslında aile, Kırım’da “Devletler” adıyla anılıyordu. Bu yeni kanunla birlikte aile fertleri, Kırım’daki soyadlarını gündeme getirdiler. Daha sonra, belirledikleri muhtelif soyadı örneklerini bir liste yapıp, nüfus idaresine başvurdular. Nüfus müdürlüğü, Hacı İslam Efendi’nin önerdiği soyadları beğenmeyerek, reddetti. Bunun üzerine, ailenin arayışı sürdü. 

Aile, soyadı belirlemeye çalışırken, Asım, babasına “Berk” kelimesinin ne demek olduğunu sordu. Herhalde bu kelimeyi bir yerden işitmişti. Hacı İslam Efendi de, “Oğlum, ‘berk’, şimşek demektir” cevabını verdi. Asım, babasına ikinci sorusunu yöneltti:  

“San, ne anlama geliyor?” 

Hacı İslam Efendi, “Oğlum, ‘berk’le ‘san’ birleşirse, ‘şimşek gibi’ anlamına gelir” dedi.

 Aile, “Berksan” ismi üzerinde karar kıldı; yeni soyadları da Eminönü Nüfus Memurluğu tarafından kabul edildi.

Üç Hakkı, köy mezarlığında yan yana yatıyor

Berksan Ailesi, yeni soyadına kavuşmuştu, ama iki yıldan beri Heybeliada Sanatoryumu’nda verem tedavisi gören evlatları Hakkı, maalesef onların yüzünü güldürememişti. Çünkü Hakkı’nın vücudu, tedaviye cevap vermiyor, durumu her geçen gün ağırlaşıyordu.

Doktorlar, Hakkı’dan ümidi kesmişti. Artık, tıbbın yapabileceği bir şey yoktu. Aile, hekimlerden, bu beklemedikleri ve evlatlarına yakıştıramadıkları haberi aldıktan sonra, Hakkı’yı Büyükmanika’ya götürmeye karar verdiler.

Şakire Hanım, son döneminde oğluyla baş başa kalmak istiyordu. Ona bakıyor, elleriyle besliyor ve bir mucize bekliyordu.

Allah’a sığınmıştı. Ama ne çare ki, Hakkı, 15 Aralık 1934 Cumartesi günü, henüz 20 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.

Şakire Hanım, üçüncü evladını da kaybetmenin ıstırabı içinde gözyaşı döküyordu.

Öyle ya, “Ağlarsa anam ağlar...” diye boşuna söylememişler. Devletler ve Hocalar ailesinin tüm fertleri, Büyükmanika’da toplandı. Hakkı, Hakk’a teslim edildi.

İşte o gün bugün, Devletler ve Hocalar ailesinin üç Hakkı’sı, yıllardır Büyükmanika köyü mezarlığında, ebedi uykularını yan yana sürdürüyor:

Şakire Hanım’ın kardeşi Hakkı

Şakire Hanım’ın oğlu Hakkı

Şakire Hanım’ın yeğeni Hakkı...

31. Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Tekirdağ Şubesi’nin yayınladığı bültenlerden derlendi.

32. 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, İlhan Tekeli-Selim İlkin, s. 3-90, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1977.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye