Faruk Berksan: “Ülker’in tüm telefonlarına fabrikanın sahibi Sabri Bey cevap verirdi.”

Sektördeki büyük rakibi Firuz Kanatlı, Sabri Ülker’in liderlik meziyetlerini anlatırken, “Sabri Bey, IQ’su yüksek, zeki bir kişi olduğu için, hem işe yönelmesi, hem de çözüm üretmesi bakımından herkesten öndeydi. Büyük başarısına, ancak şapka çıkarılır” diyordu.

Başkentin ünlü gazetecilerinden merhum Şinasi Nahit Berker’in mesleği hakkında yıllar önce söylemiş olduğu bir cümle, zaman içinde anonimleşerek atasözlerimiz arasında yer aldı.

Üstad, şöyle diyordu:

“Gazeteci olunmaz, doğulur.”

Şimdi, Şinasi Nahit Berker’in gösterdiği yoldan ilerleyelim ve biz de bir soru üretelim: 

“Lider olunur mu, yoksa doğulur mu?”

Ülker firmasının kurucusu Sabri Ülker için yeğeni Faruk Berksan, şunları söylüyor:

  • Sabri Bey, fabrikayı tek başına yönetirdi.

  • Fabrikanın sahibiydi, ama memur gibi çalışırdı. ™

  • Yöneticiler ve şoförlerin bordrolarını düzenlerdi. ™

  • ...Ve nihayet, fabrikaya gelen telefonlara da cevap verirdi...

Şimdi, bu tablodaki şifreleri çözmeye çalışalım. Görünen o ki; Sabri Ülker, Ülker Grubu’nun tek lideri... Acaba, bu vasfa doğuştan mı sahipmiş, yoksa sonradan mı kazanmış?..

Sabri Ülker’i, iş hayatına başladığı 1944 yılından itibaren titiz, takipçi, disiplinli ve sonuç almaya odaklı biri olarak görüyoruz. Ülker’in vasıfları bununla da bitmiyor:

Yenilikçi ve ileri görüşlü...

Bütün bu vasıfların dışında, sahip olduğu iktidarı kolay kolay paylaşmayan, tüm faaliyetleri kontrolü altında tutan tek adam... Hayat hikâyesindeki veriler gösteriyor ki; o, doğuştan lider...

Selçuk Berksan: “Piyasa, Sabri Bey’in kararını gözlerdi.”

Sabri Ülker, kendi müessesesindeki liderliği dışında, bisküvi piyasasının da hâkimiydi. Yeğeni Selçuk Berksan’ın verdiği bilgilere göre, tüm piyasa, Sabri Bey’in kararını gözlerdi. Hal böyle olunca, vereceği kararlarla, bisküvi piyasasında olumlu veya olumsuz şekilde eleştiriye de uğradığı olurdu. Buna rağmen piyasa, Ülker’in liderliğini kayıtsız şartsız kabullenmiş durumdaydı.

Bu, sıradan bir liderlik değildi; emek mahsulüydü, hak edilmişti. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, gençlik yıllarından beri süren gözlemlerinden sonra, Sabri Ülker’in liderlik vasıfları konusunda şu değerlendirmede bulunuyor:

Sabri Amca, bir konuya önce odaklanır, o odakta, “iş”te mükemmeliyetçiliğe doğru giderdi. O yüzden fabrikaya gittiğiniz zaman, Sabri Amca fabrikanın patronu mu, çalışanı mı, fark edemezdiniz. Onu her yerde, her an hazır ve nâzır olabilecek gibi hissederdiniz.

Bisküvi sektöründeki büyük rakiplerinden Firuz Kanatlı da Sabri Ülker’in liderlik meziyetlerini anlatırken, “Sabri Bey, I’su yüksek, zeki bir kişi olduğu için, hem işe yönelmesi, hem de çözüm üretmesi bakımından herkesten öndeydi. Sabri Bey’i mukayese edeceğimiz insanlar, bir elin parmakları kadardır. Büyük başarısına, ancak şapka çıkarılır” diyordu.

Amcasının yanında adeta asistan gibi çalışan ve Ülker’in gelişim sürecinde alınan pek çok kararın tanığı olan Selçuk Berksan, Sabri Ülker’in yönetim tarzıyla birlikte, liderliğini de anlatıyor:

Amcam Sabri Bey, “pazarlama” denilen olayla her zaman ilgilendi. Ülker ürünlerinin, tüketicinin alım gücüne uygun ölçü ve fiyatta yapılmasını sağladı. Bence bu, Sabri Ülker’in ve Ülker Grubu’nun başarısındaki çok önemli faktörlerden biridir.

Aslında bir malın büyüklüğü, paketin görünüşü ve dizaynı çok önemlidir. Amcam, bu konularla da meşgul olmuştur. Bunun da ötesinde, enflasyonist ortamda üç ayda bir fiyat değişirken bunu, çocuğun harçlığına ve tüketicilerin alım gücüne göre ayarlayabilmek gerekir. Bunu hesaplayabileceğiniz fazla bir ölçü yoktur. İşte bu, büyük bir sezgi ister.

Fiyat artış zamanı gelince, herkes lider konumundaki Ülker’i beklerdi. Sabri Bey ise, fiyatı piyasada görmeden, kendisi karar verirdi. Bu kararı verirken de “Şu mal, şu kadara mal olmuştur; şu kadara satalım” der, bu kararı da yüzde 95 doğru çıkardı.

Sabri Ülker, ağabeyi Asım Ülker ile yeğenleri Faruk (arkada, solda) ve
Selçuk Berksan (arkada, sağda) bir arada görülüyor.

Sabri Bey’in fiyat belirlemede UFİRA denilen bir formülü vardı. Bu formülün açılımı ise şöyleydi:

U: Umumi masraf

Fİ: Finansman

R: Reklam

A: Amortisman

Biz ekonomi okuyan birçok insan gördük. Ancak, bunların, maliyet hesaplarında başarılı olmadığını müşahede ettik. Sabri Bey ise, maliyet hesaplarında hem o zamanın tekniğini kullanırdı, hem de sezgisi çok gelişmişti. Yani, maliyetin doğru hesaplanması ve bunun yanı sıra ürünün satılabilirliği de önemliydi.

Ülker, her zaman düşük fiyat politikası uyguladı. Satılabilir ve kurumu zarara sokmayacak en düşük fiyat... İşte bu fiyat politikası, Ülker’in büyümesinde çok büyük faktör oldu. Zaten bugün de pazarlamanın en önemli enstrümanı fiyattır.

Tabii amcamdan sonra da Ülker’in fiyat politikası başarılı bir şekilde sürdürüldü. Ama bu işi kurumsallaştıran, Sabri Bey’dir. Bunu, fevkalade başarılı bir şekilde götürmüştür. Bu, çok önemli bir konudur.

Ürün fiyatını hesaplama meselesi, daha sonra da bizim kendi işimizde başımıza geldi. Bunun ne kadar zor olduğunu o zaman yaşayarak gördük.

Günümüz Türkiyesi’nde halen tüketicinin harçlığına göre ürün yapılıyor. Yetişkin insan bile, bakkaldan bir ürün aldığı zaman nakit olarak ödüyor. Amcam Sabri Bey, bunu yıllar yıllar önce keşfetmişti.

Yine o dönemde henüz bilgisayar çağına geçmemiştik, ama amcamın kafasındaki bilgisayarda maliyet hesapları belirleniyordu. Her şeyi büyük bir titizlikle takip eder, “Şu ürün zarara geçti” derdi. Amcam bu işlerle meşgulken, “Falan yerdeki tuvaletler yine taştı, ne yapalım?” diye ona başvuranlar da olurdu.

“Ülker, ‘arabalı plasiyerlerle satış sistemi’ başlattı”

Sabri Ülker’in iş hayatında uyguladığı yenilikler birbirini izliyor, sıra modern makinelerde imal edilen ürünlerin pazarlanmasına geliyordu.

O yıllarda, İstanbul piyasası modern pazarlama tekniklerinden haberdar değildi. Buna rağmen Sabri Ülker, kuruluşunu yaptığı fabrikanın, şimdi de ürünlerini yurt genelinde pazarlayabilmenin imkânlarını keşfetmekle meşguldü.

Sonuçta, arabalı plasiyer sistemi kurmaya karar verdi. Bu sistemle, ürünü, satıcının ayağına kadar götürecekti. İş, bu kadar basit görünüyordu. Ancak, plasiyer ordusu kurmak için kalifiye pazarlamacıya da ihtiyaç vardı. İşe, bir ucundan başladılar. Devamını, yine Selçuk Berksan’dan dinleyelim:

Fabrikada fiilen çalışmaya 1964 yılında başlamıştım. Kardeşim Faruk da 1972’de İktisat Fakültesi’ndeki öğrenciliğinin son sınıfında başlamıştı. Faruk, personel, idari işler ve işçilerle ilgili meselelerde sorumluluk yüklendi. Ben de teknik işlerde devreye girdim.

O dönemde amcam, ticari işler ve müşteri münasebetlerini daha fazla takip etmeye başladı. Babam Asım Bey ise, daha çok ödemeler, müşteri hesaplarının takibi ve muhasebeyle uğraşıyordu.

Zaman içinde amcam müşterilerle direkt olarak ilgilenmeye başlayınca, sipariş alımları fabrikaya geçti. İşin büyümesiyle birlikte müşteri sayısı da hızla arttı. İşte o yıllarda bir ilki daha başlattık, fabrikada plasiyer olarak çalışan akrabamız Hamdi Dinçsoy, perakende dağıtım aracıyla dağıtıma başladı.

60’lı yıllarda toptancılar müşterilerle yeterince ilgilenmiyordu. Bu arada bizimkiler daha çok teşhire önem vermek istediler. Ürünlerin daha görünür yerlerde olmasını arzu ettiler. O dönemde paketli mallar arasında Ülker bir hayli ilerlemişti. Bu işlerin yürütülmesi için Hamdi Dinçsoy devreye girdi. Bir süre sonra amcam, “Hamdi, sen bütün İstanbul’a yetişemezsin. Bir araba daha çıkaralım. Tabii senin önceliğin var, nasıl yapalım?” dedi. Hamdi Dinçsoy ise, “Müşterilerimi muhafaza etmek istiyorum” cevabını verdi. Amcam, “Bütün İstanbul senin müşterin. Sana iyi bir bölge verelim” diyerek, Hamdi Dinçsoy’u ikna etti ve gönlünü aldı.

İşte bu teşebbüsten sonra, “plasiyer” sistemi yaygınlaştı. Bu işte görev alan kişi, hem maaşlı şoför hem de satıcıydı. Ayrıca, satıştan da prim alıyordu. Tabii, araba firmadan, benzin ise plasiyerdendi. Araba firma tarafından alınır, kasası özel şekilde yapılır, içine mal yerleştirilir ve plasiyere verilirdi.

Bir süre sonra plasiyerlerden teminat istenmeye başlandı. Bu işin oturtulmasında da amcamın çok büyük rolü oldu. Çünkü ilkti, deneme-yanılma yöntemiyle gelişiyordu.

Bu arada plasiyer sistemini uygulayan başka firmalar da vardı, ama Ülker kendine has sistemler ve prensipler geliştirdi. Bunlardan biri de masrafların plasiyere ait olması ve plasiyerin fatura kesmesi şeklindeydi.

Her plasiyerin ayrı bölgesi vardı. Bir plasiyer, başka bir plasiyerin bölgesine giremez, satış fiyatlarından tutun da, belirlenen tüm kurallar sıkı bir şekilde takip edilirdi. Plasiyerler belli bir satış düzeyine çıkınca, bulundukları yerde kalırlardı. Plasiyerin eksilen gelirine göre, kendisine bir süre takviye yapılırdı, ondan sonra satış miktarının arttığı görülürdü. Amcam, bunların hepsini en ince detaylarıyla takip eder ve uğraşırdı.

Plasiyer satışlarının iyi tarafı, peşin paralı olmasıydı. Zamanla bu sistem, vadeli satışa dönecekti. Peşin paralı satışlar sırasında plasiyerler her akşam nakit satışlarının karşılığını getirirlerdi. İlk zamanlarda bu durum büyük zorluk yaratıyordu. Ama zamanla bankalar devreye girince iş kolaylaştı.

Plasiyer, her akşamüstü kendi bölgesindeki en yakın bankaya gider ve satış bedelini yatırırdı. Tabii bu durum, bankaların da çok hoşuna gitti. Ülker’in, bankalar nezdindeki itibarı arttı. Aslında itibarı yüksekti, ama daha çok yükseldi. Amcam, nakitteki bu avantajı hemen satın almaya döndürdü. Satın almaları nakit yapınca, çok daha uygun fiyatlarla bağlantılar kurmaya başladı.

Kısacası, fırsatları uygun şekilde değerlendirerek, ekonomik kuralları zorlayarak, çok başarılı bir yönetim gösterdi. Tabii bu arada, çok iyi bir pazarlıkçıydı.

Orhan Özokur: “Sabri Bey, çok iyi bir başöğretmendi.”

Yıldız Holding Yönetim Kurulu’nun önceki Başkan Yardımcısı Orhan Özokur, ilk defa 1972 yılında tanıştığı Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, “Sabri Bey, çok iyi bir başöğretmendi. İş hayatında, şirket yöneticilerinin fikir ve önerilerine fazlasıyla değer verir, zamanı çok iyi kullanır, gelecekle ilgili planlamasını fevkalade isabetli bir şekilde yapardı” diyor.

Ülker Grubu’na 1973 yılında Ticaret Müdürü olarak katılan, 2000- 2008 yılları arasında da İcra Kurulu Başkan Yardımcılığı görevinde bulunan Orhan Özokur, Sabri Ülker’in son 40 yılının bir başka yakın tanığı... Ahsen Özokur’un eşi, ailenin damadı.

Şimdi, Ülker Grubu’nun 1972-1974 dönemindeki atılımlarını Orhan Özokur’dan dinleyelim:

Ülker Grubu’na 1973 yılının Aralık ayında “Ticaret Müdürü” olarak başladım. “Ülker Gıda Anonim Şirketi’nin o yıllarda kanuni merkezi İstanbul’un Eminönü semtinde, Ahenk Han’daydı. O iş merkezinde merhum Sabri Bey’in ağabeyi, merhum Asım Ülker Beyefendi bulunuyor, ben de Ticaret Müdürü sıfatıyla kendilerine yardım ediyordum. Sabri Bey ise, Topkapı’daki fabrikada, üretimin başındaydı.

Eminönü merkezindeki görevim, sadece dört ay sürdü. Daha sonra Sabri Bey’in talimatı üzerine aynı sıfatımla Topkapı’daki fabrika binasında çalışmaya başladım. Görevimi, bana tahsis edilen sadece 75 cm genişliğindeki bir masanın üzerinde sürdürüyordum. Aynı mekânda, Sabri Bey’in yeğenleri; Selçuk Berksan Teknik Müdür, Faruk Berksan da Personel Müdürü olarak görev yapıyordu.

Ülker Grubu’na girmeden önce, yine İstanbul’un Karaköy, Perşembe Pazarı’ndaki Hırdavatçılar Çarşısı’nda 10 yıldan fazla bir süre ticari hayatın içinde bulunmuştum. Piyasa deneyimim vardı. O bakımdan, Eminönü’nde göreve başlarken, iş hayatına uyumda güçlük çekmemiştim. Ancak, Perşembe Pazarı’nın kuralları ile Ülker Grubu’nun kuralları arasında dağlar kadar fark vardı. Çünkü bu işyerinde Sabri Bey gibi çok donanımlı, hoşgörülü, uzağı gören bir yönetici, biz genç yönetici adaylarına baş- öğretmenlik yapıyordu.

Sabri Ülker’in damadı ve Yıldız Holding Yönetim Kurulu'nun önceki Baskan yardimcisi Orhan Özokur.

75 cm genişliğindeki çalışma masam, aslında bir “imtihan masası” idi. Zaten Topkapı’ya gelerek, o masada çalışmaya başladığım zaman, “Orhan, dikkatli ol, burası bir imtihan masası!” uyarısını almıştım.

İmtihan masası, aslında ilk bakışta küçücük, mütevazı bir masaydı. Masa gözüme küçük görünse de, görevim büyüktü. Görevim kadar, sorumluluğum vardı. Görevimi, hakkıyla yapmam halinde önüm açılacak, aksi halde yerimde sayacaktım.

İmtihan masasında, daha önce Faruk Berksan görev yapmış, ardından da Personel Müdürlüğüne terfi etmişti. Bilindiği gibi, personel müdürlükleri, şirketlerin insan kaynaklarıdır. Çok önemli bir posttur. Aslında Ülker Grubu’nun Personel Müdürlüğü sürekli şekilde Sabri Bey’in denetimi ve gözetimi altında olmuştur.

“Ürünlerimizi ihraç etmek için TIR şirketi kurduk.”

Ülker’in makine parkı, 1970’li yıllarda hayli zenginleşti. Zamanla bunları kuracak kapalı alan da kalmadı. Bunun üzerine, Gebze’de modern bir tesis kurdular. Fazla makineleri de oraya taşıdılar. Orhan Özokur, peş peşe gelen yeni makineleri ve onların Avrupalı montörlerini anlatırken, “Ülker Fabrikası, adeta Birleşmiş Milletler binasına dönmüştü” diyor.

Özokur’un verdiği bilgilere göre, Ülker, ürünlerini Ortadoğu ülkelerine sevk edebilmek için, bir de TIR şirketi kurmuş:

1975 yılına geldiğimiz zaman, fabrikamızın makine parkını büyük ölçüde donatmaya başladık. Avrupa’dan gelen makinelerin montajı yapıldıkça, fabrikadaki yerlerin daraldığını gördük. Ülker fabrikası, adeta Birleşmiş Milletler binasına döndü. Amerikalı, İsviçreli, İngiliz, Fransız ve Alman montörler, gece gündüz yeni makinelerin montajını yapıyor, biz de onlara sınırlı kapalı alanımızda yer açmaya çalışıyorduk. İleriki yıllarda, bu yer fukaralığını gidermek için Gebze’de modern bir tesis kuracaktık.

Makine dairelerimiz zorlamayla büyümüş, ama bürolarımız küçülmüştü. Zaten bizim modern ofislere, maroken koltuklara düşkünlüğümüz yoktu. Sadece ve sadece üretimin sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlamaya çalışıyorduk.

Topkapı fabrikasının kuruluşu sırasında, şirketimizin devlete karşı bir ihracat taahhüdü vardı. Çünkü makineleri Avrupa’dan ithal ederken, Gümrük Vergisi ödememiş, ancak 1976’dan 1981’e kadar 5 yılda 5 milyon dolarlık ihracat yapma taahhüdünde bulunmuştuk.

Çok iyi hatırlıyorum, o dönemde “Taç Kraker”, “Çokoprens”, “Çokomilk” ve “Çokonat” isimli ürünlerimiz vardı. Ürün sayı- mız, her geçen gün artıyordu. Yeni makinelerimizle üretimde kaliteyi yakalamıştık. Ancak, bu malları sadece iç pazarlara sürmemiz, meseleyi halletmiyordu, biraz önce ifade ettiğim gibi, ihracat yapmamız gerekiyordu.

Ürünlerimizi, yurtdışına deniz yoluyla göndermemiz çok güçtü. Çünkü uluslararası deniz ticareti, büyük ölçüde Yunanlıların elindeydi. Türk armatörler ise, sadece Türk karasuları içinde faaliyet gösteriyordu. O halde ihracat için tek yol, karayoluydu. İşte bu amaçla, bir TIR şirketi kurduk.

İhracat zorunluluğu olan ürünlerimizi öncelikle Ortadoğu ülkelerine, Araplara göndermeye başladık. Çünkü 1970’li yılların şartlarında karayoluyla ve kolaylıkla sadece bu ülkelere ulaşabiliyorduk. Ancak Arap pazarlarında, istediğimiz atmosferi bulamamıştık. Onlar, “Türklerle iş yapılmaz, çünkü Türklerden gelen malın ya numunesi yok, ya da fiyatı belirsiz” diye bahaneler ileri sürüyorlardı. Kısacası Araplar, bizlerden yaka silkiyordu.

İhracat taahhüdümüz nedeniyle Arap pazarlarına açılmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Şartları zorladık, kaprislerine göğüs gerdik.

Faruk Berksan: “Amcam, yedi-sekiz işi birden yapardı.”

Faruk Berksan, Sabri Ülker’in yeğeni... Asım Ülker’in küçük oğ- lu. Öğrencilik yıllarında Ülker’de çalışmaya başlamış. Bir dönem Ülker’in Ankara fabrikasını yönetmiş. Berksan, amcasının deneyimlerinden çok istifade ettiğini söylüyor; Sabri Bey’i anlatırken, “Oturduğu yerden bütün işleri yürütürdü. Yani, tek başına tüm fabrikayı yönetirdi. Fabrikanın sahibiydi, ama memur gibi çalışırdı. Yöneticiler ve şoförlerle ilgili bordroları düzenler, Anadolu’ya mal götürmek için servise çıkan kamyon şoförlerine avanslarını verir, dönüşte de hesaplarını alırdı” diyor

Faruk Berksan’ın, amcası Sabri Ülker’le ilgili anıları şöyle:

İş hayatım, 1970’li yılların başında, amcam Sabri Bey’le birlikte çalışarak başladı. O yıllarda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde öğrenciydim. 1971’de üniversiteye devam ederken, işyerimize de gidip gelmeye başladım. 1972’de fakülteden mezun olduktan sonra, Ülker’de sürekli çalışma dönemine geçtim.

Topkapı Caddesi’nde, şimdi “Çikolata 1” diye anılan fabrikanın alt katında, Sabri Bey’in camekânlı bir odası vardı. Orada, Hayati Bey’le birlikte otururdu. Aynı odaya, benim için küçücük bir masa koydular. Bir yıl boyunca amcamın yanında çalıştım.

Bizim çalıştığımız camekânlı odanın hemen yanı başında bir başka camekânlı bölüm bulunuyordu. Orada da, iki-üç kişi görev yapıyordu.

Sabri Bey, oturduğu yerden bütün işleri yürütürdü. Yani, tek başına tüm fabrikayı yönetirdi.

Neler mi yapardı?

Neler yapmazdı ki...

Faruk Berksan, amcası Sabri Ülker’in camekanlı odasındaki iş yaşamını anlatıyor.

Fabrikanın sahibiydi, ama memur gibi çalışırdı. Yöneticiler ve şoförlerle ilgili bordroları düzenler, Anadolu’ya mal götürmek için servise çıkan kamyon şoförlerine avanslarını verir, dönüşte de hesaplarını alırdı.

Sabri Bey, Anadolu’dan gelen şoförlere, çok ilginç ve ayrıntılı sorular sorardı. Bu sorulara gelen cevaplar, Sabri Bey’in yol haritasını belirlerdi. Düşünebiliyor musunuz, Sabri Bey, bütün fabrikanın satın almasıyla ilgili her işi üstlenmişti. Daha sonra bu işlerin bir kısmını Hayati Bey’e devredecekti.

Sabri Bey, Ülker Fabrikası’nın sahibiydi, ama tüm telefonlara da kendisi cevap verirdi. Bu arada, titiz bir şekilde maliyet defterlerini tutardı. Bir yandan bu işleri yaparken, göz ucuyla da ürün yüklenen kamyonlara nelerin yüklendiğini takip eder, herhangi bir aksaklık görürse, derhal müdahalede bulunurdu. Kısacası, Sabri Bey, yedi-sekiz işi bir arada görürdü. Amcamın bu performansını hayretle izlerdim. Daha sonra, biz de Sabri Bey’in ancak yarı performansında buna benzer işler yaptık, ama amcama yetişmek mümkün değildi.

Sabri Bey’in üst katta da bir odası vardı. Orası, camekânlı odanın iki katı büyüklüğündeydi. Özel görüşmelerini orada yapardı. Güzel bir odaydı. Amcamın, müştereken kullandığımız camekânlı odada, hiç gülümsediğini, tebessüm ettiğini görmedim, ama yukarıdaki odada bunu yapardı. Aşağıdaki odada günlük işleri, yukarıdaki odada da çok önemli işleri hallederdi.

“Sabri Bey, üstlendiği işleri paylaşmak istemezdi.”

Faruk Berksan, amcası Sabri Ülker’le ilgili gözlemlerini ilginç anekdotlarla anlatmayı sürdürüyor:

Amcamın bütün hayatı, sadece ve sadece işiydi. Bildiğim kadarıyla, işinin dışında arkadaş buluşmaları, özel yemekler gibi sosyal etkinlikleri yoktu. Kısacası, tüm hayatı işle sınırlıydı.

Sabahları fabrikaya hepimizden önce gelirdi. Elinde sürekli kareli bir defter taşırdı. O deftere “zımbalı defter” derdi. Sayfaların üzeri zımbayla delinmişti. Her gün zımbalı defterine iki üç sayfa not yazardı. Bu, bir bakıma akıl defteriydi. Günlük iş akışı içinde, defterin her satırına bir konuyu kaydederdi. Sabri Bey, zımbalı defterine bir işgününde yirmi madde yazmışsa, ertesi gün sabah işe geldiğinde o madde sayısının ellinin üzerine çıktığını görürdük. Amcam, günün ortasında zımbalı defterdeki tüm notları halleder, o sayfayı yırttıktan sonra boş sayfalara yeni notlar yazmaya koyulurdu.

Sabri Beylerle Aksaray’da, Saraçhane yakınındaki Lütfi Efendi Sokağı’nda bulunan aynı binada on yıl kadar birlikte oturduk. Onların dairesi, bizim üst katımızdaydı. Ev hayatı içinde de zımbalı defterlere not yazışlarını görmüştüm. Çalışmasının, sadece işyeriyle sınırlı olduğunu zannediyordum, ancak evdeki mesaisini de gördükten sonra amcam hakkında tam kanaat sahibi oldum. Kısacası, Sabri Bey’in tüm hayatı, iş etrafında şekillenmişti. Varsa yoksa işi düşünürdü.

Çalışma hayatımın ilk senesinde Sabri Bey’i devamlı izledim. Zaman içinde bazı işleri ben devraldım. Bunlar, sevkıyatla ilgili listeler yapma, avans verme ve şoförlerden hesap alma gibi konulardı.

İşe başladığım zaman, fabrikamızda tek mühendis, ağabeyim Selçuk Berksan’dı. Daha sonra, ağabeyimin de sınıf arkadaşı olan Orhan İnam işe alınmıştı. Zamanla yüksek tahsillilerin ve mühendislerin sayısı arttı, dolayısıyla Ülker’in çehresi de birdenbire değişti.

Gıda dışında fazla bir işimiz yoktu. “Polinas” ve “Farmamak” gibi küçük işletmelerimiz faaliyet halindeydi. Ama onlar da sonuçta Ülker’e göbeğinden bağlı şirketlerdi. Gıda üretimi için İstanbul Topkapı ve Ankara fabrikalarımız faaliyetteydi. Bu arada bir de değirmen kurmuştuk. Zamanla, fabrikalarımızın sayısı artacaktı.

Sabri Bey, üzerine aldığı işleri hem çok kolay hem de güzel bir şekilde yapıyordu. Mükemmeliyetçi olduğu için üstündeki görevi başkalarına devretme konusunda müteredditti. Doğrusu, benim performansım, Sabri Bey’in ancak yarısı kadardı. İşte bu nedenlerle yaptığı işi kimseyle paylaşmak istemezdi. Ancak, işin kapasitesi büyüyünce, görevleri devretmekten başka çare bulamadı.

“İmam Mustafa, 2 bin kişinin bilgilerini ezbere bilirdi.”

Ülker Fabrikası’nda henüz bilgisayar ağının kurulmadığı yıllarda, Mustafa Başaran isimli bir personel varmış. Bu personel, İnsan Kaynakları bölümünde çalışıyormuş. Aynı zamanda büyük bir caminin imamı da olan Başaran, müthiş hafızası sayesinde adeta bilgisayarların yaptığı işi yapıyormuş.

Başaran’ın becerileri, Faruk Berksan’ın anılarını da süslüyor. İzleyelim...

İşyerimizde çağdaş ve rantabl bir düzene geçebilmek için, önce personel bölümünü oluşturduk. Bu sırada, çalışanlarımızın toplam sayısı 800 kişi civarındaydı. Tüm bordroları elde hazırlardık. Bir süre sonra çalışanların sayısı 1000, 1500 derken, 2000’e ulaştı. Bu durumda bilgisayara geçmemiz gerektiğini gördük. Ancak, o yıllarda bilgisayarlar çok ilkeldi. Cihazlar, kartlı sistemlerle çalışırdı.

Bilgisayarla işimizi kolaylaştıracağımızı umuyorduk, ama yine dışarıya bağımlıydık. Unkapanı’ndaki İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nda bilgisayar servis büroları vardı. O bürolardan sürekli teknik destek alıyorduk.

İnsan Kaynakları bölümünde puantaj yapmak, önemli bir işti. Fabrikada, Sabri Bey’in bir yakınının ağabeyi, aynı zamanda büyük bir caminin imamı olan Mustafa Başaran, bu işleri yürütüyordu. Başaran’ın müthiş bir hafızası vardı. Diyebilirim ki, tüm personelin doğum tarihi, çocuk sayısı, aldığı ücret, hepsi Mustafa Başaran’ın hafızasında kayıtlıydı. Diyelim ki, bir işçi, üç gün işe gelmemiş, bu arada iki saat de izin almış. İmam Mustafa, bu bilgilerin hepsini hafızasında tutardı. Yani ezbere bilirdi.

Bilgisayar sistemine geçtiğimiz zaman, önce “Ya hata yaparsa...” diye bu cihazlara karşı bir güvensizlik oluşmuştu. Özellikle Mustafa Bey, “Fabrikada olaylar var, işçi hassas, bu konuda bir yanlış yaparsak, ne olur...” diye bilgisayar kuruluşunu sorgulardı.

Mustafa Başaran’ı ikna etmem sonucunda, bordroların bilgisayarda yapılmasına başladık. Önceleri bazı hatalar oldu. Onları da düzelttik ve yolumuza koyulduk. Şunu özellikle belirtmek isterim ki, Ülker, büro hizmetlerinde bilgisayar teknolojisine geçerken emsal kuruluşlar arasında öncü olmuştur.

“Bilgisayara, Sabri Bey’in desteğiyle geçebildik.”

Ülker’de bilgisayara karşı bir direniş vardı. İdari personel, asrın harikası bu sistemin müesseseye sokulmasını istemiyordu. Bu direnişi kırabilmek için bir sunum yapıldı. Sunumu, Sabri Ülker ve çalışanlar ilgiyle izledi. Akan sular durdu... O sahneyi de Faruk Berksan’dan dinleyelim:

Ülker, bilgisayara sadece İnsan Kaynakları bölümünde geçmedi. Bu harika alet, diğer bölümlerle de tanıştırıldı. Ama ne var ki, oralarda da direniş vardı. O direnişi kırmak için uygulamalar yapıyorduk.

Çikletten pötiböre kadar yaklaşık 200 ürünümüz vardı. Bunların faturalanması, başlı başına bir işti. Sözünü ettiğim işi, Yugoslavya’dan göçmen olarak gelmiş bir kişi ile genç bir kız yapıyordu. Bu iki görevli, tüm ürünleri isimleri ve fiyatlarıyla ezberlemişti. Bu ürünlerin de birbirinden farklı paketleri bulunuyordu. Kimisi 8’li kolide, kimisi de 12’li kolide paketleniyordu. Ancak, hem paketleme hem de faturalamada çok ciddi hatalar tespit ediyorduk. Bu hataları önlemek için, bilgisayara geçmemiz konusunda ısrar ediyordum.

Personele bilgisayarın marifetlerini anlatırken, onlara şunları söylüyordum: “Bakın arkadaşlar, bildiğiniz gibi, 200 ürünümüz var. Bunlardan herhangi birinin kod numarasını bilgisayara girersek, ekrana hemen ismi gelir. Mesela 123 yazarsak, cevabı pötibör olur. Bunun yanı sıra, binlerce müşterimiz var. Her müşterimize ayrı ayrı kod numarası verirsek, bilgisayara o numarayla girdiğimiz takdirde, müşterimizle ilgili tüm bilgiler ekrana gelir.”

Bilgisayarla ilgili bu sunumu yaptıktan sonra, çalışanlarımız çok heyecanlandı. Sabri Bey’in de hoşuna gitti, bizi destekledi ve “Bunu alalım” dedi. O zamanın parasıyla, bilgisayar sistemine geçmenin maliyeti, zannediyorum yaklaşık 400 bin liraydı. Bu, büyük bir meblağ demekti. Parayı verdik, sisteme geçtik.

Çalışanların bilgisayar alerjisi (!), Ankara’ya yayılıyor

Ülker’in İstanbul ofislerinde baş gösteren bilgisayar virüsü (!), sunumla bertaraf edilmiş, ama o virüslerin Ankara’ya ulaşması engellenememişti. Bu defa, aynı çabalar, başkentte yoğunlaşacak, henüz kurulmuş olan Anadolu Gıda Sanayii’nin bilgisayara kavuşması sağlanacaktı:

Hatırladığım kadarıyla, 1974 veya 1975’te bilgisayar makinelerini aldık. Bu makineler üzerinde, personel eğitimleri başlattık. Eğitimler tamamlandı, uygulama başladı, ürünler üzerine barkodlar basıldı ve sistem bizi çok rahatlattı.

Bilgisayar teknolojisine girdiğimiz dönemde, ülkenin gündeminde enflasyon da vardı. İster istemez ürün fiyatları sık sık değişiyordu. Bu değişiklikler, bilgisayarda programlanıyor, bu defa da “eski fiyat” - “yeni fiyat” kavgası başlıyordu. Yeni fiyatlar programa yükleniyor, bazı ayrıcalıklı müşterilerimiz, eski fiyattan mal almak istiyordu. Ancak, bilgisayar sistemi bu talepleri reddediyordu.

Bilgisayar teknolojisine geçiş sırasında güçler savaşı da yaşanıyordu. Muhasebe Müdürü Atıf Biliközen, “Bu kesin olmaz. Bizde çalışamaz. Bu bir rezalettir” diyerek ayak diretiyordu. Atıf Bey, bununla da yetinmiyor, bana hitaben, “Sen, bizim işimize karışma!” uyarısı da yapıyordu. Baktık, olacak gibi değil, biz bu bilgisayar işini bıraktık.

1977 yılında Ankara fabrikasında çalışmaya gittim. Gider gitmez İstanbul’da vazgeçtiğimiz bilgisayar projesine oradan başladım. Doğrusu isterseniz, Ankara’da biraz da Sabri Bey’in baskısından kurtulmuş gibiydim; ama kendimi, boşlukta hissediyordum.

IBM firması, “Sistem32” ismini taşıyan bir bilgisayar çıkarmıştı. Kocaman, masa büyüklüğünde bir aletti. Kapasitesi ise, 32 KB idi. Şimdi, benim avuç içindeki cep telefonumda ise, 5 MB güç var. Yani, 32 KB’nin bilmem kaç bin katı...

“Sabri Bey, işlerin aksamaması için tatil bile yapmazdı.”

Faruk Berksan, bir yandan çalışmış, bir yandan da amcasının tüm iş yaşamını gözlemlemiş. Berksan, ilginç tespitlerini günümüze taşırken, hem insanı hayretler içinde bırakacak, hem de tebessüm ettirecek sahneleri günümüze taşıyor:

Ankara’da kurduğumuz sistem için, ODTÜ’den mezun Rıdvan Bey isimli bir bilgisayar uzmanı bulduk. Ankara fabrikasının muhasebe bilgilerini sisteme geçirdik. Bu teşebbüsümüzle birlikte, Ankara’nın muhasebe elemanları da ayaklandı. “Bizi işten mi atacaksınız?” demeye başladılar. Aslında, herkesi rahat ettirecek bir sistem kurmak istiyorduk. Oysa, hiçbiri farkında değildi. Sistemi Ankara’da oturtmayı başardık. Elde ettiğimiz sonucu Sabri Bey’e açıkladım. O da memnuniyetini bildirdi.

İstanbul personelini, bir türlü bilgisayar sistemiyle barıştıramamıştım. Daha sonra Ankara Müdürümüz Nâzım Özdemir İstanbul’a tayin edildi. Yeni yönetimle birlikte merkez de bilgisayar sistemine geçti. Tabii bu sisteme geçerken, Sabri Bey’in büyük desteği oldu.

“Sabri Bey için, işten başka hiçbir şey düşünmez” demiştim. Bunu örneklendirmek istiyorum. Hiç tatil yapmaz, işi ile evi arasında kurduğu dünyada yaşardı. Tabii, zaman zaman yorgunluktan kaynaklanan sinirlilik hali de olurdu. Öyle durumlarda, Orhan Özokur’la bir araya gelir, “Bir şey yapalım da, Sabri Bey’i tatile gönderelim” derdik. Bu tatil fikrini Sabri Bey’e açar, ancak onu ikna edemezdik. Bir gün, nasıl olduysa, tatil fikrini kabul etti. İstanbul’dan fazla uzaklaşmadı, yakın bir yöreye gitti. Gittiği gün, zannediyorum, yağ tedarikinde bir problem çıktı. Orhan, durumu kendisine bildirdi. Sabri Bey ne yaptı, biliyor musunuz? Tatili yarıda kesti, işinin başına dönüp duruma müdahale etti. İşte bu olaydan sonra Sabri Bey’in ağzından bir daha tatil sözü işitemedik.

Tatil konusunu biraz daha açmak istiyorum. Zoraki tatile gönderdiğimiz Sabri Bey, fabrikaya çok sinirli bir halde dönmüştü. Doğrusu çok korkmuştuk. Zaten hepimiz, amcamdan korkardık. Bu korkuyu da şöyle izah etmek istiyorum: Korku, dayak yeme korkusu değildi. Zaten Sabri Bey’in de öyle bir tabiatı yoktu. Ancak, otoritesi karşısında dayak yemiş gibi olurduk. Kısacası bu, bir büyüğe karşı hata yapmanın verdiği mahcubiyet duygusuydu. İşte o duyguyu biz, “korku” olarak hissederdik.

Sabri Bey’in yeğeniydim. Ancak, fabrikanın içine girince, aile bağımız kalmazdı. İş konusunda çok titizdi. Herkese eşit muamele yapardı. Bir hata oluşmuşsa, ağabeyine, yani babama karşı da eleştirisini esirgemezdi.

Sabri Bey’in işyerindeki ölçüsü, başarıya ve çalışma performansına dayanırdı. Başarı göstermeyenlere karşı, “Ben, buna biraz daha katlanayım” düşüncesi içine girmezdi. Yani, yetersiz olan kişiye karşı korumacı tavır sergilemezdi. Ancak, vazifesini yapanı da sonuna kadar en iyi şekilde değerlendirirdi.

1977’ye geldiğimizde, baktım, problemler başladı. Kendimi yetiştiremediğim düşüncesine kapıldım. Sabri Bey’e, “İsterseniz, Ankara fabrikasında çalışmaya gidebilirim” dedim. Önce şaşırdı. Sonra “Gider misin? Dur, bir düşüneyim” dedi. Babama soracakmış. Sordu. Onlar da muvafakat ȏuygun görmekȐ verdiler, ben de Ankara’ya gittim. Bu, Ankara fabrikasının başına geçme yetkisiydi. Amcam, demek, bende bir meziyet gördü ki, gönderdi. Şayet, o özelliğimi görmeseydi, “Olmaz öyle şey, işine bak” derdi.

Sabri Bey’in iş konusunda ne kadar titizlendiği anlatmakla bitmez. El attığı her işte adeta kılı kırk yarardı. Zaman zaman akrabalarımızın, bizden sonraki kuşağın bazı iş talepleri babama yansıtılırdı. Babam da, titizliğini bildiği için o talepleri amcama gönderirdi. Sabri Bey, hiç ayrım gözetmediği için layık olan kişiyi layık olduğu işe yerleştirirdi. Belki doğru olanı da buydu. Oysa ben, iş hayatında hiçbir zaman bunu yapamadım.

1971 yılında yaşanan olaylar

Anarşi ve terör, 1971’de iyice tırmandı. Askerler bu defa kışladan, silahla değil, muhtırayla çıktı. Başbakan Demirel istifa etti. Necmettin Erbakan’ın kurduğu MNP kapatıldı. Nihat Erim, CHP’den istifa ettirilip, başbakan yapıldı. İsrail’in İstanbul Başkonsolosu kaçırıldı. Şimdi, 1971’in olaylarını izleyelim...

  • 5 Ocak 1971 - Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ı Çankaya Köşkü’nde ziyaret ederek, tırmanan anarşi ve terör olaylarına karşı alınması gerekli tedbirler üzerinde görüştü.

  • 12 Mart 1971 - Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ile Kuvvet Komutanları, siyasi tarihimize “12 Mart Muhtırası” adıyla geçen bir muhtıra verdi. Muhtırada, hem parlamento, hem de hükümetin tutum ve icraatı eleştiriliyor, yeni bir hükümet kurulması isteniyordu. Bunun üzerine, Başbakan Süleyman Demirel görevinden istifa etti.

  • 26 Mart 1971 - Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Başbakanlığa atanan Kocaeli Milletvekili Nihat Erim’in hükümet listesi onaylandı.

  • 2 Nisan 1971 - Kamuoyunda “fikir üreten fabrika” olarak anılan Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği TÜSİAD, aralarında Sabri Ülker’in de bulunduğu ülkemizde çeşitli meslek gruplarına mensup seçkin 98 kişinin katılımıyla İstanbul’da kuruldu. 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan hemen sonra kurulan derneğin amacı, şöyle belirlendi: “Atatürk ilkelerine bağlı sanayi ve hizmet alanlarında çalışan meslek, bilim ve işadamlarının bir araya gelerek, Türkiye’nin demokratik ve planlı kalkınmasına yardımcı olması.” TÜSİAD’ın öncelikli konuları da şunlardı:

  • 1. Karma ekonomi düzeninin sürmesi, devletleştirmenin gündemden kalkması.

2. Fiyat kontrollerinin sona erdirilmesi.

3. İşçi hareketlerinin, direnişlerin ve grevlerin sona erdirilmesi.

4. Can ve mal güvenliğinin sağlanması.

17 Mayıs 1971 - İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom teröristler tarafından kaçırıldı.

  • 21 Mayıs 1971 - Anayasa Mahkemesi, Necmettin Erbakan’ın genel başkanı olduğu Milli Nizam Partisi’ni kapattı. Partinin mal varlığına el konuldu. Parti kurucularının siyaset yapmaları yasaklandı.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye