Trakya’da Bulgar saldırısı başlayınca Devletler Ailesi, İstanbul’a sığınıyor.

Kırım’daki Türk asıllı Devletler Ailesi’nden Hacı İslam isimli genç, 1891’de öğrenim için İstanbul’a geldi. Fatih Medresesi’ni bitirdi. 
1904’te Trakya’da, Kırım asıllı bir ailenin kızı olan Şakire Hanım’la evlendi. 1912’de ise, Balkan Savaşı başlayınca ailesinin canını zor kurtardı.

Bir “hayat hikâyesi” anlatmaya başlamadan önce, isterseniz “hayat”ın ne olduğunu sorgulayalım.  Hayatı, kırık bir testiden sızan suya benzetenler de var, sanata benzetenler de...

Kimileri de diyor ki, “Hayat, hayal dokuyan bir tezgâhtır. ”Bu konudaki bir başka anlatım ise şöyle: “Hayat, nihayet saadetten ibarettir.”

Acaba öyle mi?..
Öyle olmadığını savunanlar ise, “Hayat, daima düzde gitmez; arasıra çıkılır, çok kere inilir” cevabını veriyor.

Hayatın anlamını araştırırken, herhalde bir ortak noktada buluşmamız gerekiyor. Bu ortak noktayı hem kutsal kitaplar gösteriyor, hem de ünlü Fransız yazarı Balzac ifadelendiriyor:

“Hayat, beşik ile mezar arasındaki sınav süresidir...”

Şimdi, hayatın akışı içinde, hikâyemize başlayalım.

Tarih 1873. Rusların egemenliği altındaki Kırım’ın Korbek köyünde yaşayan “Devletler Ailesi”ne mensup Hasan Efendi ile Hatice Gülsüm Hanım’ın dördüncü evlatları dünyaya gelir; çocuğa, “Hacı İslam” adını verirler. Ailenin diğer evlatları da erkek; isimleri ise, yaş sırasına göre şöyle: Seyit Ömer, Osman ve Kurt Mehmet...

Devletler Ailesi, Kırım’ın güneyinde, Karadeniz sahiline yakın tepeler arasındaki orman içinde saklı olan Korbek köyünde, bağ bahçe tarımıyla hayatını kazanmaya çalışır. Çünkü o dönemde Kırım, Rusya’nın bahçesi gibidir. Yetiştirilen sebze ve meyvelerin çok büyük bir kısmı Rusya halkını besler. Ancak, zamanla, Kırım’a Ukraynalılar gelince, bu işler kaybolur. Çünkü Ukraynalılar, bahçe çiftçisi değil, tarla çiftçisidir.

Korbek, Kırım’ın tarihi Yalta kentinden, sahil yolunu izleyerek doğudaki Aluşta şehrine giderken, Karadeniz’e adeta selam durantepelerin kuytu bir köşesinde yer alır. Ama Devletler Ailesi’nin evleri, tepenin başındadır. Çünkü onlar, saklanmayı hiç sevmez.

 

Önce Rusya, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı olan
Türk asıllı Devletler Ailesi, Kırım’ın güneyindeki Korbek köyünde yaşadı. Köy,
Karadeniz sahiline bakan Çadır Dağı’nın yamacındaki bir ormanın içinde yer alıyor.

 

Hacı İslam, 4 yaşındayken “93 Harbi”14 başlıyor

Aile, Türk asıllı, ama Rus vatandaşıdır. Çünkü Kırım, 1768-1774 yılları arasında yaşanan Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra, Rusların egemenliği altına girmişti. Aslında, Osmanlılar ile Ruslar, XVI. yüzyıldan itibaren sürekli savaş halindeydi. Bu savaşlar, iki ülke halkları arasına kin ve nefret tohumları saçtı.

Hacı İslam henüz dört yaşındayken, bu defa Türk tarihinde “93 Harbi” diye anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi yaşanır. Savaşın başladığı sırada Osmanlı tahtında, saltanatta henüz birinci yılını tamamlamış olan Padişah II. Abdülhamid vardır.

Devletler Ailesi, Rusların egemenliği altına giren Kırım’da, insanları böylesine kahreden psikolojik bir baskı ortamında hayatlarını sürdürür. Düşlerinde ve düşüncelerinde hep Osmanlı vardır.

 

 

Sabri Ülker’in babası Hacı İslam Efendi, Kırım’ın güneydoğusundaki sahil
kenti Aluşta’nın Korbek köyünde doğmuş, 17 yaşına kadar orada yaşamış.
Sabri Ülker’in baba evi, zamanla haritadan silinmiş, ama komşu evlerden
biri duruyor (üstte), Hulûsi Turgut, biyografi çalışması sırasında Korbek
köyüne de giderek alan araştırmalarında bulundu (altta).

 

Ruslaştırılan topraklar, o yörelerdeki Türkler için artık yaşamalanı olmaktan çıkar. Çünkü, bu coğrafyanın eski sahipleri azınlıkta kalmıştır. Her Türk evinde, Anadolu özlemi vardır. O özlemi gidermek için Rusya’dan kurtuluş çareleri aranır, gizli gizli planlar yapılır. Zaten 93 Harbi’yle birlikte, Rusya ve Balkanlar’daki pek çok Türk, kurtuluşu Anadolu’ya göç etmekte bulmuştur. Kırım’daki Türkler de bu arayışın içindedir.

İşte böyle bir arayış sırasında, Devletler Ailesi’nin en küçük ferdi Hacı İslam için büyük bir kurtuluş kapısı açılır. Özgürlük, dalga dalga ona yaklaşır. Hacı İslam, İstanbul’daki Fatih Medresesi’ne “burslu öğrenci” olarak kabul edilir.

Hacı İslam, Kırım’dan İstanbul’a nasıl gitmiş? Bu konuda aile fertlerinde yeterli bilgi yok. Ancak, Asım Ülker’in oğlu Selçuk Berksan, dedesinin son yıllarında, kendisinden, hayat hikâyesiyle ilgili bilgiler almaya çalışmış. Dededen dinlenilen bu bilgiler, heyecanlı sahnelerle dolu.

Selçuk Berksan, dedesinin öğrencilik yıllarına ait bilgileri günümüze taşırken şunları söylüyor:

Dedemiz Hacı İslam Efendi, 18 yaşındayken, muhtemelen 1891 yılında, öğrenim görmek amacıyla Kırım’dan İstanbul’a gelmiş. Rusya’da doğmuş olan dedemiz, öncelikle Rus tebaasından Osmanlı-Türk tebaasına geçmiş. Ardından da Fatih Medresesi’ne kaydolup, günümüz ortaöğretimiyle aynı seviyedeki bu kurumda öğrenime başlamış.

İstanbul’da 10 Temmuz 1894’te büyük bir deprem yaşanmış. Bu arada, büyük dedemiz Hasan Efendi de, Hacca gitme niyetiyle Kırım’dan İstanbul’a gelmiş. Bir bilgiye göre, Hicaz’a kadar gitmiş. Ancak, Hac farizasını ifa ederken koleraya yakalanmış.15 Dedemiz daha sonra hasta haliyle İstanbul’a getirilerek, karantinaya alınmış.

Babasının rahatsızlığını öğrenen Hacı İslam Efendi de büyük dedemizi karantinadan alıp, Fatih Medresesi’nde kalmakta olduğu odaya yerleştirmiş. Hasan Efendi, Fatih Medresesi’ndeki öğrenci odasında vefat etmiş. Büyük dedemizin cenazesi, Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmiş.

Sabri Ülker’in dedesi, hac yolunda vefat etmiş

Ailenin hayat hikâyesi konusunda, Mualla Öner’de de ayrıntılı bilgiler var. Mualla Öner, Sabri Ülker’in dayısı Ahmet Ziya Bey’in kızı. Ailenin Kırım’dan dönüşünden sonra “ağabey” diye hitap ettiği Sabri Ülker’le birlikte büyümüş. Hacı İslam Efendi’yi de, ailenin diğer fertleri gibi “Efendi Baba” diye anıyor.

Ailenin hayattaki en büyük ferdi Mualla Öner’in anılarında Sabri Ülker’in büyükbabası Hasan Efendi’nin hac hikâyesiyle ilgili değişik bilgiler yer alıyor. Şimdi, Mualla Öner’i dinleyelim:

Efendi Babamız Hacı İslam Efendi, Fatih Medresesi’nde öğrenime başladığı sırada, babası Hasan Efendi, hac farizasını yerine getirmek amacıyla Kırım’dan yola çıkmış; önce İstanbul’a gelmiş, ardından da hac yolculuğu için İzmir’e gitmiş. Ancak, orada rahatsızlanınca karantinaya almışlar.

Hacı İslam Efendi, babasının rahatsızlığından haberdar olmuş ve hemen İzmir’e giderek, Hasan Efendi’yi İstanbul’a getirmiş. Hacca gitmesi nasip olmayan ailenin büyük dedesi, oğlunun yanında vefat etmiş. Efendi Babamız, çok büyük bir üzüntüye kapılmış. Cenaze henüz defnedilmeden önce, “Ben garip bir talebeyim. Babama karşı son vazifelerimi nasıl yapacağım?” diye düşünmeye başlamış.

Tarih, 1895 olabilir. Zamanın şeyhülislamı da aynı günlerde vefat etmiş. Şeyhülislam Efendi ile Hasan Efendi’nin cenaze namazı aynı gün, aynı vakitte Fatih Camii’nde kılınmış. Şeyhülislam Efendi’nin cenazesi münasebetiyle camide çok kalabalık bir cemaat hazır bulunuyormuş.

Hasan Efendi’nin cenazesiyle birlikte, Şeyhülislam Efendi’nin cenazesi kaldırılırken, adeta ölümün de saltanatı yaşanıyormuş. Efendi Babamız, babasının cenaze namazını anlatırken, “Gurbetteki babamın cenazesi eller üstünde giderken, arkasından zor yetiştim” diyordu. Yine Efendi Babamızın ifadesiyle, Hasan Efendi’nin cenazesi “sultanlardan daha sultan” gitmiş.

Murat Ülker: “Dedem, Abdülhamid bursuyla okumuş”

Hacı İslam Efendi, babasını kaybetmenin acısı içinde İstanbul’da öğrenim görürken, Osmanlı tebaasına kavuşmanın verdiği fırsatları da değerlendirerek, geleceğini planlama ihtiyacı hisseder. Gönlünden, bu topraklarda yerleşik bir hayat kurmak geçer. Önce Fatih Medresesi’nde, ardından da Dar’ül-Muallimin’de burslu okuduğu için maddi sorun da yaşamaz.

 

Murat Ülker, dedesi Hacı İslam Efendi’nin Kırım’dan İstanbul’a
gelerek, Fatih Medresesi ve Dar’ül-Muallimin’deki orta ve
yükseköğrenimini Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid adına
verilen “Abdülhamid Bursu” ile yaptığını açıklıyor.
(Fotoğraf: Hürriyet Gazetesi Dokümantasyon Merkezi)

 

Kırımlı Hacı İslam, öğrenim bursunu acaba nasıl sağlamış? Sabri Ülker’in oğlu Murat Ülker, bu konuya, babasından dinlediği bilgilerle açıklık getiriyor:

Bizim evde, Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamid’in adı saygıyla anılırdı. Bu ismi, ailemizde ilk defa ilkokul öğrencisiyken işitmiştim. Bu kudretli padişahtan söz edilirken, daima “Abdülhamid Han” sıfatı kullanılırdı. Babam, “Oğlum, bizim evde Abdülhamid Han’a laf söylenmez, eleştirilmez” demişti. Ben de sebebini sorduğum zaman, şu cevabı vermişti:

“Babam, Kırım’dan Türkiye’ye gelince, önce Fatih Medresesi, sonra Dar’ül-Muallimin’de burslu okumuş. Ben, Padişah Abdülhamid Han’ın ekmeğiyle büyüdüm. Onun için, kendisine hiç laf söyletmem.”

Baba evinde, Padişah Abdülhamid, daima hayırla yâd edilirdi.

Kırım asıllı iki genç, bir Trakya köyünde evleniyor

Hayat hikâyemizin bu kısmında, “evlilik müessesesi” üzerinde bir nebze duralım.

Bu konuda da düşünürlerin, yazarların ve şairlerin söylediği pek çok söz var. Kimileri, evlilik müessesesini insan hayatının birinci basamağı olarak değerlendiriyor, kimileri de “Evlilik, ağaçların aşılanmasına benzer; aşı tutarsa, daha fazla ve kaliteli ürün alınır, ama tutmazsa, verim düşer...” diyor.

Şimdi, Hacı İslam Efendi’nin evlilik hikâyesini, aile fertlerinden dinlediğimiz bilgilerle ayrıntılı bir şekilde anlatmaya koyulalım.

Hacı İslam Efendi, Kırım’dan İstanbul’a gelince, önce medrese öğrenimi görür. Ardından da öğretmen ve imam-hatip olarak yetiştirilmek üzere Darü’l-Muallimin’e (öğretmen okulu) kaydolur. Buradaki yükseköğretim süresi iki yıldır.

Hacı İslam Efendi, öğretmen okulunu bitirdikten sonra, bir yandan bu okulun yüksek kısmına devam eder, bir yandan da İstanbul’da öğretmenlik görevi alır.

Kırımlı genç öğretmen, muhtemelen 1904 yılında, Tekirdağ’ın Saray ilçesine bağlı Büyükmanika köyünde oturan akrabası Rukiye Hanım’ı ziyarete gider. Bir başka bilgiye göre ise, yaz aylarında bir Trakya köyünde “geçici öğretmen” olarak görevlendirilir.

Öğretmen Hacı İslam, bölgede bulunduğu sırada, Büyükmanika köyünün öğretmeni, aynı zamanda imamı olan Hafız Numan Efendi’nin kızı Şakire Hanım’la karşılaşır. Bu iki genç, kısa süre içinde nişanlanır ve evlenir. Evlilik, aynı yılın ağustos ayında gerçekleşir.

Gelin Hanım, 1884, Büyükmanika doğumlu. “Hocalar” namıyla anılan ailesi, “93 Harbi” sırasında Bulgaristan’ın Tırnova şehrinden Trakya’ya gelmiş. Aile, Tatar asıllı ve Kırımlı.

Hacı İslam Efendi evlenince İstanbul’dan ayrılır, bu arada Darü’l Muallimin’in yüksek kısmındaki öğrenimini de yarım bırakır. Ardından da Çorlu’nun Karamehmet köyüne öğretmen olarak tayin edilir; bir süre sonra halkın arzusu üzerine, bu köyün imamlığını da üstlenir.

Şakire Hanım, ilk çocukları Sıdıka’yı (Doğruöz) 1905’te, henüz 17 yaşındayken dünyaya getirir. Onu, 1907 yılında ikinci kızları Mahire, 15 Ağustos 1911’de de oğulları Ahmet Asım’ın (Ülker) doğumları izler. Mahire, dört yaşındayken vefat eder.

Kırım Tatarlarının ikinci yurdu: Trakya’daki Saray

Hacı İslam Efendi, Karamehmet köyünde yaşadığı dönemde hacca gider. Ancak bu ziyareti, kendisinin maddi durumu müsait olmadığı için, varlıklı bir kişinin yerine “bedel” olarak yapar.

Kırım’da yaşayan anne Hatice Gülsüm Hanım ise, hacdan gelmesi için yolunu gözlediği eşi Hasan Efendi’nin İstanbul’da vefat etmesi, en küçük evladı Hacı İslam Efendi’nin de önce İstanbul, daha sonra Trakya’daki Karamehmet köyüne yerleşmesi üzerine, oğlunun yanına gelir ve bir daha ülkesine dönmez.

1913 yılında vefat eden Hatice Gülsüm Hanım’ın cenazesi, Karamehmet köyü kabristanına defnedilir.

Murat Ülker de dedesinin yerleştiği Tekirdağ’ın Saray ilçesi ile Kırım arasındaki münasebetler konusunda önemli bilgilere ulaşmış:

Dedemin öğretmen olarak görev yaptığı Saray ilçesinin ismi, Kırım’daki “Bahçesaray’dan geliyormuş.16 Kırım hanının şehzadeleri, Trakya’daki Saray’da yetiştirilirmiş. O zaman, Osmanlı İdaresi ile Kırım Hanlığı arasında böyle bir anlaşma varmış. Söz konusu anlaşmaya göre, Osmanlı Hanedanı’nın herhangi bir şekilde sulbi [zürriyeti, nesli] kesilirse, Osmanlı’yı, Kırım Hanlığı devam ettirecekmiş; aksi olur ise Kırım Hanlığı’nı da Osmanlı Hanedanı sürdürecekmiş. İşte bu nedenle, Kırım Hanlığı’nın şehzadeleri, Trakya’da, bugünkü Saray ilçesinin bulunduğu bölgeye gönderiliyormuş. Saray’daki arazi de Vakıflar’a aitmiş. Tahminime göre, dedem Hacı İslam Efendi, Kırım’dan gelip, İstanbul’da eğitim gördüğü için, onu da Saray’a tayin etmişler. Zaten, orada da evlenmiş.

Aile, Balkan Savaşı’nda canını zor kurtarıyor

20. yüzyılın başında Hacı İslam Efendi, Karamehmet’te mutlu ve huzurlu bir aile yuvası kurup hayatını sürdürürken, bu köye çok yakın mesafedeki Balkan topraklarında, Osmanlı’ya karşı yeni bir “şer ittifakı” oluştu. Aynı dönemde, imparatorluk başkenti İstanbul’da askeri ve siyasi alanda çok büyük huzursuzluklar yaşanıyordu.

 

(Grafik: Süleyman Perol)

 

İstanbul’daki siyasi kaosu fırsat bilen, eski Osmanlı tebaasına mensup Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ prenslikleri ile Yunanistan Krallığı, Rusya ve Batı ülkelerinin kışkırtmasıyla 8 Ekim 1912’de Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Osmanlı’nın Trakya’da görevlendirilen “Şark Ordusu” da, bu saldırıya karşı koymak için bölgeye gönderildi.

Bulgarların başını çektiği düşman orduları, Edirne’yi işgal edip, İstanbul’a doğru ilerlemeye başladı. Savaştan kısa bir süre önce büyük bir deprem17 felaketi yaşayan Trakya, bu defa Bulgar tehdidi baş gösterince boşaltıldı. Sivil halk, yarı yaya, yarı at arabaları ve kağnılarla, “can pazarı”ndan, İstanbul’a doğru kaçmaya başladı. Yolcu ve yük trenlerinde yer bulabilenler, adeta vagonların içinde istif edilmiş halde bölgeden uzaklaşmaya çalışıyordu.

Bunalımdaki anneler, çocuklarını trenden atıyordu

Hacı İslam Efendi Ailesi’nin yaşadığı Karamehmet köyü de düşman işgaline uğramak üzereydi. Bu fevkalade durum karşısında, aile, hiç vakit kaybetmeden toparlanıp yola koyuldu. Bu kaçış sırasında, Hacı İslam Efendi’nin kayınpederi Hafız Numan Efendi’nin ailesi de onlara dahil oldu. İki aile, düşmanın önünden kaçıp Çerkezköy’deki tren istasyonuna ulaşmayı başardı.

Ailenin küçük evladı Asım kucakta taşınırken, anne ve baba, yedi yaşındaki kızları Sıdıka’yı taşımakta güçlük çekiyordu. Kucaklarındaki çocuklarıyla süratli bir şekilde yol katetmeye çalışan aile, çaresizlik içinde kıvranırken Sıdıka’yı, kendileri gibi İstanbul istikametine doğru gitmekte olan, ancak hiç tanımadıkları bir ailenin at arabasına koydular.

 

 

Balkan Savaşı başlayınca, Bulgar askerleri Çatalca’ya kadar dayandı. Trakya’daki sivil
halk, bu saldırı sırasında İstanbul’a doğru kaçmaya başladı. Hacı İslam, ailesiyle birlikte
İstanbul’a kaçanlar arasındaydı. Fotoğraflarda, kağnılarla Trakya’dan İstanbul’a doğru
giden halk görülüyor. (Fotoğraflar: Hürriyet Gazetesi Dokümantasyon Merkezi)

 

Sabri Ülker’in teyzesi İsmet Hanım’dan derlenen bilgilere göre, Çerkezköy’e ulaşan aile, İstanbul’a gidecek trenlerden birine binebilmek için büyük mücadele verdi. Yolcu vagonlarının yanı sıra, yük vagonları da adeta üst üste istiflenmiş insanlarla dolup taşıyordu.

Böylesine bir can pazarında, kimi anneler, “geçici cinnet” yaşıyor ve kucaklarındaki yavrularını şuursuzca vagonların kapı ve pencerelerinden dışarı atmaya yöneliyordu. Bu sırada, Şakire Hanım da bir an kucağındaki Asım’ı camdan fırlatmaya yeltenmiş. Eşinin bunalımını fark eden Hacı İslam Efendi, ona engel olmuş ve muhtemel bir faciayı önlemişti.

Batı, Müslümanları Avrupa’dan çıkarmak istiyor

Hacı İslam Efendi Ailesi’nin canını zor kurtardığı Balkan Savaşı sırasında Türk, Osmanlı, Müslüman Boşnak ve Arnavutlara yönelik çok sayıda “vahşet sahneleri” yaşandı. Sadece Türk ve Müslüman oldukları için; kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden, on binlerce insan süngülendi, bıçaklandı ve öldürüldü. Camilere doldurulup yakılan insanlar oldu. Hamile kadınların karnının deşilip çocukların kesilmesi ve ezilmesi, “sıradan vahşet” görüntüleri haline geldi. Tecavüz ve işkence de bu savaşın ayrılmaz parçasıydı. Tüm bunlar yapılırken, Türk ve Müslümanlara, “alnına haç çizme” gibi, dinini aşağılayıcı yöntemler de uygulandı.

 

Trakya’dan İstanbul’a ulaşmayı başaran savaş mağdurları, bu defa deniz yoluyla
Anadolu’ya geçebilme mücadelesi verdi.
(Fotoğraf: 1912 tarihli İngiliz The Illustrated London News dergisi)

 

Zaten Balkan Savaşı’nda, Osmanlı’ya karşı birleşen güçlerin hedefi ve sloganı, “Türkleri ve Müslümanları, Balkanlar’dan ve Avrupa’dan atmak”tı. Bu hedef, Balkanlar’da “Türk soykırımı”nın gerekçesi oldu.

Balkan Savaşı süresince, Türk ve Müslüman 600 bin kişi vahşice katledildi, 900 bin kişi de çok ağır şartlarda bölgeden kaçıp, “muhacir” (göçmen) olarak Anadolu’ya sığındı.18 Bu savaşın sonucunda, 500 yıl boyunca Türklerin egemenliği altında yaşayan Balkan toprakları da sadece beş ayda kaybedildi.

Hacı İslam Efendi, 1891 yılında Kırım’dan İstanbul’a gelirken kim bilir ne hayaller kuruyordu. Küçücük bir köyde doğup büyümüştü. Şehir hayatını bilmiyordu. Ama artık, koskoca bir imparatorluğun başkentinde yaşamaya gidiyordu.

Henüz 18’indeki bu heyecanlı genç, İstanbul’a ulaştı, Osmanlı vatandaşı oldu, medrese eğitimini tamamladı, ardından da evlenip çoluk çocuğa karıştı. Kendisi gibi Kırım kökenli bir eş bulmuştu. Mutlu ve huzurluydu...

Ancak, Balkan Savaşı, onların tüm gelecek planlarını altüst etti. Düşman, kısa sürede imparatorluk sınırlarını aştı; Kırklareli ve Edirne üzerinden Çatalca’ya dayandı. Karamehmet köyünde, Bulgar askerlerinin adeta nefesleri hissediliyordu. Halk, çaresizdi. Osmanlı askeri ise düzensiz...

İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy da, Türk-İslam âleminin bir asır önce yaşadığı, 2012 yılında da, 100. yıldönümü münasebetiyle hüzünle anılan “Balkan Harbi Faciası”nı, Ekim 1912’de yazdığı “Cenk Şarkısı” adlı şiirinde şu mısralarla anlatıyordu:

Balkan’ın üstünde sızan her pınar

Bir yaradır, durmaz içinden kanar!

Hangi taşın kalbini deşsen; mezar!

Gör ne mübarek yer... uğurlar ola!

Evsiz barksız kalan aile, tekrar Kırım’a sığınıyor

Hacı İslam Efendi, aile fertlerini sağ salim İstanbul’a ulaştırdı. Osmanlı başkentine gelir gelmez, yolda, arabalı bir aileye teslim ettikleri kızları Sıdıka’yı aramaya başladı. Ona, bir cami avlusunda kavuştular. Bu avlu, daha sonra, pek çok aile gibi Hacı İslam Efendi Ailesi’ne de konaklama mekânı olacaktı.

Aile İstanbul’a ulaştıktan sonra, Hacı İslam Efendi, Babıâli’ye (Osmanlı Hükümeti’nin yönetim merkezi) giderek, maaş başvurusunda bulundu. Osmanlı İmparatorluğu’nda işleyen bir bürokratik düzen olduğu için, köydeki öğretmen dahi maaşını hükümet merkezinden alabiliyordu. Nitekim, öğretmen Hacı İslam’ın maaşı da, kendisine İstanbul’da ödendi.

Hacı İslam, maaşını aldıktan sonra, aile fertleri, kendi aralarında gelecek planlaması yapmaya başladı. Evsiz barksız, yersiz yurtsuz kalan aile, uzun süre cami avlularında yaşanamayacağını gördü ve Anadolu’nun iç kısımlarına doğru ilerleyerek Eskişehir’e ulaştı.

Aslında aile, Eskişehir’e, yerleşme niyetiyle gitti. Bu kentte, Kırımlı pek çok aile yaşıyordu. Ancak, öğretmen Hacı İslam Efendi, tayininin beklenmedik bir anda, Saray ilçesinin Karamehmet köyünden Konya’ya çıktığını öğrendi.

Kayınpederi Hafız Numan Efendi’nin ailesi de, Trakya dışında, geçici de olsa, huzur içinde yaşayabilecekleri, güvenli bir yerleşim yeri arıyordu. Bu arayış, onları denizaşırı bir bölgeye, Kıbrıs’ın Magosa kentine sürükledi.

1912 yılının sonlarında Konya’ya ulaşan Hacı İslam Efendi, ailesiyle birlikte bu Orta Anadolu kentine yerleşip öğretmenliğe başladı. 1913 yılında ise, yaz tatilinde aldığı bir davet üzerine akraba ziyareti için Kırım’a gitti. İşte gidiş, o gidiş...

Hacı İslam Efendi’nin kardeşleri ve akrabaları, kendisine, “Burada bir yıl kalırsan iyi olur. Çünkü, bize öğretmen lazım” dediler. Oda bu isteği olumlu karşılayıp, Kırım’da öğretmenliğe başladı. Ardından da Kıbrıs’tan tekrar anavatana dönmüş olan kayınpederine bir mektup yazarak, eşi Şakire Hanım ve çocuklarının Kırım’a gönderilmesi ricasında bulundu.

Hafız Numan Efendi, damadından gelen bu mektup üzerine, kızı Şakire Hanım ile torunları Sıdıka ve Asım’ı gemiye bindirip, Kırım’a gönderdi. Ailedeki bir başka bilgiye göre ise; Hafız Numan Efendi, kızı ve torunlarını Kırım’a bizzat götürüp, daha sonra İstanbul’a döndü.

Sabri Ülker, annesi, babası ve kardeşlerinin, Trakya’daki yerlerini yurtlarını terk edip, İstanbul’da cami avlularında yaşamak zorunda kaldıkları Balkan Harbi dehşetinden 82 yıl sonra, ailesinin o döneme ait anılarını şöyle nakledecekti:

Rahmetli ablam [Sıdıka] ve ağabeyim Asım Ülker, Çorlu’da doğmuşlar. Rahmetli küçük ağabeyim Hakkı Bey ve ben, Kırım’da doğduk.

Ailemiz, Balkan Harbi öncesi, Çorlu’nun Karamehmet köyünde yaşıyormuş. Balkan Harbi bozgununda, çocukları kucaklarında, büyük göçmen seliyle İstanbul’a gelmişler; camilerde ve cami avlularında uzun süre barındıktan sonra, rahmetli babam, memleketi olan Kırım’ı ziyaret etmeyi uygun görmüş; “Biz dönünceye kadar düşman da çekilir” diye düşünmüş.19

Sabri Ülker, 16 Eylül 1920’de Kırım’da doğdu

Eşi ve iki çocuğuyla birlikte 40 yaşında ata yurdu Kırım’a dönen Hacı İslam Efendi, doğup büyüdüğü toprakların şartlarına hemen adapte oldu. Şakire Hanım ve iki çocuğu da, Rusya’nın nadir güzelliklerine sahip bu yarımadayı çok beğendi. Rus çarlarının yazlık saraylarının da bulunduğu Kırım, onları adeta büyüledi.

Aile, bu defa Yalta ve Aluşta şehirleri arasında, deniz kenarındaki Küçük Lambat (Kiparisnoe) köyüne yerleşti. Hacı İslam Efendi, burada da öğretmenlik yapmaya başladı.

Bu arada, Devletler Ailesi’nin Kırım doğumlu ilk evlatları İsmail Hakkı, 1914 yılında dünyaya geldi. Onu, 1919 yılında Abdurrahman’ın doğumu izledi. Ancak, ailenin bu yeni ferdi, henüz bir yaşına dahi gelmeden, zatürreeye yakalanıp vefat etti. Sabri (Ülker) ise 16 Eylül 1920’de doğdu.

Aile, Kırım’da yaşadıkları süre içinde bağ bahçe işleriyle meşgul olup, dallarından topladıkları portakalları kâğıda sararak paketleyip pazarlamaya başladı. Kırım’da yaşayan Tatarlar da aynı şekilde tarımla meşgul oluyor, bağ ve bahçelerde yetiştirdikleri ürünleri, yarımadanın her köşesine gönderiyorlardı.

Hem öğretmenlik yapan, hem de tarımla uğraşan Hacı İslam Efendi, tasarruflarıyla ev sahibi de oldu.

Kırım Tatarlarını, Hacı İslam Efendi okutmuş

Murat Ülker, dedesinin öğretmenlik yaptığı tarihten neredeyse bir asır sonra Kırım’a giderek, atalarının izini sürdü. Bu seyahat sırasında, bir huzurevini ziyaret etti. Ülker, huzurevinde karşılaştığı Kırımlı, emekli bir bayan öğretmenden, dedesi hakkında şu bilgileri aldı:

Kırım’a yaptığım bir ziyaret sırasında, tanışıp görüştüğüm öğretmen emeklisi yaşlı bir kadıncağız, dedemin ismini işitince, bana aynen şunları söylemişti:

“Evet, hatırlıyorum. Bir Hacı İslam Efendi vardı. Türkiye’den gelin getirmişti. Onlar, daha sonra Türkiye’ye döndüler. Oğlum, bu Tatar milletini, Hacı İslam Efendi okuttu. Ondan sonra da okutan kalmadı...”

18 yaşındayken öğrenim amacıyla Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a gelip, olgunluk çağının başlangıcında bir aile reisi olarak eşi ve çocuklarıyla birlikte ata yurduna dönmek zorunda kalan Hacı İslam Efendi’nin tek arzusu, huzur ve mutluluktu. Ama bu arzusuna bir türlü kavuşamıyordu. Çünkü onları bekleyen yeni savaşlar, ihtilaller, sürgünler, hapishaneler, hatta katliamlar dahi vardı.

Ünlü düşünür Socrates, “İncelenmemiş hayat, yaşamaya değmez” diyor.

Önce, Hacı İslam Efendi, ardından da en küçük evladı Sabri Ülker’in hayatını inceleyelim, görelim... Değip değmediğine de o zaman karar verelim...

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye