DİSK, Ülker Fabrikası’ndaki bayan işçileri sahaya sürüp, erkek işçilere baskı yaptırdı.

Ülker, özellikle bayan işçiler için çok güvenli bir işyeriydi. Fabrikanın çevresindeki aileler, henüz 16-17 yaşlarındaki kız çocuklarını getiriyor, ‘Kızlarımız burada çalışırsa, kafamız rahat eder’ diyorlardı. Ancak, bir süre sonra bu kız işçiler, sendikacıların güdümüne girecekti.

Hak aramanın, insanlık tarihiyle başladığı bir gerçektir. Ancak, bizler, insanlık tarihinin başlangıcında yaşananları bilmiyor, onu, arkeolojik kazılarla çözmeye çalışıyoruz.

Tarih kitapları, yazılı tarihin, MÖ 4000 ile 2000 yılları arasında Mezopotamya’da yaşayan Sümerlerin taş tablet üzerine kazıdıkları çivi yazılarıyla başladığını belirtiyor. Demek ki, o Ortadoğu devletinde kullanılan taş yazı öncesini, ancak karine yoluyla çıkarabiliyoruz.

Günümüzden yaklaşık 3500 yıl önce Anadolu topraklarında yaşamış Hititlerin tarihini de incelediğimizde, onların hukuk alanında devrim yaptıklarını görüyoruz.

Bilindiği gibi hukuk, “hak arama” ve “hakları koruma” temeli üzerine oturur. O temel, sarsılır veya yok olursa, kargaşa başlar. Şüphesiz, “Hak” denildiği zaman, insanlarımız, öncelikle “Cenab-ı Hakk”ı algılar. İnancımıza göre İslâm dini de “Hakk din”dir.

“Hak”, doğru ve gerçek anlamında da kullanılır. Bunun karşıtı ise, “bâtıl”dır.

Türk dilinde “Hak”kın açılımı o kadar geniştir ki, günlük hayatımızda onun telaffuzuyla sık sık karşılaşırız. İşte örnekler:

  • Hak etmek: Layık olacak şekilde davranmak.

  • Hak gözetmek: Doğruya göre hareket etmek.

  • Hak yemek: Harama el uzatmak.

  • Hakkını vermek: Çalışmanın karşılığını vermek.52

Hak aramanın günümüze yansıyan en önemli belgesi ise, Magna Carta’dır. Bu Latince kelime “Büyük Ferman” anlamına gelir. Söz konusu belge, 1215 yılında, İngilizlerin Fransızlarla giriştiği bir savaşta yenilmesinden sonra ağır vergiler gelmesi üzerine, baronların ve diğer soyluların başkaldırmasıyla düzenlenip imzalanmış.

Magna Carta ile İngiltere Kralı John’ın sonsuz yetkileri sınırlanmış ve monarşiden yani miras yoluyla gelen egemenlikten, meşruti monarşiye yani iktidarın, yasama meclisi ile paylaşılmasına geçilmiş.

İngiliz soylularının bundan sekiz asır önce imzaladığı bu büyük özgürlük belgesi, insanların hak ve özgürlüklerini de tarif ediyor. İngiltere kralının bazı yetkilerinden feragat edip, kanunlara uygun davranmasını isteyen Magna Carta, hukukun, kralın isteklerinden daha üstün olduğunu belirtiyor.

Ülkemizde, 20. yüzyılın ikinci yarısında, çok yoğun ve sert hak arama mücadelesi yaşandı. Bu mücadele sırasında, çoğu zaman hukukun temel ilkeleri rafa kalktı, dolayısıyla otorite boşluğu yaratılmak istendi.

Aslında, hak aranırken başkalarının haklarına da saygılı olmak gerekiyordu. Ancak, zorbalık bu gerçeği yok etti.

Sabri Ülker, işçilerin “cuma eylemi”ni erken fark ediyor.

Takvim yaprakları, 20 Eylül 1974 Cuma gününü gösteriyordu. Sabri Ülker, Topkapı’nın Davutpaşa Caddesi’ndeki Ülker Fabrikası’nın camekânlı odasında olağan çalışmalarına başlamak üzereydi. Hemen yanı başındaki bir küçücük odada da yeğeni Faruk Ülker (Berksan) görev yapıyordu. Sabri Ülker, henüz kâğıdını ve kalemini de önüne almamıştı. Gergindi. Sürekli etrafı gözetliyordu. Bir anda, yeğenini yanına çağırdı ve şu kısa mesajı verdi:

“Faruk, bugün cumaya gitmiyoruz!..”

Faruk Ülker, amcasının bu beklenmedik talimatı karşısında çok şaşırmıştı. Çünkü o güne kadar Sabri Ülker’in cuma namazlarını hiç ihmal etmediğini biliyordu. Amcadan yeğene talimatın gerekçesi de geldi:

“Gitmeyeceğiz, bak, neler olacak...”

Acaba bu mesaj, neyin habercisiydi?..

Konu, bir süre sonra aydınlanacak; sendikacıların, cuma namazı sırasında Sabri Ülker’e karşı bir eylem planı hazırladıkları ortaya çıkacaktı.

Sabri Ülker, söz konusu plandan haberdar olmuş ve gerekli önlemleri almıştı.

Tarih 20 Eylül 1974 Cuma. Ülker’de çalışan DİSK’e bağlı işçilerin, fabrikanın sahibi
Sabri Ülker’e karşı eylem hazırlığı tespit edilince, İstanbul polisi güvenlik önlemi aldı.
Bu kritik gelişme üzerine Sabri Ülker, cuma namazına da gitmedi.
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

Olayın tanığı Faruk Berksan, bir cuma namazı öncesinde yaşadıklarını, aradan yıllar geçtikten sonra şöyle anlatıyordu:

Sabri Bey’in özellikleri anlatmakla bitmez. Öngörüsü kuvvetlidir. Sebep-sonuç ilişkilerini hemen her meselede uygular. Dindar bir insandır. Dolayısıyla, cuma namazlarını hiç aksatmaz. Ama 20 Eylül günü, çok önemli bir ihbar aldığı için eyleme hazırlanan sendikacıların oyununu bozmak uğruna, hiç düşünülmeyecek bir tavır sergilemek mecburiyetinde kaldı ve çok önem verdiği cuma namazına gidemedi.

Selçuk Berksan: “Sendika ağaları, işçileri kullandı.”

Ülker’deki 1974 Olayları’nın bir başka tanığı ise, Faruk Ülker’in ağabeyi Selçuk Ülker’di (Berksan). O da, kardeşi gibi, sabah erkenden işine gelmiş; fabrikanın bahçe kapısından adımını atarken, amcası Sabri Ülker’i karşısında bulmuştu.

Amca, yeğene sert bir ifadeyle, “Selçuk, bu tarafa geç!..” diyordu. Amcada, olağanüstü bir ciddiyet vardı. Selçuk Ülker, amcasının yönlendirdiği tarafa geçti, biraz ilerledi, bir de ne görsün DİSK’e bağlı işçiler, fabrikayı işgal etmiş...

Selçuk Ülker, karşılaştığı olağanüstü manzaraya rağmen ilerledi, zorlukla fabrikadan içeri girdi. Kapılardan çoğuna işçiler tarafından kaynak yapıldığını gördü. Direnişçi işçiler, eylemlerine müdahale etmek için her an gelmesi mümkün olan polisin önünü kesmek amacıyla bu yola başvurmuşlardı.

Selçuk Ülker, işçiler arasında dolaşmaya başladı. Aslında, onlarla arası çok iyiydi. İşçilerden bazıları kendisine “ağabey”, bazıları da “kardeşim” diye hitap ederdi. Ama bu defa hepsi, ciddi bir tavır takınmıştı.

Selçuk Ülker, işçilere nasihat etmeye kalkıştı, ama onlar 1961 Anayasası’nın sayfalarında geziniyorlardı:

“Selçuk Ağabey, siz, bu işe karışmayın. Biz, anayasal hakkımızı alacağız!..”

İstanbul Polisi, gelişmelerden haberdardı. Devreye, Siyasi Şube Müdürü Şükrü Balcı girdi. Aslında Sabri Ülker, olayın büyümesini istemiyor, meseleye soğukkanlı yaklaşıyordu. Ama gerekirse kavgaya da hazırdı.

Daha düne kadar işçilerle ağabey-kardeş ilişkisi içinde olan, ancak bir anda onları karşısında bulan Selçuk Berksan, 1974 yılında yaşananları şöyle anlatıyor:

20 Eylül günü, çok kritik ve gergin bir on iki saat yaşadık. Amcam, sendikacılara hiç taviz vermedi. Pazarlık da yapmadı. Oturduk. Gördüler ki, bu işgal, bu tehdit, işe yaramayacak.

Bir gün boyunca, gece yarısına kadar fabrikadan dışarı çıkamadık. Tabii bunlar, bir günde olmadı. Aylarca süren gerginlikler sonunda bugüne gelindi. Sendikanın talepleri, karşılanabilecek gibi değildi. Zaten o talepleri karşılasanız, bir süre sonra devreye başka bir sendika giriyordu.

Bir gün boyunca, gece yarısına kadar fabrikadan dışarı çıkamadık. Tabii bunlar, bir günde olmadı. Aylarca süren gerginlikler sonunda bugüne gelindi. Sendikanın talepleri, karşılanabilecek gibi değildi. Zaten o talepleri karşılasanız, bir süre sonra devreye başka bir sendika giriyordu.

O süreç, çok kritikti. Her gün tehditle yaşıyordunuz. Bu anlattığım işgal olayı, bardağın taşmasıydı, ama son damla değildi. Olaylar, birkaç sene sürecekti. O dönem, Türkiye’nin karanlık bir dönemiydi. Ülke, çok geri kalmıştı.

Aslında, 1974’te yaşadığımız bu olayda bir art niyet vardı. Mesele, işçinin sorununu halletmek değildi. “Sendika ağalığı”

hüküm sürüyordu. Tabii bunun, siyasi tarafı da vardı. Sendikalar arası rekabet de gündemdeydi. Sendikalar, “sağ” ve “sol” diye kutuplara ayrılmıştı.

Sabri Bey, sendikalarla münasebeti, fevkalade ılımlı bir şekilde bizzat kendisi yürütürdü. Ülker’de sağ sendikalar da vardı, sol sendikalar da... Türk-İş de vardı, en soldaki DİSK de...

Aslında Sabri Amcam, tüm sendikalarla uyumlu çalışırdı. Fakat o dönemin sendikal olayları hiç bitmedi. Toplu sözleşme yapıp yolumuza devam ederken, bir başka sendika gelir, işçileri kendi tarafına çeker, dolayısıyla yürürlükteki sözleşme boşa giderdi. Bu defa, yeni bir toplusözleşme görüşmesi başlar, Sabri Bey tüm ağırlığını bu konuya verirdi.

Faruk Berksan: “Ülker, kız işçiler için bir korunaktı.”

Faruk Berksan da, 1974 işçi olaylarını anlatırken, fabrikada çalışan bayan işçilerin hem çalışkanlıklarına, hem de sendika yöneticileri tarafından nasıl istismar edildiklerine değiniyor:

1970’li yıllarda biz de fabrika olarak, işçi olaylarından fazlasıyla etkilenmeye başladık. İşçiler, zaman zaman iş bırakma eylemi yapıyordu. Benim ağzımdan, işçilere yönelik eleştirel bir söz çıksa, hemen “İşi bırakıyoruz” diye tavır alıyorlardı. İşçi liderleri, bu tehditlerini yaparken, genellikle kız işçileri kullanıyorlardı.

Düşünebiliyor musunuz, daha önceden “kurulmuş” olan kız işçiler, bir anda sahaya çıkıp, “Ne çalışıyorsunuz, siz erkek değil misiniz!” diye bağırıyorlardı. Kız işçilerin bu sözleri, erkek işçiler üzerinde büyük baskı oluşturuyor, herkes bir anda işi bırakıyordu.

1974’te yaşanan bu olaydan sonra, Sabri Bey bir daha bayan işçi almadı. Ama mevcut bayan işçileri de işten çıkarmadı. Bu bayan işçi meselesini Sabri Bey’in dindarlığına ve kadın-erkek ayrımına bağlamaya çalıştılar. Olayların içinde yaşadığım için biliyorum, Ülker’e bayan işçi alınmamasının cinsiyet ayrımıyla hiç alakası yok.

Daha önce yaşadığımız olaylar sırasında, bayan işçiler, erkekler üzerinde büyük baskı kurdu. DİSK de bunu bildiği için hep onları istismar etti.

Aslında, bayan işçiler, henüz 16-17 yaşındayken fabrikada çalışmaya başlarlardı. Ülker, herkesin itimat ettiği bir müessese olduğu için, anneler ve babalar, evlatlarını, “Benim kızım, sizin müessesenizde çalışırsa, kafamız rahat eder” diye getirirlerdi. Anne ve babalar da, çocuklar da, saf ve tertemiz insanlardı. Ama maalesef, sendika yöneticileri bu çocukları, kanunsuz eylemlerinde kullanma yolunu seçtiler.

Bayan işçilerin çalıştığı bölümün adı “asorti” idi. Bu işçiler, genellikle bisküvileri kutulara yerleştirir ve paketleme yaparlardı. Hepsi çok hareketliydi. Yerlerinde duramaz, zıplayarak çalışır, aynı zamanda müthiş bir rekabet içinde olurlardı.

Bugünkü gibi otomasyon sistemi olmadığı için, bisküvilerin kutulara yerleştirilmesi sırasında el işçiliği kullanılırdı. Bir bayan işçi, günde 20 kutu ile 80 kutu arasında iş yapardı. Zaten, 20 kutu yapan işçinin performansının çok düşük olduğuna hükmedilirdi.

Kutu sayısı arttıkça, işçilere verilen prim de artardı. Kızlar, etki altında kalmadıkları zaman, çok verimli olurlardı. Bizler, onların performansından, fazlasıyla memnunduk. Çoğu, evleninceye kadar fabrikada çalışırdı.

Ahsen Özokur: “Panzer, ilk defa Ülker’de kullanıldı.”

21 Eylül 1974 tarihli bir İstanbul gazetesinin manşetinde, şu haber yer alıyordu: “İlk panzer Ülker’de”

Ahsen Özokur, cumartesi sabahı Vaniköy’deki evlerinden çıktı. Otomobille giderken, mahalle bakkalının camekânına asılmış gazeteler arasından bu başlığı okudu. Sonra heyecanla otomobili durdurdu. Bakkaldan gazeteyi aldı ve okumaya başladı. Dehşete kapılmıştı. Çünkü bir gün önce, babası, kardeşi ve kuzenlerinin yaşadığı bu olaydan haberi yoktu. Fabrikada yaşanan olaylar annesinden ve kendisinden gizlenmişti.

Ülker Fabrikası’nda 39 yıl önce meydana gelen olayların, aileye yansımasını şimdi Ahsen Özokur’dan dinleyelim:

Fabrikada birtakım olaylar cereyan etmiş, ama bizim haberimiz yok. Babam da, eşim Orhan da işyerinde yaşanan olayları pek eve taşımazlardı.

Vaniköy’de oturuyorduk. Ömer, henüz dünyaya gelmemişti. Yeni evliydik. Sabah evden çıktık, otomobille bir bakkalın önünden geçerken, sergilenen gazetelerde şöyle bir başlık gördüm:

“İlk Panzer Ülker’de”

İstanbul polisi toplumsal olaylarda panzeri ilk defa DİSk işçilerinin
Ülker fabrikasında giriştikleri eylem sırasında kullandı. 
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

Arabayı kullanan şoföre, “Dur bakalım, şuradan bir gazete alalım” dedim. Gazeteyi aldım, hayretle ve dehşetle okudum. Bir gün önce, fabrikada olaylar meydana gelmiş, annemin ve benim haberimiz yok. O gün akşam, olayların hikâyesini hem babamdan hem de Orhan’dan dinledik.

Olaylar şu şekilde cereyan etmiş: İşçiler, işi durdurma kararı almışlar. Fabrikanın telefon tellerini kesip, dışarıyla haberleşmeyi engellemişler. Fabrikanın, demirden imal edilmiş dış kapısını kaynak yaparak sabitlemişler. İşçiler içeride eylem yapıyor, dışarıdan müdahale etmek isteyenler ise kaynaklı kapıdan içeri giremiyormuş.

Murat, o gün okula gitmemiş. Eşim Orhan, Selçuk Ağabeyim, kardeşim Murat ve kuzenim Faruk fabrikadalarmış. Babam, yaşanan gerginliği görünce, onları fabrikanın yazıhane kısmına kilitleyip, “Siz burada durun” demiş. Babam, tek başı- na idare binasından çıkmış, sokağa doğru yönelmiş, dış kapıya gelince kapıdaki direnişçi işçilere, “Açın!” demiş. Kapıdaki işçiler, toparlanmış ve babama “Efendim, eylemimiz size karşı değil” demiş.

Düşünebiliyor musunuz, fabrikada eylem yapıyorlar, sahibine “Size karşı değil” diyorlar. Peki, kime karşı?

Babam, kapıdan dışarı çıkmış, doğruca Zeytinburnu’ndaki polis karakoluna gidip, Emniyet birimlerini durumdan haberdar etmiş. Polis de hemen panzerle gelip kapıyı açmış ve içeridekileri kurtarmış.

 O yıllarda, toplumsal olayların tırmanışa geçmesi üzerine, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne panzerler gelmiş ve ilk defa bizim fabrikadaki işçi direnişi sırasında kullanılmış.

Sabri Ülker, işçileri sükûnete davet ediyor.

Sabri Ülker, olayların büyümesinden çok rahatsızdı. Tansiyonun düşürülmesini istiyordu. O amaçla anayasal haklarının peşine düştüklerini söyleyen, ancak bu sırada çalıştıkları fabrikayı tahrip eden işçilere yazılı bir duyuru yaptı.

Ülker, işçilere hitap ettiği bu açıklamasında, “Müesseseye ve iş düzenine karşı işlenmiş büyük-küçük kusurları affetmek isterim” diyordu.

Sabri Ülker’in yazılı mesajı şöyleydi:

Yargılama bitmiş, Gıda-İş’in (sendika) yapacağı başka bir şey kalmamış olduğuna göre, artık sizleri yanlış hareketlerden korumak ve müessesenin huzur ve düzenini tekrar kurmak için kanuni yetkiye sahip Tek-Gıda Sendikası ile sözleşme imzalamaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Bu ödevimi yerine getirerek, 2 Ağustos (1974) Cuma günü Tek-Gıda Sendikası ile sözleşmeyi imzaladım.

Bu sözleşme ile ücretlerinize 1 Eylül’den 1974'ten itibaren geçerli olmak üzere günde 20 lira zam verilmekte, bir sene sonra aynı tarihte tekrar 20 lira zam yapılmaktadır. Bu suretle bir sene zarfında 40 lira ücret zammı almış olacaksınız. Sosyal haklar ve diğer hususlar hakkında sendikanız herhalde size geniş bilgi verecektir.

Ve size geniş bilgi verecektir. Ben pek çoklarınızın babası, yaşlı olanlarınızın ağabeyi durumundayım; büyüklerin affetmesi icap ettiğini de gayet iyi bilenlerdeniz. Esasen, şimdiye kadar birçoklarınızın nice kusurlarını hoş görmüşümdür.

Bu üç-dört aylık devrede de müesseseye ve iş düzenine karşı işlenmiş küçük büyük kusurları affetmek isterim. Ancak sizlerden de tam bir iyi niyet ve istekle işlerinize sarılmanızı, müessesenin düzenini bozacak, verimini azaltacak ve mallarımızın kalitesini düşürecek hareketlerden dikkatle sakınmanızı bekler ve rica ederim.

Yeni toplusözleşmelerle bu kadar üstün haklar elde etmişken, işyerine ve düzenine zararlı ve kanunlara aykırı hareketlerle işinizi kaybetmeniz, sizi de beni de çok üzer.

Gelecek günlerin hepiniz için sağlık, mutluluk ve başarılarla dolu olmasını dilerim.

Murat Ülker: “Çocuk yaşta, fabrikada mahsur kaldım.”

Murat Ülker, 1974 yılında henüz on beş yaşındaydı. Okulunda yeni eğitim dönemi birkaç gün önce başlamıştı. Fabrikaya genellikle tatil zamanlarında giderdi. Ama 20 Eylül 1974 Cuma günü babasından ilginç bir teklif aldı:

“Oğlum, annen duymasın, bugün okula gitme. Seni fabrikaya götüreyim...”

Murat Ülker okula gitmedi; bakınız, sonrasında neler oldu:

1974 yılına geldiğimizde, hafta arası bir gün babam bana, “Murat, annen duymasın, bugün okula gitme, seni fabrikaya götüreyim” dedi. Babamla birlikte fabrikaya gittik. Kısa bir süre sonra, işçiler kanunsuz bir greve başladı. Babam, güvenlik mülahazası ile fabrika dışına çıkarıldı. Biz de işletme binasında mahsur kaldık. Bir geceyi fabrikada geçirdim. Tabii, babam yanımdan ayrıldıktan sonra, fabrikadaki görevli kişilerin gözü hep benim üzerimde oldu.

Aradan yıllar geçtikten sonra bu olayı zihnimde çözmeye çalıştım. Kendi kendime, “Acaba babam, beni o kritik ortama niçin götürdü?” diye düşündüm. Anladığım kadarıyla, bu ve benzer olayları görmemi ve yaşamamı istemiş. Zaten bana sürekli, “Makineleri görürsün, öğrenirsin” derdi. Ayrıca, her konuda aydınlatıcı bilgiler verirdi.

Babamın anlatım tarzı, ders verme şeklinde değildi. Bizlerle ilişkileri sırasında “Şunu yaparsın, bunu yaparsın” diye emir cümleleri kullanmazdı. Ben, zaman zaman, “Keşke babam bana bir şeyler anlatsa ve öğretse...” derdim. Meğer anlatıyormuş. Yaşayarak, uygulayarak öğreniyormuşum, ama farkında değilmişim.

Fabrikada, işçi sendikası ile toplusözleşme dönemlerinde psikolojik ortam çok gerilirdi. Dolayısıyla, bizler için güvenlik sorunu başlardı. Evimizin kapısında 24 saat boyunca bir fedai durur, biz de onun koruması altında konutumuzda güven içinde kalırdık.

Lisenin son yıllarına geldiğim zaman, fabrikadaki işçi olayları iyice tırmanışa geçti. Bunun üzerine ailelerimiz bizi özel araba ve güvenli bir şoförle okula göndermeye başladı. Bu anlattığım yıllarda, Türkiye’de özel güvenlik sistemi henüz başlamamıştı. Ayrıca, devletin, güvenlik sorunu yaşayan kişilere yakın koruma vermesi de çok sınırlıydı. Bu durum karşısında babamlar, ‘Foliberjer Ahmet’ isimli bir kişiden fedailer kiralamışlardı.”

Selçuk Berksan: “Can güvenliğimiz tehlikedeydi”

Ülker’de baş gösteren olaylar sırasında, ülkemiz CHP-MSP koalisyonu tarafından yönetiliyordu. Çankaya Köşkü’nde, eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından Fahri Korutürk bulunuyordu. CHP lideri Bülent Ecevit başbakan, koalisyon ortağı ve MSP lideri Necmettin Erbakan ise başbakan yardımcısıydı.

Türkiye, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’ndan beri çok kritik bir dönemden geçiyordu. 20 Temmuz 1974’te Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunmuş, yurt genelinde savaş şartları yaşanmaya başlanmış, bu arada başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere on ilimizde sıkıyönetim ilan edilmişti.

İstanbul Valiliği görevini Namık Kemal Şentürk, İl Emniyet Müdürlüğü’nü ise Mehmet Akzambak yürütüyordu.

Bir yandan Kıbrıs gerginliği, bir yandan da büyük kentlerde meydana gelen işçi olayları çekilmez hal almıştı. Halk, can güvenliği endişesi içindeydi. Kıbrıs’a müdahaleden iki ay sonra Ülker Fabrikası’nda baş gösteren olaylar günlerce devam etmiş, İstanbul Savcılığı da 17 işçi hakkında soruşturma başlatmıştı.

Selçuk Berksan, işçi olaylarından sonra can güvenliklerini sağlamak için aldıkları önlemleri anlatırken şunları söylüyordu:

1970’li yılların başından itibaren işçi olayları tırmanış gösterince, ailemizin gündemine “Kendimizi nasıl koruyabiliriz?” sorusu geldi. Bu olaylar üzerine, kurşungeçirmez arabalar edindik. Bu arada çocuklarımızı da okullarına korumalarla göndermeye başladık.

Ankara fabrikamız, nispeten sakindi. İstanbul’da ise, adeta savaş veriliyordu. Günlerimiz, hukukçularla ve avukatlarla toplantıda geçiyordu.

1972 - 1974 yılları arasında yaşanan olaylar

1972-1974 yılları arasında işçi olayları dışında da çok önemli olaylar yaşandı. Siyasi istikrar, bir türlü sağlanamadı. Bu dönemde bir de Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunuldu. Şimdi, dönemin önemli olaylarını izleyelim:

3 Mart 1972 - TRT Televizyonu’nda ilk defa 12 saat süren canlı yayın yapıldı. Bu arada TV reklamları da başladı. 1 dakikalık reklam ücreti 6 bin TL ile 10 bin TL arasında değişiyordu.

8 Mart 1972 - Merhum Başbakan Adnan Menderes’in büyük oğlu, Demokratik Parti Genel Başkan Yardımcısı Yüksel Menderes Ankara’da intihar etti.

17 Nisan 1972 - Başbakan Nihat Erim görevini bıraktı.

29 Nisan 1972 - Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Kontenjan Senatörü Suat Hayri Ürgüplü’yü yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Ancak Ürgüplü, bu görevi yerine getiremedi.

6 Mayıs 1972 - Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nin idama mahkûm ettiği Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın cezaları Ankara Cebeci Kapalı Cezaevi avlusunda infaz edildi.

7 Mayıs 1972 - CHP Olağanüstü Kurultayı’nda genel başkan adaylarından Bülent Ecevit 709, İsmet İnönü ise 498 oy aldı.

  • 8 Mayıs 1972 - İsmet İnönü, 33 yıl ͺ ay boyunca sürdürdüğü CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etti. 5 Kasım 1972’de de hem CHP’den, hem de Malatya milletvekilliğinden istifa edecekti.

  • 15 Mayıs 1972 - Milli Savunma Bakanı Ferit Melen, hükümeti kurmakla görevlendirildi. Melen’in kabinesi, 22 Mayıs 1972’de TBMM’den güvenoyu alacaktı.

  • 6 Nisan 1973 - 3. Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Fahri S. Korutürk, Türkiye’nin altıncı cumhurbaşkanı seçildi.

  • 14 Ekim 1973 - Genel seçimler yapıldı. CHP 185, AP 149, MSP de 48 milletvekilliği kazandı.

  • 30 Ekim 1973 - Adalet partisi iktidarının büyük projelerinden İstanbul Boğaziçi Köprüsü, Cumhurbaşkanı ahri Korutürk tarafından törenle hizmete açıldı. Köprünün yapımına öncülük eden eski Başbakan Süleyman Demirel, töreni TV’den izledi.

  • 25 Aralık 1973 - Atatürk’ün silah arkadaşı ve Türkiye’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Ankara’da vefat etti.

  • 7 Şubat 1974 - 1973 seçimlerinden bu yana devam eden hükümet kuramama krizi sona erdi. Bülent Ecevit’in kurduğu CHPMSP koalisyon hükümeti TBMM’den güvenoyu aldı. MSP lideri Necmettin Erbakan da başbakan yardımcılığına getirildi.

  • 16 Mart 1974 - Şeker sıkıntısını ve karaborsasını önlemek amacıyla Avrupa’dan şeker ithaline karar verildi.

  • 20 Temmuz 1974 - Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs’a askeri müdahalede bulundu. Adanın kuzey sahilleri ve Girne, tamamen Silahlı Kuvvetlerimizin kontrolüne girdi.

  • 18 Eylül 1974 - CHP ile MSP arasında anlaşmazlık çıkınca, Bülent Ecevit başbakanlıktan istifa etti. Hükümet dağıldı.

  1. 52. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, 2. cilt, s. 1162-1163, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2006.
Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye