Betül Ülker: “Kayınvalidem Güzide Hanım’ı ‘model kişi’ olarak aldım.”

Babam, ‘Sabri Bey, Sabri Bey...’ diye bahseder, evimizde çeşitli vesilelerle Sabri Bey’in adı geçerdi. ‘Sabri Bey’ ismini işittikçe, bembeyaz sakallı, pamuk gibi saçlı, hani öyle masal kahramanları gibi dedeler olur ya, gözümün önünde o tipte bir kişi canlanırdı...

Şüphesiz, ömrümüzün her çağı güzeldir. Ancak, o güzellikleri yaşamak, biraz da insanın kendisine bağlıdır.

Gençlik, ilkbahara benzer; yaşlılık ise, sonbahara...

İlkbaharla birlikte tabiatın canlanması gibi, her ailede de, gençlik çağına ulaşan evlatları baş-göz etme, onların mürüvvetini görme arzusu belirir. Bu, aynı zamanda bir tabiat kanunudur.

Yazarlar, şairler, düşünürler, yazının icadından beri evlilik konusu üzerinde o kadar çok eser vermişler ki, sayısı neredeyse evli çift sayısına yakındır. Bu eserlerden bazılarında şu tespitler yer alır:

Fikren anlaşan karı-kocanın hayatı kadar güzel bir şey olamaz.

Evlenmeden gözünüzü dört açın, ama evlendikten sonra kapatın.

Erken kalkan ile genç yaşta evlenen asla pişman olmaz.

Her anne gibi, Güzide Ülker de oğlu Murat’ın bir an önce evlenmesini istiyordu. Çünkü biricik evladı üniversiteyi bitirmiş, kendi yuvasını kurmak için önünde bir engel kalmamıştı.

Aslında, Güzide Hanım, gönlünden geçirdiği gelin adayını da bulmuştu. Ancak, Betül Ataseven adındaki bu aday, henüz üniversite öğrencisiydi. Anne Güzide Hanım’ın ifadesine göre, yaşı da biraz küçüktü. Gelin adayının babası Prof. Dr. Asaf Ataseven ile annesi Dr. Gülsen Ataseven ise, Ülker Ailesi’nin yakın dostuydu. Ancak buna rağmen, Ülker Ailesi’nde, “Ya vermezlerse...” endişesi vardı. Sabri Bey, hanımlar arasında konuşulan bu konuyu işittikten sonra,kendine has değerlendirmesini yaptı ve son sözünü söyledi:

“Hanım, biz gidip isteyelim. O iş, isteyene göre değişir.

”Sabri Ülker: “Evlilik, yemek pişirmeye benzer”

Murat Ülker, evlilik konusunun annesi tarafından nasıl ve ne zaman gündeme getirildiğini kısa bir ifadeyle anlatıyor:

Annem beni bir an evvel evlendirmek istiyordu. Ben de yurtdışından henüz gelmiştim. Kız istemeye giderken, annemde tereddütler vardı. Betül için “Hem okuyor, hem de daha çok küçük, vermezler” demişti. Babam ise, annemin bu tereddüdünü gidermek amacıyla, şunları söylemişti:

“Hanım, biz gidip isteyelim; o iş, isteyene göre değişir.”

Evlilik arifesinde, babamdan şöyle bir nasihat almıştım:

“Oğlum; bu evlilik işi, tıpkı yemek pişirmeye benzer. Malzemesini dikkatlice seçersin, hepsini güzel güzel ilave edersin. Ocağın başında durur, sabırla pişirirsin. Ardından da büyük bir iştah içinde lezzetle yersin. Ama bunu çok dikkatli yapmak gerekir.”

21 Temmuz 1983 Perşembe günü evlendik, barklandık. Ama Betül, iki yıl daha tahsiline devam etti. Bu arada, eşimi bir defa gidip, okuldan aldığımı hatırlıyorum.

Betül Ülker: “Murat’ı, evlilik öncesi tanımıyordum”

Yıldız Holding Başkanı Murat Ülker’in eşi, Güzide ve Sabri Ülker’in gelini Betül Ülker, Ülker Ailesi’ne nasıl gelin gelmiş? Şimdi, Ülker Ailesi’nde büyük sevinç yaratan “gelin alma” olayını, gelin hanımdan dinleyelim:

Babam Sabri Bey’i, 1983 yılında tanıdım. Sabri Bey’in, babam Asaf Ataseven’le 35 yıllık arkadaşlıkları vardı. Annem Gülsen Ataseven ile kayınvalidem Güzide Hanım’ın arkadaşlıkları ise, 25 yıldan beri devam edip geliyordu. Ancak, biz, Murat’la hiç karşılaşmamıştık. O yıllarda öğrenci olduğum için sürekli okuldaydım.

Babam, “Sabri Bey, Sabri Bey...” diye bahseder, evimizde çeşitli vesilelerle Sabri Bey’in adı geçerdi. “Sabri Bey” ismini işittikçe, bembeyaz sakallı, pamuk gibi saçlı, hani öyle masal kahramanları gibi dedeler olur ya, gözümün önünde o tipte bir ki-şi canlanırdı.

İlerleyen zamanda evlilik meselesi gündeme gelince, Sabri Bey’i gördüm ve kelimenin tam anlamıyla şok oldum. Çünkü karşımda, ak sakallı, pamuk saçlı Sabri Bey yoktu. Siyah saçlıydı. Bıyıkları da öyle...

Ancak, Sabri Bey’i ilk gördüğüm anda, onun çok yardımsever, iyi bir insan olduğunu anladım.

“Düğünümüz, Balıkesir âdetlerine göre yapıldı”

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümü ikinci sınıf öğrencisiydim. Ülker Ailesi gelip, beni ailemden istedi. Söz, nişan derken, günler geçiyordu.

Annem, yüksek tahsilimi tamamlamam için çok ısrar ediyordu. Ancak, öğrencilik yıllarımda, üniversitelerde kız öğrencilerin “türban sorunu” tartışılıyordu. Sabri Bey, konunun bir an önce karara bağlanmasını istiyordu. Bu sırada kayınvalidem Güzide Hanım, bana “Gel bakalım Betül'cüğüm, otur şuraya” dedi. Güzide Hanım’ın karşısına oturdum ve kendisini dinlemeye başladım. Bana, şu soruyu yöneltti: “Kızım, okula başörtü yasağı gelse, başı açık gider misin?” Benim cevabım “Yoo, gitmem” şeklinde oldu. Bunun üzerine Güzide Hanım, “Eee, bunlar ne konuşuyorlar o zaman?” dedi ve mesele böylece hallolmuş oldu.

Ardından düğünümüz yapıldı. Düğünün gerçekleşeceği gün, Sabri Bey, Balıkesir âdetlerine göre, gelini, annesini ve anneannesini almak için Florya’daki evimize geldi. Beni görünce, “Maşallah kızıma...” demişti. O sahneyi hiç unutamıyorum. İşte, o andan itibaren ‘Bir babam daha oldu’ dedim.

Bu arada, kayınvalidem Güzide Hanım’ın da söylediği şu hoş söz, hâlâ kulaklarımdadır: “Betül, biz seni gelin olarak görmüyoruz, kızımız olarak kabul ediyoruz.”

Baba evinden ayrılık saati gelmişti. Sabri Bey’in kullandığı gelin arabasına bindim. Bir yanıma annem, bir yanıma da anneannem oturdu. Benim bindiğim arabanın arkasında, babamın arabası vardı. Bir süre bizi takip etti, Vatan Caddesi sapağından, hastanesine [Vakıf Gureba Hastanesi] döndü. Dönerken, bize el sallıyordu. Bakışlarından da hüzün ve sevincin garip birlikteliğini hissettim. Bizim yolculuğumuz da Vaniköy’de noktalanacaktı. Bu arada, okulumun son iki yılını, evli okudum.

“Babacığım, hayatım boyunca beni okula taşıdı”

Şimdi biraz da baba evinden bahsetmek istiyorum.

Babacığımın çok sık söylediği birkaç söz vardı:

“Ben, yaş tahtaya basmam”, “Körün malı, burnunun dibinde”...

Benim babam, dünyaya gözümü açtığım ilk an, yani doğduğum an, tükenmez kalemle kulağımın arkasına işaret koymuş; karışmasın diye... Aslında, o dönemde hastanelerde çocukların karışma olayı fazla da değildi, ama babam, böyle bir tedbire ihtiyaç hissetmiş.

Ahsen Abla, “Okula giderken gelirken, babam götürürdü” der. Babacığım da bütün hayatım boyunca beni okula taşımış, hem getirmiş hem götürmüştür. Gerekçe olarak da, toplumdaki karışıklıkları göstermiştir. Bu işi kâh üzerindeki ameliyat önlüğü, kâh eter kokularıyla yapmıştır. Ahsen Abla’nın da babası tarafından okula götürülüp getirilmesini, bu yüzden hiç yadırgamadım.

Ve ben şuna inanıyorum; insanlar, daha sonra yaşayacakları ortama göre birtakım donanımlar kazanarak geliyorlar. Yani, bir adım sonrası için hazırlık...

“Sabri Bey, ‘Herkes, aklı kadar mesut olur’ derdi”

Babam Sabri Bey’le ilgili gözlemlerime gelince... Davranışlarında en ön plana çıkan özellikler; sükûnet, istikrar ve kararlılıktı. Onu, hiç telaşlı ya da panik halde görmedim. Ama konuştuğu zaman, çok hızlı konuşan bir insandı. Bir de gözlerinin hareketliliğini takip edemezdiniz.

Kendisinden işitmiştim; ortaokulda, edebiyat dersinde “Söz gümüşse, sükût altındır” atasözünü inceliyorlarmış. Hocası, Sabri Bey’in tavrını, az ve öz konuştuğunu bildiği için, şöyle demiş: “141 Sükût Sabri, bak, senin konun geldi.”

Sabri Bey’in çok sık söylediği bir veciz söz vardı: “Herkes, aklı kadar mesut olur.” Yani, babam, “Mutlu olmak istiyorsanız, olursunuz” diyor. Hep öyle ayağı yere basan prensipleri vardı, ama bunlar, dayatma prensipler değildi.

Bu arada, kayınvalidemin de ilginç öğütleri olurdu. Şayet iki insan evliliği yürütemiyorsa, onun üzerine şunları söylerdi:

“Bak evladım, eskiler derlerdi ki, ‘İğ’de de var, çarkta da var, onu çeviren milde de var.” Yani, erkekte olduğu kadar, kadında da var, bir de onların geldiği aile köklerinde de var.

Kayınvalidem bir gün dedi ki: “Bak yavrum, er gönlü, ibrişimdir; çözülürse düğüm tutmaz.” Bu sözü yıllar boyu düşündüm. Ta ki bir gün dikiş kutusundaki düğümü çözülmüş ibrişimin yeniden düğüm tutmadığını görene kadar.

Aslında hem kayınpederimin hem kayınvalidemin bu deyimlerle dolu öğütlerini çözmek senelerimi aldı. Ama hepsi de ilaç gibi geldi.

“Sabri Bey’in evinde, oturmuş bir hayat tarzı vardı”

Şimdi evliliğimizin ilk günlerine ait bir anımı anlatmak istiyorum. Yeni evliydik. Evimizi döşeyecektik. Tabii, kayınvalidemin içi durmuyor. Bana, Murat vasıtasıyla, “Şöyle yapsalar, böyle yapsalar” diye mesajlar gönderiyordu. Biz de o zaman yere dümdüz minderler almak istiyorduk. O yıllarda bütün trend öyleydi. Yani, arkadaşlarımızın evleri de o şekildeydi. Kayınvalidem, bizim bu tavrımız karşısında, “Beliniz ağrır, böyle olur mu?” dedi. Bunun üzerine kayınpederim, nezaketle müdahale etti ve “Güzide, karışma, onlar yapa yapa öğrenirler” dedi.

Aslında kayınpederim, “Parayı boşa harcamayın, şunu yapın, bunu yapın” diyebilirdi, ama asla... Bunlar, daha çok koruma ve kollama adına kurallardı. Yani, özgürlük alanımız açıktı.

Ailenin gelini olduktan sonra, kayınpederimin eviyle ilgili olarak hep şu soruyu sordum: “Acaba neden hep aynı koltukları kullanıyorlar? Niçin sadece yüzlerini değiştiriyorlar?” Sabri Bey, bu koltukların yenisini alabilirdi.

Hem kayınvalidem de hem de kayınpederim de gördüğüm bu davranıştan sonra, hatırıma Japonların şu atasözü geldi: “Bir eşyanın ne kadar eski olduğu, onun ne kadar değerli olduğunu gösterir.” Çünkü o eşya, sizinle birlikte yaşlanıyor, bir o kadar da kıymetli oluyor.

Sabri Bey’in evinde, oturmuş ve yerleşmiş bir hayat vardı. Eşya için olsun, elbise için olsun, çok gösterişli değil, ama çok aşırı tevazu içinde de değil, bir ayar olsun. Bu tabiat, Murat’a da yerleşmiş.

“Kayınvalidem, insanların danıştığı bir merci idi”

Hiç unutmuyorum, bu söyleyeceklerim, bir gelin için, çok komik ama; “Yarabbi, ben kayınvalideme benzemek istiyorum” derdim. Çünkü kayınvalidem Güzide Hanım, çok oturaklı bir insandı. Tiplerimiz hiç benzemiyordu. Kendisi, çok az konuşan bir hanımefendiydi. Bizim aile ise sosyal... Bıraksanız, her gün televizyondalar... Babam, Sahur Programı’na bile çıkmıştır yani. Böyle bir aileden geldim ama “Allahım, ben kayınvalidem gibi olmak istiyorum” derdim. Model kişi olarak onu alırdım. Olaylar karşısında getirdiği çözümler, söylediği sözler nedeniyle, insanların danıştığı bir merci idi. Yani, oturmuş, kendi içinde dengeliydi.

Birkaç yıllık evliydik, çoğu arkadaşım bana şunu söylemişti: “Biz, senin yerinde olsak, böyle davranamazdık.” Arkadaşlarımın bu sözlerini dinledikçe, annemin söylediği bir öğüt aklıma gelirdi: “Bak evladım; dünya, kedi gibidir, eğer sen onun peşinden gidersen, kaçar, ama sen, müstağni [kanaatkâr] durursan, o zaten peşinden gelecektir. Sen, talep etme...”

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye