Ahsen Özokur: “Biz, evlat olarak babaevinde çok güzel bir sevgiyle büyüdük.”

Sabri Berksan, askerlikten terhis olduktan sadece yirmi gün sonra, 20 Mayıs 1949’da, İstanbul’da Güzide İman’la evlendi. Ailenin 1950’de kızları Ahsen, 1954’te ilk erkek evlatları Ali, 1959’da da Murat dünyaya geldi. Hacı İslam Efendi ise 1953 yılında, 80 yaşındayken hayatını kaybetti.

Türk toplumunda, insan hayatındaki başlıca kilometre taşları genellikle şöyle sıralanır: Doğum, eğitim-öğrenim, erkekler için askerlik, iş hayatına atılma, evlilik ve evlat sahibi olma... ve olgunluk çağı.

Türkler, “evlilik müessesesi”ne birinci derecede önem verir. Toplumda dirlik ve düzenin temeli sayılan bu çekirdek birim, “kutsal aile yuvası” olarak da adlandırılır. Türk toplumunda, yakın zamana kadar bu kavramı anlatmak için kullanılan Arapça kökenli “izdivaç” kelimesi, “eş almak” anlamındadır. İzdivacın, günümüz Türkçesindeki karşılığı ise, “evlenme”dir. Yani, bir çatı altında yaşama... Ev bark, çoluk çocuk sahibi olabilme...

İngilizce, Fransızca ve Almancaya gelince; bu dili kullanan toplumlarda, izdivaç; “içli-dışlı, senli-benli olma”, “uzlaşma” veya “hayat arkadaşlığı” anlamlarını taşır.

Türkler dışında hiçbir toplum, izdivacı “ev”le tarif etmez. Doğu toplumlarında erkekler için evlenmek, bir eş almak; Batı toplumlarında ise, hayat arkadaşı edinmek şeklinde anlaşılır.

Aslında, evlilik bir okuldur. Bu okulun öğrencisi olan eşlerin başarısı ise, yaşam boyu sergiledikleri huzur, güven, dayanışma ve mutlulukla ölçülür. Evlilikteki öncelikli amaç, insan neslinin devamını sağlamak, bunun yanı sıra saadet içinde yaşamaktır.

Güzide-Sabri Berksan çifti, 20 Mayıs 1949’da evleniyor

Dünya nizamını ayakta tutan evlilik müessesesi, her genç gibi hikâyemizin kahramanı Sabri Berksan’ın da gündemindeydi. Berksan, 1948 yılında, hayat maratonunun üçüncü kilometre taşı olanvatani görevini yapıyordu. Ancak, askerlik öncesi iş hayatına da başladığı için epey yol almıştı.

 

Güzide ve Sabri Berksan çiftinin evlenme cüzdanları...

 

“Zaman”, Sabri Berksan’ın çok değer verdiği bir hazineydi. Onu, özenle kullanırdı. Bu tabiatından dolayı, askerliği sırasında, beşinci kilometre taşına ulaşabilmenin egzersizlerini de yaptı.

Sabri Berksan, Diyarbakır’daki asker ocağından İstanbul’a geldi, hayatını birleştirmek üzere olduğu genç kızla ve ailesiyle tanıştı. 1949 yılının 30 Nisan günü de Türk Silahlı Kuvvetleri’nden, “teğmen” rütbesiyle terhis oldu.

Zamana karşı yarışıyor, evlilik hazırlıkları yapıyordu. Çünkü İstanbul’da ticaretle meşgul olan Balıkesir asıllı Muharrem İman ile eşi Sabiha Hanım, kızları Güzide’nin, Sabri Berksan’la izdivacına izin vermişlerdi. Hacı İslam Efendi’nin evine, Mayıs ayının 20. günü ikinci gelinleri gelecekti.

Aile, Divanyolu Klodfarer Sokak’taki 8/2 numaralı evde oturuyordu. Gelin hanımın baba evi ise Laleli’deki Gençtürk Sokağı’ndaydı.

Gelin adayı Güzide İman, 15 Ağustos 1340 (Miladi 1924) Balıkesir, damat adayı Sabri Berksan ise, 16 Eylül 1336 (Miladi 1920) Kırım doğumluydu.

Güzide-Sabri Berksan çiftinin 20 Mayıs 1949 Cuma günü aile büyüklerinin huzurunda önce dini nikâhları, ardından da İstanbul Belediyesi Eminönü Nikâh Dairesi’nde resmi nikâhları evlenme iş memuru tarafından kıyıldı. Gelin ve damat, evlendirme memurunun “Evlenme kararını kendi rızanızla mı aldınız?” sorusuna, “Evet” diyerek karşılıkta bulunurken, hayatlarının bundan sonraki döneminde kaderde, kıvançta ve tasada bir ve beraber olma sözü vermişlerdi. Evlenme memuru, resmi nikâh sonrası 567849 no’lu Evlenme Cüzdanı’nı aile reisine verirken, gençlere ebedi mutluluk temennisinde bulunuyordu.

Güzide-Sabri Berksan çifti, evliliklerinin birinci yılını tamamlayınca, kendilerine, Laleli’de uzun süre oturacakları yeni bir ev açtılar. Azimkâr Caddesi üzerindeki Özmelek Apartmanı’nda bulunan konut, Güzide Hanım’ın akrabalarına aitti. Genç evliler, Şakire Hanım ve Hacı İslam Efendi’yi de yanlarına alarak, Divanyolu’ndan Laleli’deki yeni evlerine taşındılar.

Sabri Berksan, 30 yaşında baba oluyor

Ailenin ilk evladı Ahsen, 14 Ağustos 1950 Pazartesi günü, gece yarısı saat 02.00’de, şimdiki adı “Amerikan Hastanesi” olan Nişantaşı’ndaki Amiral Bristol Hastanesi’nde dünyaya geldi. Ahsen Özokur, aradan neredeyse yarım asır geçtikten sonra, hem kendisinin, hem de kardeşlerinin doğumunu ayrıntılı bir şekilde anlatırken şunları söylüyordu:

Babam, her şeyin en iyi ve mükemmel olmasını isterdi. Onun için, doğumumun, o yıllarda Amerikalılar tarafından yönetilen Amiral Bristol Hastanesi’nde gerçekleştirilmesini uygun görmüş. Rahmetli kardeşim Ali ise, 28 Ekim 1954 Perşembe günü öğ- le saatlerinde 7 aylıkken dünyaya geldi.

Sevgili annem, Ali’ye hamileyken rahatsızlanmış. Kendisini, Nişantaşı’nda özel bir doğum kliniğine yatırmışlar. Orada, sevgili anneciğime yanlış bir iğne yapılmış. İğneyle birlikte problemler oluşmuş. Ardından, annemi, alelacele Haseki Hastanesi’ne kaldırmışlar.

Ali’nin doğumu, Haseki’de gerçekleşti. Hastanede acil olarak dünyaya gelen Ali kardeşimiz için, doktorlar aynen şunları söylemiş:

“Boşuna uğraşmayın, bebeğiniz yaşamaz.”

Zannediyorum, o günün şartlarında Ali, hastanede oksijen çadırına alınmıştı. Annem hastaneden eve geldi, kardeşimiz ise bir aydan fazla orada kaldı.

Bu sıkıntılı doğumdan dolayı büyük bir üzüntü içinde bulunan annemin sütü kesilmişti. O dönemde, dayımızın oğlu Mehmet İman Bey de doğmuştu.

Dayımlar, Beylerbeyi’nde oturuyorlardı. Ali için her gün yengemden “anne sütü” getirtildi. Yengemden Ali’ye süt getirtmek için babamlar bir koordinasyon yapmışlardı. Dayımlardan, termosa konulmuş anne sütünü alan görevli bir kişi, arabayla Beylerbeyi’nden Üsküdar’a ulaşır, yaya olarak arabalı vapura binerek, Kabataş’a geçerdi. Görevliyi, Kabataş İskelesi’nde bir başka görevli karşılar, o da sütü arabayla Haseki Hastanesi’nde müşahede altında tutulan Ali kardeşime ulaştırırdı.

Bu olayı, annemden dinlemiştim; Ali’nin hastanede yatırıldığı sırada, bir gün babam anneme, “Bak hanım, oğlumuzun yanakları bile oldu. Eğer dayanabilirsen, seni götüreyim” demiş. Annem de gitmiş, babamın tarif ettiği yanaklara bakmış. O yanaklar, ancak fındık kadarmış.

Bir defasında babam, hastaneye beni de götürmüştü. Kardeşimi ilk gördüğümde o kadar çok acımıştım ki... Çok zayıftı... Küçücüktü... O güne kadar, bu derece küçük bir bebek görmemiştim. O yıllarda hastanelerde “oksijen çadırı” dedikleri cihaz; küçük, yuvarlak bir kavanoz gibiydi. Ali de, o kavanozda, pamukların içinde yatıyordu.

Kardeşime; sevgiyle, acıyla baktığımı hatırlıyorum.

Henüz dört yaşındaydım. Bir müddet sonra kardeşim evimize getirildi. İşte o dönemde, her akşam evimize gelen doktorlar, Ali’ye iğne yaparak, bebeği yaşatmaya çalıştılar.

Hiç el öpmeyi sevmem. Ama ona rağmen, bir gün kendi kendime, “Şu doktorların elini öpeyim de, kardeşime iğne yapmasınlar” diye düşündüm. Herhalde bu, dört yaş zekâsıydı.

Gittim, doktorun elini öptüm, fakat Ali kardeşime iğne yapmasını engelleyemedim.

Ali, çok iştahsızdı. Yemeği zor yerdi. Hepimizin gözü onun üzerinde olurdu. Ali’nin bir muz yemesi bile olaydı. Yani, muz yerse çok sevinirdik.

Aradan yıllar geçti. Evimize, yeni bir kardeşimiz gelmek üzereydi. Annem, Ali’nin doğumu sırasında hastanede yaşadığı sıkıntıdan dolayı, bu defa herhangi bir hastaneye gitmek istemedi. Dolayısıyla, Murat’ın doğumu 21 Mart 1959 Cumartesi günü, evimizde gerçekleşti. Artık biz, üç kardeştik. Murat ile Ali’nin arası beş yaştı.

Küçük kardeşimizin doğumu sırasında, Ali ile beni, akraba evine göndermişlerdi. Sıdıka Halamın evine gitmiş olabiliriz.

Ailece çok mutluyduk. Babamın işyeri de Topkapı’daydı. Zaten kendisi, hep işyerine yakın bir yerde oturmayı tercih ederdi. O dönemde, ben, evimizin yakınındaki özel bir okula gidiyordum, Murat da, okul çağına gelince, Cağaloğlu’ndaki İstanbul Erkek Lisesi’ne gidecekti.

Hacı İslam Efendi, 1953’te İstanbul’da vefat ediyor.

Kırımlı Hacı İslam Efendi ve Şakire Hanım, oğulları Sabri’yi evlendirdikten sonra, zihinlerindeki bir problemi daha çözüp huzura kavuştular. Çünkü Asım ve Sabri, ortaklaşa iş hayatına başlamış, her ikisi de evlerini geçindirecek duruma gelmişti.

Aslında Devletler Ailesi, 24 yıl önce Kırım’dan İstanbul’a göçerken Karaköy İskelesi’nde son kuruşlarını da tüketmiş, onların imdadına, İstanbul’da yaşayan akrabaları yetişmişti. O 24 yıla, çok şey sığdı. Önce, Büyükmanika köyünde başlayan hayat mücadelesi, daha sonra İstanbul ve Ankara’da devam etti.

Asım, çok başarılı bir iş düzeni oluşturdu. Sabri de, hem yüksek- öğrenimini, hem de askerliğini tamamlayıp ağabeyine destek oldu. Kardeşler, daha sonra “Ülker” adını verdikleri bir bisküvi imalathanesi kurdular. Gece gündüz çalıştılar. Alınteri sayesinde yokluktan, varlığa ulaştılar.

Azmetmişlerdi. Azim ve sebat, onların en büyük yardımcısıydı. Cesaretleri ise, fazlasıyla mevcuttu. Bu vasıfları, onlara, başarı kapılarını ardına kadar açıyordu.

Hiç, boş zamanları yoktu. Çünkü mutluluğu, sürekli çalışmakta bulmuşlardı.

Her şeyin, neticesiyle ölçüleceğini de biliyorlardı.

Bu gayretli evlatların babası Hacı İslam Efendi ise, henüz 17 yaşındayken, 1891 yılında tahsil için Kırım’dan İstanbul’a gelmişti. İşte o tarihten itibaren yaklaşık 70 yıl, kendisini zorlu bir hayat mücadelesinin içinde buldu.

Önce tahsilini tamamladı. Trakya’dan bir Tatar kızıyla evlendi. Çoluk çocuk sahibi oldu. Ancak, Balkan Harbi Faciası, onları yerlerinden yurtlarından etti.

Hacı İslam Efendi’nin kader çizgisinde, daima güçlüklerle karşılaşma, ama kendisinde de o güçlüklerin altında ezilmeme iradesi vardı. Tekrar Kırım’a gitti. Dünyaya gelen yeni evlatlarıyla birlikte, Stalin zulmünden kaçarken, tüm maddi varlığını da kaybetmişti.

Ünlü yazar, şair ve düşünür Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi, Hacı İslam Efendi, ulu bir çınara benziyordu, çünkü fırtınalı diyarlarda yaşıyordu.

Hacı İslam Efendi, Türkiye’ye ikinci defa gelişinde, önce tarımla uğraştı. Evlatlarından biri hastalanınca, köyden İstanbul’a göçtü. Uzunca bir süre işsiz kaldı. Daha sonra, bir devlet dairesinde odacılık buldu. Odacılıktan memurluğa terfi etti. Çocuklarının zaman içinde iş güç sahibi olması, ailesine moral verdi.

Hayırlı evlatlar yetiştirmişti. İki erkek evladının yanı sıra, tek kız evladı Sıdıka da, anne ve babaya daima moral kaynağı oluyordu.

1953 yılına gelindiğinde, Hacı İslam Efendi’nin yaşı kemale ermişti. Etrafında, cıvıl cıvıl beş torun vardı. Bunlar; oğlu Asım’ın çocukları Selçuk, Betül ve Faruk ile Sabri’nin evladı Ahsen’di.

Tam rahat edeceği günlere ulaşmıştı. Eşi Şakire Hanım’la birlikte, oğlu Sabri’nin evinde yaşıyordu.

80 yaşındayken, Emr-i Hakk geldi, ebedi yolculuğa uğurlandı. Tarihten bir yaprak daha kaydı... Ama o vefakâr ve cefakâr kişinin gözü arkada kalmadı. Çünkü dünya gözüyle evlatlarının mürüvvetini görmüştü.

Dede Hacı İslam Efendi ile babaanne Şakire Hanım’ı acaba torunlar görebilmiş mi?

Dedenin vefat ettiği tarihte, Ahsen Ülker henüz üç yaşındaymış. Dolayısıyla, Sabri Bey’in ilk evladında dededen anı yok.

Asım Bey’in ilk evladı Selçuk Berksan ise, Hacı İslam Efendi’yi çok iyi hatırlıyor. Karakter tahlili dahi yaparak, şunları söylüyor:

Rahmetli dedemiz Hacı İslam Efendi, çok otoriter görünen bir kişiydi. “Höt” dedi mi, herkes susardı. Ancak evi, büyükannemiz Şakire Hanım yönetirdi. Dedemizin her sözüne “Tamam” der, onun isteklerini yerine getirir, ama evi kayıtsız şartsız kendisi idare ederdi.

Murat Ülker ise, dedesinin vefatından altı yıl sonra dünyaya gelmiş. Ülker, hem dedesi hem de babaannesi için şunları söylüyor:

Dedem Hacı İslam Efendi’yi görmek nasip olmadı, ama babaannem Şakire Hanım’ı gördüm. Onunla birlikte yaşadık. Kendisi, çok dirayetli bir hanımdı.

Ahsen Özokur: “Babam, çok müstesna bir insandı.”

Hacı İslam Efendi’nin vefatı, Berksan Ailesi’nde telafisi mümkün olmayan büyük bir boşluk ve üzüntü yarattı. Eşini yitiren Şakire Hanım ise, çocukları ve torunlarıyla avunarak teselli buldu.

Sabri Berksan’ın ilk evladı Ahsen yazı uğurlarken, ikinci evladı Ali de güz mevsiminde dünyaya gelmişti. Murat ise, Nevruz’la birlikte aileye baharı taşımıştı.

Dede Hacı İslam Efendi, evlatlarına çok düşkündü. Onları yanından hiç ayırmamıştı. Aynı meziyet, oğlu Sabri’de de vardı. Sabri Berksan’ın evi, sakin ve huzurlu bir liman gibiydi. O limandaki huzurun kaynağı, anne ile babanın oluşturduğu sevgi ve hoşgörü ortamıydı.

Şimdi, 50’li yıllara gidelim, Ahsen Özokur’dan, o sakin limanın kuruluş sırrını öğrenelim:

Sevgili babamı 4-5 yaşlarından itibaren hatırlayabiliyorum. O yaş döneminde, Bebek’te oturuyorduk. Kardeşim rahmetli Ali yeni doğmuştu. Annem, bebekle evde kalır, biz de babamla birlikte yürüyüş yapardık. Babama, “Ayrı tretuvarlarda yürüyelim” diye teklif ederdim; babam da razı olur, “Tamam, ayrı yürüyelim” derdi.

Özgür bir çocuktum. Kendi başıma bir şeyler yapmak isterdim. Tabii, o yıllarda İstanbul’daki araç yoğunluğu bugünkü gibi değildi.

Bir pazar günü yine böyle babamla ayrı yollarda yürüyüş yaparken, amcam Asım Bey de ailesiyle birlikte arabayla geliyormuş. Beni tek başıma yürürken görünce bir anda endişelenip, paniğe kapılmış. Amcam, arabasının klaksonunu çalıp bana sesleniyordu. Hiç unutmuyorum, ben de “Ne var?” diye baktım. Tabii, ayrı yolda da yürüsek, babamın gözü hep üstümde... Amcamın telaşını o da fark etmiş. Hemen yanıma geldi, amcama hitaben, “Ağabey, ben buradayım” dedi. Amcam ise, “Çocuğu tek başına niçin bırakıyorsun?” diye babama kızmıştı. Bu olayı, çok net hatırlıyorum.

Sabri Berksan, 1962 yılının Ağustos ayında ailesiyle birlikte karayoluyla
Ege Bölgesi’ne gitti. Bu seyahat sırasında Ahsen, Ali ve Murat kardeşler,
tarihi Efes Harabeleri’ni de ziyaret etti.

Rahmetli babamın, iş hayatındaki yoğunluğuna rağmen, pazar günleri eşine ve evlatlarına ayırdığı bir zamanı mutlaka olurdu. Ailenin birlikte olduğu saatlerde babam, iş hayatıyla ilgili gelişmeleri annemle ve bizlerle paylaşırdı. Bir defasında annem, “Sabriciğim, artık, yeni bir şey yapma. İşten başını kaldıramıyorsun. Çocuklar ve ben, seni göremiyoruz” demişti.

Okul hayatım, Koca Ragıp Paşa İlkokulu’nda başladı. O yıllarda, Laleli’de oturuyorduk. Evimiz ve okulum, düz bir yol üzerindeydi. Birinci sınıfa giderken “sabahçı” idim. Okula beni, babam götürürdü. İleriki yıllarda “öğlenci” olunca, evde çalışan bir görevli götürmeye başladı. Hatta liseye giderken de belki biraz komik gelecek ama, her sabah beni ilkokulun ilk yıllarında olduğu gibi okula mutlaka babam bırakırdı.

Baba-kız sevgisinden söz edilirken, hep “Kızlar, babalarını çok sever” değerlendirmesi yapılır. Evet, babamı çok sevdiğim kesin... Ama benim bu sevgimin herkesinkinden daha farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü benim babam, çok müstesna bir insandı.

Ali ve Murat’la birlikte biz üç kardeştik. Babamız, onca işine gücüne rağmen, çocukluğumuzdan itibaren bizim her şeyimizle çok yakından ilgilendi.

Sabri Berksan’ın ailesi için düzenlediği kültür ve turizm gezisi sırasında yine üç kardeş
Izmir’deki Kültürpark’ta kurulan Uluslararası Izmir Fuarı’nı gezerken...

Babamın, benden bir tek isteği vardı. Onu da şu şekilde ifade ederdi: “Kızım, evimizin içinde her şeyi yapabilirsin. Ama sokakta, hiç kimse, senin için ‘Sabri Bey’in ne şımarık kızı varmış’ dememeli.”

Evet, babam, hayatı boyunca benden sadece bu hassasiyeti istedi ve bekledi. Bunun dışında başka hiçbir şey istemedi.

“Annem ile babam arasında derin bir muhabbet vardı.”

Ahsen Özokur, annesi ile babası arasındaki sevgiyi anlatırken, “Onların arasında çok derin bir muhabbet vardı” diyor. Baba evindeki o muhabbet iklimini de, yine Ahsen Özokur’dan dinleyelim:

Uzun süre Nurgök Apartmanı’nda oturduk. İlkokulu da oradayken bitirdim. Apartman, sobalıydı. Aslında, İstanbul’da kaloriferli evler yaygınlaşmaya başlamıştı. O yıllarda, babamın kaloriferli bir ev alabilecek durumu da mevcuttu. Ancak, annem komşularını çok sevdiği için babam yeni bir ev arayışına girmedi.

İlkokulu bitirdiğim yıl, babam Fatih Kıztaşı’nda bir apartman yaptırdı. Adı “Hanımeli Apartmanı”. Hamdullah Suphi Tanrıöver Konağı’nın yanındaki o apartman daha sonra yıkıldı. Hamdullah Suphi Bey’in Konağı da, bir ara İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü idi.

Ailemiz, Hanımeli Apartmanı’ndan ayrılmak üzereyken, annem çok hüzünlenmişti. Bunun üzerine annemi teselli ederek, “Hüzünlenecek ne var, Allah’a şükür daha iyisine gidiyoruz” dedim. Anneciğim, “Doğru ya yavrum, ama hatıralar var” cevabını verdi.

Ailemiz Huzur Apartmanı’nda otururken, Neriman Hanım isimli bir komşumuz vardı. Biz, “Neriman Teyze” diye hitap ederdik. İşadamı Mustafa Taviloğlu’nun halası... Neriman Teyze, hâlâ hayatta. Zaman zaman ziyaretine gidiyorum, hatıraları tekrar yaşıyoruz.

Neriman Teyze, yıllar önce eşinden boşanmış, yalnız yaşıyor. Sevgili annemle babamın muhabbetini izledikçe, “Ben, böyle sevgi görmedim; onlar için şöyle dua ediyorum: Dilerim, biriniz teneşirde iken, biriniz de tabutta olur” derdi. Ben de, Neriman Teyze’nin bu dua ve temennisini dinledikçe, “Neriman Teyze, bize de acı. Evet, annemle babam ayrılmasınlar, ama biz bir anda ikisini beraber niçin kaybedelim?” diye sitem ederdim. Konu açılmışken, annemle babam arasındaki sevgi, muhabbet ve dayanışmayı biraz daha anlatmak istiyorum.

Sevgili annem, eğer komşu ziyaretine veya çarşı pazar işine gitmişse, babacığım gelmeden önce mutlaka evde olurdu. Çünkü, eşini kapıda karşılamak isterdi.

Annemle babam arasında çok derin bir muhabbet vardı. Babam, işinden yorgun gelirdi, fakat çok nezaket sahibi bir kişi olduğu için bizlere yorgunluğunu hissettirmek istemezdi.

Anneciğim, belinden rahatsızdı. Hareket sıkıntısı çekerdi. Babam eve gelince, annem oturduğu yerden eşinin istirahati için pufu hemen ayağıyla iter, “Sabriciğim, uzat ayaklarını” derdi.

Babamın bir başka tabiatı da, evde ve işyerinde kılık kıyafet konusundaki hassasiyetiydi. Eve gelince iş kıyafetini değiştirir, rahat ev kıyafeti giyerdi. Bazı insanlar gibi, asla pijama giyip evde dolaşmazdı. Bir başka ifadeyle pijama, babamın yatak odası kıyafetiydi.

Yine kıyafetle ilgili bir başka tespitimi nakletmek istiyorum. Sevgili babam, gerek evde, gerekse işyerinde namaz kılarken, mutlaka pantolonunu değiştirir, her iki mekânda da özel namaz pantolonu giyerdi. Bunu da, şöyle izah ederdi: “Pantolonla bir kez namaz kılınırsa, buruşur.”

Murat Ülker: “Pazar günleri, babamla top oynardık.”

Ailenin en küçük evladı Murat Ülker ise, mutluluk içinde geçen çocukluk dönemini anlatırken, önce kendisine şu soruyu soruyor: “Acaba, kendimi, kaç yaşından beri biliyorum?”

Ülker, kendi kendini ve babasını tanıma olgusunu hafızasında canlandırdıktan sonra, çocukluk yıllarına ait hikayelerini anlatmaya başlıyor. Tabii, çocukluk yılları denilince, hatıra önce yemek, sonra oyun sahneleri gelir. Murat Ülker de, söze, ailece gittikleri, İstanbul’un o yıllardaki iki ünlü lokantasını anlatmakla başlıyor. Daha sonra, karnı doyunca babasıyla birlikte çayır-çimen üstünde yaptıkları futbol karşılaşmalarını naklediyor:

Türkçede, “Kendimi bildim bileli” diye bir deyim var. Düşündüm, acaba kendimi kaç yaşından beri biliyorum?.. Bir başka ifadeyle, hatırladığım mazimin başlangıç noktası neresidir?

Zaman geçtikçe, mazide yaşananlar da netliğini kaybetmeye başlıyor. Ama buna rağmen babam Sabri Bey’in bizlerle ilgilendiği günleri hiç unutamıyorum. Hafta arasında, özellikle hafta sonlarında Beyti Lokantası’na giderdik. Bu ünlü lokanta, benim çocukluk yıllarımda Küçükçekmece’deydi. Daha sonra, Florya’da, şimdiki yerine geçti.

Cumartesi günleri okul vardı. Pazar günleri ise evdeydik. Ama babam, o tatil gününde de fabrikaya gidecek olursa, beni de beraberinde götürürdü. Fabrikada, Balkanlar’dan gelmiş, göçmen bir bekçimiz, pazar nöbeti tutardı. Fabrikaya gideceğimizi kendisine telefonla haber verirdik. Bu bekçi, telefonu açınca, kendisini “Burada Niyazi” diye takdim ederdi. Bekçinin, benim yaşımda oğlu vardı. Bekçi Niyazi, benim fabrikaya gelişimi haber alınca, birlikte oynamamız için oğlunu da çağırırdı.

Babam, bitmez tükenmez işlerini yaparken biz de bekçinin oğlu Mehmet’le kapalı kasalı kamyonların içinde top oynardık. Bu tip kamyonlarda oynamak çok zevkli olurdu. Çünkü top, hiç auta gitmezdi. Haftanın son günü fabrika çalışmadığı için etraf bomboş olurdu. O sayede rahatlıkla kamyonların kasasına girebiliyor, bununla da yetinmiyor; tavalı bisküvi fırınlarında da oynuyorduk. Bu fırınların, ray üzerinde giden tava soğutma arabaları vardı. O arabalara biner, raylar üstünde eğlenirdik.

Pazar günleri, ailece Florya gezilerimiz de olurdu. Babam, bu geziler sırasında özellikle boş yeşillik alanlarda benimle top oynardı.

Babamın o günkü çalışma koşulları, eminim ki, bizlerin bugünkü çalışmasından çok daha ağırdı. Ona rağmen pazar günleri eve kapanıp kalmamamız için bizleri alır, piknik alanlarına taşırdı.

Yazın piknik sefasını özgürce sürerdik. Soğuk kış günlerinde ise, ailece Sirkeci’deki meşhur Konyalı Lokantası’na giderdik. Tabii bu gidişler de sadece pazar günü olurdu. Genellikle, balık yenilirdi.

Bizim evde pek balık pişirilmezdi. Bu da, komşularımızı balık kokusundan rahatsız etme endişesinden kaynaklanıyordu. Tabii, Konyalı’ya çoluk çocuk gidince, lokantanın düzenini bozar, masayı berbat ederdik. Yani biz çocukların Konyalı Lokantası’nda sicili kabarıktı, ama ertesi pazar yine de gidilirdi. Bütün bu hadiselere rağmen, babamın bize kızdığını hiç hatırlamıyorum.

"Babamla güreş tutardım, ama hep yenilirdim."

Murat Ülker, babasıyla hafta sonları yaptığı futbol maçlarıyla yetinmez, akşamları da evde güreşe tutuşurmuş. Her ne hikmetse, güreşin galibi, hep Sabri Bey olurmuş. Oğul Ülker, bu sonucu şöyle değerlendiriyor:

“Babam, gerçekçi bir kişiydi. Hakikat neyse, oydu” Şimdi yine, Murat Ülker’in çocukluk anıları ile baba-oğul güreşini, minder kenarından izlemeye koyulalım:

 

Ali ve Murat Ülker kardeşler, amcaları Asım Bey’in evinde...

 

Henüz ilkokul çağına gelmemiştim. Evde, halının üstünde babamla güreş tutmaya başladık. Ama kendisini bir türlü yenemezdim.

Zaman zaman annem babama kızar, “Yahu Sabri, bir kere yenilsen ne olur şu çocuğa...” derdi. Ama asla yenilmezdi. Çünkü gerçekçi bir kişiydi. Hakikat neyse, oydu.

Çocukken, bünyem çok zayıftı. Hem annem hem de babam beni doyurmak için çaba harcarlardı. Özellikle babam bana yemek yedirirken, fabrikadaki büyük kamyonların kapaklarını hatırlar, “Hadi oğlum, kamyon kapağı nasıl açılıyor, öyle ağzını aç” derdi. Açardım, babam da kaşığı uzatırdı. Babam beni, çikolata ve bisküviyle de beslerdi. Her zaman Ülker ürünleri olmaz, başka ürünlerden de getirirdi.

Babam, her ne kadar pazar günlerini bize tahsis etmeye çalışsa da, fevkalade durumlarda iş görüşmelerine gidecek olursa, genellikle beni de yanına alırdı.

“Surdışı” olarak anılan Topkapı Surları’nın dışı, bugünkü gibi yaygın bir yerleşim yeri değildi. Babam, Surdışı’na iş görüşmelerine giderken, ruhsatlı tabancasını kuşanırdı. Babamın görüşmeleri sırasında bazen yanında olur, bazen de arabanın içinde beklerdim.

Şimdi de, okula gidiş faslımı anlatmak istiyorum. İlkokulu, Oruç Gazi İlkokulu’nda okumaya başladım. Çocukları okula götürmek, babalara göre iş değildi. Beni, annem götürmüştü.

Okula başladıktan bir hafta sonra, ben, “Gitmiyorum” diye tutturdum. Beni ikna ettiler, gitmeye başladım, sonra da itiraz imkânım kalmadı.

İlkokul yıllarında erken yatardık. Televizyon seyretmezdik. Çünkü televizyon seyretmemiz halinde, “Çocuğun aklı kalır, ders çalışmaz” derlerdi. Bu arada babamın gece hayatı da yoktu. “Evde çocuğu bırakırsak, haksızlık ederiz. O ders çalışacak, biz gezeceğiz. Dolayısıyla bizim yokluğumuzda çocuk da ders çalışmaz” derdi.

Annem, babama “Sabri Bey” diye hitap eder, babam da Güzide’nin kısaltılmışı olan “Güzid” ismini kullanırdı. Annemin zaman zaman “Bey” dediği veya “Yahu” dediği de olurdu. Babamızın işten geç geldiği akşamlarda, kendisini sadece beş dakika görebilirdik. Daha sonra herkes odasına çekilirdi.

Evimizde hizmet edecek yardımcı bir hanım yoktu. Sofrayı kaldırırken herkes anneme yardım ederdi. Bu arada babam, bize şu uyarıyı yapardı: “Oğlum, kullandığınız eşyaları bir eksik kirletin. Anneniz yıkayacak, yorulacak...”

Kısacası babam, hem annemin hem de bizim üstümüze titrerdi.

“Sabah erkenden, babamla karşılıklı çalışırdık.”

Murat Ülker, ilkokula başladığı yıl, her çocuk gibi bir süre okula gitmemek için direnmiş; ama Güzide Hanım, anne-oğul arasındaki psikolojik iletişimi devreye sokup, onu bu eyleminden vazgeçirmiş.

Gün gelmiş, baba-oğul sabahın erken saatlerinde karşılıklı masaya oturup çalışmaya başlamış. Bu alışkanlık, dede Hacı İslam Efendi’den Sabri Bey’e, ondan da oğlu Murat’a geçmiş.

Murat, şafakla birlikte ders çalışmaya başlayan bir öğrenciymiş, ama akşamları haylazlık yapmaktan geri kalmaz, okuldan gelince zıplar, alt katta oturan amcası Asım Bey’in tavandaki avizelerini adeta dans ettirirmiş. Murat Ülker, anılarının bu bölümünde, çocukluk yıllarında oruç tutarken, karnını nasıl doyurduğunu da anlatıyor:

Çocukluk yıllarında babamın hoşgörülü tavrının benzerini amcam Asım Bey de sergilerdi. Fevkalade bir insandı. Bana, bir defa dahi kızdığını görmedim. Zaman zaman kendisine yanlış yaptığım olmuştur, ama bana kızdığını hiç hatırlamıyorum. Çocukluk yıllarımda amcam, ‘Şişir yanağını oğlum, öpeyim’ derdi. Ben de yanağımı şişirirdim, amcam öperdi.

Amcamlarla aynı apartmanda otururduk. Onlar, alt katımızdaydı. Bu alt kat-üst kat ayrımı da şöyle olmuştu. Amcam Asım Bey, babama, “Sabri, senin çocukların küçük. Bunlar yaramazlık yapar, alt katınızda oturan komşu da rahatsız olur. Onun için ben aşağıda oturayım, siz yukarıda...” demişti.

Evde sürekli zıplar, iyi bir şey yaptığımı zannederdim. Daha sonra aşağıya iner, “Amca, avize sallandı mı?” diye sorardım. Hem yengem hem de amcam, “Oğlum, zıplama, gürültü oluyor” demezlerdi. “Evet oğlum, sallandı, ne güzel yaptın” derlerdi her seferinde.

Amcamlarla adeta bir evde gibiydik. Her akşam babam fabrikadan gelince amcama uğrar, iki kardeş iş görüşmesi yapardı. Amcamlarda pişen yemekten tadımlık da olsa mutlaka bize de gelirdi. Ramazan’da, çocuk halimizle oruç tutardık. Bu arada yengemin çağrısı üzerine alt kata gider, iftarlık yemek alırdık. Ama oruçlu olduğumu unutur, alt kattan üst kata çıkarken yemeğin yarısını yerdim.

Babam, sabah erkenden kalkıp, bir süre fikri çalışma yapmanın yararlı olduğuna inanmıştı. Onun için kalkar, kareli ve zımbalı meşhur defterini çıkarır, o gün yapılacak bütün işlerini bu deftere yazardı. Ben de babamın yöntemini bir süre denedim, defter tuttum, fakat fazla devam ettiremedim.

Okul yıllarında babamın teşvikiyle ben de erken kalkmaya başladım. Baba-oğul erkenden ayaklanırdık. Babam kendisine kahve, bana da sütlü kahve yapardı. Sütlü kahve için, “Bunu içersen, zihnin daha da çabuk açılır” derdi. Diyebilirim ki, bü- tün tahsil hayatım boyunca sabah erkenden kalktım, bir iki saat çalışma yaptım. Akşamları da çalışıyorduk, ama günün yorgunluğunun üstüne o çalışma yeterli olmuyordu.

Gülizar Bayraktar: “Evde sobayı Sabri Bey yakardı.”

1949 yılının 20 Mayıs günü inşa edilen Güzide-Sabri Berksan aile yuvası, on yılda üç evlatla, huzur ve mutluluk yuvasına dönüşmüştü. Ailenin bir kız, iki de erkek evladı vardı. Bu arada Sabri Bey, sevgili kızı Ahsen’e bir “abla” gerektiğini düşündü. Bursalı bir ailenin kızı olan, henüz 13 yaşındaki Gülizar Bayraktar, artık Ahsen’in ablası olacaktı.

Gülizar, küçük yaşta annesini kaybetmişti. Üvey annesiyle yaşıyordu. Şefkate ihtiyacı vardı. Ama bulamamıştı...

İstanbul’daki Ülker Ailesi’nin şefkat yuvası, Gülizar’a kucak açtı. O yuvadaki anne, baba ve kardeşler, Gülizar’ı kendilerinden bir parça gibi göreceklerdi.

Öyle başladı, öyle de sürüyor...

Gülizar Bayraktar’ın dünden bugüne hatırladığı ve “Güzel şeyler...” dediği anılarını dinliyoruz:

Aslen Bursalıyım. Annemi, küçük yaşta kaybettim. Babam ve ağabeyimle birlikte yaşıyordum. Ancak, daha sonra babam evlendi, ağabeyim de İstanbul’a okumaya gitti. Üvey anneyle olmadı.

Bursa’dan geçici olarak ayrılıp, babaannemle birlikte ağabeyimin yanına İstanbul’a geldim. Bir süre sonra dönmem gerekiyordu. Henüz 13 yaşındaydım. Ağabeyim, durumuma üzülüyordu, ama benim sorumluluğumu da taşıyacak hali yoktu.

Nasıl oldu bilemiyorum, benim halim, Sabri Ülker’e yansıtılmış. Sabri Bey de, “Biz, Ahsen’in bir ablası olsun istiyoruz. Eğer arzu ederse bizimle kalsın” demiş. Bu durumu ağabeyimden öğrenince, çok heyecanlandım. Aileyle tanışmak için ziyaretlerine gittim. Kendileriyle ilk karşılaştığım anı hatırlıyorum. Onları görür görmez içim ısındı. Ahsen, çok küçüktü. Bir anda kardeşim gibi gördüm. Bize, kapı aralığından bakıyordu. Gü- zide Anne, beni şefkatle kabul etti. Bunun üzerine ağabeyime, “Bursa’ya dönmeyeceğim” dedim.

Artık, Sabri Bey’in ailesi, benim ailem olmuştu. O ailenin gerçek bir ferdiydim. Çünkü her zaman kendimi öyle gördüm. Onlar da sağ olsunlar, var olsunlar, hep öyle davrandılar. Sabri Bey de, Güzide Anne de, beni, kendi evlatlarından ayırt etmediler. Hatta Ahsenciğim, bazen günlerimizde, toplantılarımızda beni “ablam” diye takdim etmeye başladı.

İnsanlar, Ahsen’e “Siz kaç kardeşsiniz?” diye soruyor, o sırada ben de muhataplarımıza “Ahsen’in manevi ablasıyım” diyordum. Oysa Ahsen, beni ablası yerine koymuştu. Ağabeyimle konuşmadığımı, dertleşmediğimi, onunla dertleşmeye başlamıştım. Bir süre sonra Murat Bey de, ablası gibi bana sahip çıktı.

13 yaşında girdiğim o evde, çok huzurlu ve mutlu oldum. Bugün de hatırladığım her şey çok güzel. Herkes birbirine nezaketle davranırdı. Sabri Bey, evlatlarına çok düşkündü. Bu arada çok çalıştığını hatırlıyorum. Gerçekten çok çalışırdı, ama evine, ailesine zaman ayırmayı da ihmal etmezdi. Hatırlarım; sabahları herkesten önce kalkar, sobayı yakar, çayı koyar, sabah namazını kılar, ardından da hane halkını uyandırırdı.

Güzide Ülker, 1962 yılının Ağustos ayında çıktıkları Izmir seyahati sırasında
çocukları ve yardımcısı Gülizar Bayraktar’la birlikte Kültürpark havuz
başında anı fotoğrafı çektirdi.

Herkesin birbirine bağlılığı vardı. Öyle dışardan çok fazla kimseyle görüşülmezdi. Akşamları, sadece aile fertlerinin bir araya gelmesine dikkat edilirdi.

Sabri Bey’in, hafta sonlarında bizi arabasıyla gezdirdiğini hatırlıyorum. Böyle günlük gezilere çıkardık. Çok mutlu günlerdi. Evde de çalışırdı. Bizler gürültü etsek bile, bir kez olsun sesini yükselttiğini hatırlamıyorum. Çocuklar yaramazlık yapsa da bir şey demezdi. Mesela Ahsenciğim biraz hareketli çocuktu. Murat Bey ise, çok sakindi. Onun yaramazlık yaptığını hiç hatırlamıyorum.

Evlilik zamanım gelmişti. Önceleri evlenmeyi kabul etmedim. Sabri Bey beni karşısına aldı. Eşim olacak kişiyi araştırdığını, çok iyi bir intiba edindiğini söyledi. Sonra, “Sen, bizim kızımızsın. Gözümün önünde olacaksın. Ben, mutlu olacağına inanıyorum, ama yine de sen bilirsin” dedi.

Gerçekten Sabri Bey’in dediği gibi oldu. Zaten insanları, gözünden anlardı. Eşim, onun dediği gibi biri çıktı. Ölünceye kadar da mutlu bir hayatımız oldu.

Sabri Bey, evleneceğimiz sırada, beni karşısına alıp şu öğütte bulunmuştu:

“Gülizar, artık kendi evin oluyor. Bu evde ne öğrendiysen, kendi evinde de aynısını tatbik edeceksin. Olur olmaz kimselerle görüşmeyeceksin. Ailene ilişkin meseleleri, kimseyle konuşmayacaksın. Sırrını, hiç kimseye vermeyeceksin. Ancak, komşularını, arkadaşlarını çok iyi tanıdıktan sonra görüş. Eğer canın sıkılırsa bizim eve gel. Bir derdin varsa bizimle paylaş.”

Sabri Bey’in bu nasihatini aynen tuttum. Evlendikten sonra, hemen hemen neredeyse her gün işimi bitirip onlara gidiyordum. Hatta şoför gönderip beni aldırıyorlardı. Yani, evlendikten sonra da bir şey değişmedi. Hiç kopmadık...

Mutlu günlerimizdi. Ali’nin ölümü, büyük, ama çok büyük acıydı. O günü elbette unutmam. Evdeydim. Acı haberi Asım amca getirmişti. Ali’yi nasıl severdim, bilemezsiniz.

Hatırladıklarım sadece güzel şeyler...

Hâlâ da öyle devam ediyor.

Yıl 1959. Ahsen (arka sırada, soldan sağa üçüncü), Ali (önde, soldan sağa üçüncü) ve Murat Ülker (arkada sağda, kucakta) kardeşler, dost ve akraba çocuklarıyla birlikte...

 

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye