Büyük torunlar, dedelerinin elinde büyüdü küçük torunlar ise, dedeyi keşfe çalıştı.

Güzide ve Sabri Ülker çifti, 60 yılı aşan müşterek hayatları döneminde, üç evlat, altı torun sahibi oldular. Torunların hepsi erkek... Dört torun, hem büyükannelerinin, hem dedelerinin iyi günlerine yetiştiler. Küçük torunlar ise, o şansı elde edemedi...

Güzide ve Sabri Ülker çifti, 20 Mayıs 1949 Cuma günü İstanbul’daki Eminönü Evlendirme Dairesi’nde nikâh defterini imzalarken, kim bilir hangi duygular içindeydi...

Bir ömür boyu sürecek olan bu evlilik akdi, şüphesiz tatlı ve acı pek çok bilinmeyeni de içinde saklıyordu. Zaten, nikâh memuru da bu mesut çifte “iyi günde, kötü günde dayanışma” temennisinde bulunmuştu.

Ülker çifti, yaşamlarının sonuna kadar o dayanışmalarını sürdürdüler.

Önce üç evlat sahibi olmanın mutluluğuna kavuşup, ardından da bir evlatlarını kaybetmenin kederini yaşadılar.

“Devran, murad üzre dönmüyor”du. Ama Sabri Ülker’in bir hayat düsturu vardı:

“Gayretinin bittiği yerde, kaderin başlar...”

Ülkerlerin ilk evladı Ahsen Özokur, büyük aileye üç erkek torun armağan etti: Ali, Ömer ve Ahmet...

Torunların üçü de okudu. Sorumluluk bilinci içinde yetişti. Onunda ötesinde, her üç torun, Sabri Ülker’in torunu olmanın gururunu yüreklerinde taşımaya başladı.

Ailenin erkek evladı Murat Ülker de, büyük aileye üç erkek evlat kazandırdı. Bunlardan ikisi, “ikiz”di. Babaannelerinin ve dedelerinin son günlerine yetiştiler.

Onlar da, Ali, Ömer ve Ahmet ağabeyleri gibi, kendilerini “Biz kimiz?” diyerek sorgulamaya başladılar. Önce ailelerinden, sonra toplumdan Sabri Ülker’in torunu olduklarını öğrendiler. Hiç kimsenin etkisi altında kalmaksızın, “Sorumluluğumuzun bilincindeyiz” dediler. Şimdi, bu bilinçli gençleri izleyelim...

Ali Ülker: “Dedem Sabri Bey, adı gibi sabırlıdır”

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Sabri Ülker’in ilk torunu Ali Ülker, dedesiyle birlikte yaklaşık 43 yıl geçirdi. Bu süre içinde dedesiyle el ele fabrikaya gitti. Bisküvi üretilen tesiste, hem nefis ürünlerden yedi, hem top oynadı, hem de dedesinden iş yönetimini öğrendi.

Ali Ülker, anılarına, aile meclisini anlatarak başlıyor:

Fabrikada normal mesai 18.00 civarında biter, dedem de yaklaşık bir saat kadar işyerinde kaldıktan sonra, doğruca eve gelirdi. Çoluk çocuk aile fertleri, birlikte sofraya otururdu. Torunlarıyla yakından ilgilenir ve severdi. Bu sevgi, belki bizleri şımartacak derecede olmazdı, ama torunlarıyla çok ilgiliydi.

Sabri Bey, adı gibi çok sabreden bir insandı. Evin içinde bağırmaz, kızmaz ve yüksek sesle konuşmazdı. Paniklemezdi. Çok serinkanlıydı.

Sabri Bey’in zaman zaman öğle yemekleri için eve geldiği de olurdu. Ben de okula sabahları gittiğim için, öğle vakti evde dedemle karşılaşırdım. Bu öğle araları eve gelişler, belki de çok sevdiği kızı Ahsen Hanım’la bir saat de olsa birlikte bulunma arzusundan kaynaklanırdı.

Yemeklerden sonra bana, “Hadi Ali, çok dersin yoksa fabrikaya gidelim” derdi. Fabrika, aslında benim için çok iyi bir oyun sahasıydı. Dedem elimden tutar, fabrikaya götürür, orada birilerine emanet ederdi. Kimi zaman büroda bir daktiloyla oynar, kimi zaman da kamyonlara mal taşırdım. İşte, fabrikanın havasını bu dönemde solumaya başlamıştım. O tarihten itibaren fabrika havası, içime nüfuz etti. Bir bakıma, oryante oldum.

Sabri Bey, evde akşam yemeğiyle birlikte TRT’nin haber yayınlarını da muntazaman izlerdi. 80’li yıllarda henüz özel TV kanalları açılmadığı için, haberin kaynağı sadece TRT yayınlarıydı. Aktüaliteyi TV’nin yanı sıra, birkaç günlük gazete okuyarak takip ederdi.

Konu televizyondan açılmışken anlatayım; Sabri Bey akşamları TV’den milli maçları seyreder, hatta, gece yarısı saat 3’te kalkıp, TRT’de o yıllarda Muhammed Ali Clay’ın canlı yayınlanan boks maçlarını heyecanla izlerdi. Dedemin, bu maçlar için beni de yataktan kaldırdığını hatırlıyorum. Herhalde 5-6 yaşlarındaydım; maçlardan bir şey anlamazdım, ama herkes gibi bende seyrederdim.

Sabri Ülker’in ilk torunu olan Ali Ülker (sağda), aynı zamanda 9 yaşındayken hayata veda eden dayısının da ismini yaşatıyor.
Ali Ülker, iş hayatına Ülker Fabrikası’nda henüz çocuk yaştayken ıskarta toplayarak başlamış. Aradan 30 yıl geçtikten sonra, aynı ortamda görevini Yıldız Holding Başkan Yardımcısı olarak sürdürüyor. (Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

“Annem Ahsen Hanım denizi sevdiği için, dedem Boğaziçi’nde yalı almış”

Sabri Bey’in aile içindeki en önemli vasıflarından biri de, koruyan, kollayan ve babacan kişiliğiydi. Ailesi, onun için çok önemliydi. Aile fertleriyle birlikte “nitelikli zaman” geçirmek için fırsat kollardı.

Annem Ahsen Hanım’dan işitmiştim; dedem, yaz aylarında öğle vakti eve gelir ve kızını Yeşilköy, Florya taraflarına, denize götürürmüş. Annem denizi çok sevdiği için, dedem onu mutlu etmek amacıyla çeşitli vesileler oluştururmuş. Annemin bu deniz sevgisi, dedeme İstanbul Boğazı’nda, Vaniköy’de yalı aldırtmış. Çok iyi hatırlıyorum, Boğaz’daki bu ev alınırken, anneannem dedeme, şöyle bir serzenişte bulunmuştu:

“Sabri Bey, niye Göztepe taraflarından köşk alıp, orada oturmuyoruz?”

Aslında, dedemlerin Göztepe’de de evleri vardı. Ama dedem, kızı denizi çok sevdiği için, deniz kenarına yerleşmeyi tercih etmişti. Denizi ve yüzmeyi kendisi de çok severdi... Yaz aylarında genellikle balkonda oturur, derin derin denizi seyrederdi. Ancak, denizin kenarında oturmakla beraber, kendini öyle safahata, eğlenceye kaptırmış bir insan değildi.

Vaniköy’deki evimizde, ilerleyen yaşlarında işten döndüğü zaman, akşamları günün yorgunluğunu atmak için havuza girer, belli bir prensip dahilinde düz ve sırt üstü yüzerdi. Yani, su sporu yapardı.

“Dedem, Vaniköy’deki yalının balkonunda, aile meclisi toplantısı yapardı”

Dedemiz, aileyi bir arada tutmaya çok önem verirdi. Onun için aile fertlerinin birbirine çok yakın oturmasına imkân hazırlardı. Nitekim, Vaniköy’deki evimizde, dedemler orta katta, oğlu Murat Bey üst katta, Orhan Beyler, yani bizler ise, alt katta otururduk.

Özellikle pazar günleri öğleye doğru herkes kahvaltısını tamamladıktan sonra dedem balkona çıkar, hem aşağı, hem de yukarı doğru seslenirdi:

“Orhan Bey, işin yoksa uğra”

“Hadi oğlum, sen de gel...”

Kızı ile oğlunun ailesini balkonda toplayan Sabri Bey, hafta içinde yoğunluktan konuşulmayan ve aile içinde görüşülmesi gereken mevzuların yalıdaki balkonda tartışılması için ortam hazırlardı.

Dedem, pazar günleri mutat olarak yapılan balkon toplantılarına beni de çağırırdı. Bahçede oynarken, çok hoşuma gitmeyen bu toplantıya katılmak, benim için zor olurdu. Ama biliyorum ki konuşulanları dinlemek, orada hazır bulunmak için çağrılırdım. Henüz 13-14 yaşlarındaydım. O günlerde zorlamayla gittiğim oturumların, bugün faydasını gördüğümü açıkça söylemeliyim. O gün sıkıcı gelen bir hadise, aslında benim için çok gerekliymiş. Çünkü o toplantılarda karar verme mekanizmaları tartışılıyordu.

Sabri Bey, sağlıklı olduğu yıllarda tüm gayrimenkullerini annem Ahsen Hanım ile dayım Murat Bey’in üzerine ortak olarak yaptı.

Bu arada, “Sabri Bey daha çok çocukları için yaşıyor” dersek, yanlış olmaz kanaatindeyim. Çünkü çocuklarına aşırı bir düşkünlüğü vardı. Çocuklarının üzerine titreyen bir insandı, onlara değer veren bir insandı. Belki bu hassasiyette, Ali Dayımı çok erken yaşta kaybetmiş olmasının etkisi de vardır.

Dedem, aile içindeki önemli kararları herkesle paylaşırdı. Kızı Ahsen Hanım, aktif olarak iş hayatında bulunmadı, ama Sabri Bey, annemi her şeyden haberdar eder, onun fikirlerini alır, kendisinin de ortak kararlara katılmasını sağlardı.

“Sabri Bey, aile meclisinde, ‘Borçlarımızı ödeyemezsek, yalıyı satarız’ diyordu”

Konu, Vaniköy’deki yalıdan açılmışken, burada önemli olduğunu zannettiğim bir hatıramı da nakletmek istiyorum. Sabri Bey, minimum düzeyde risk alır, borçlanmayı hiç sevmezdi. Ancak, borcu varsa, ona da sadık bir insandı.

1990’lı yılların başında yatırımlarımız çok yoğun olduğu için finansal sıkıntılarımız baş göstermişti. Kolay değil, fabrikalarımızı tamamen yenilemiştik. İşte o dönemde Sabri Bey, anneannem, Ahsen Hanım, Murat Bey, Orhan Bey ve beni de dahil ederek, bir toplantı yaptı. Henüz 20’li yaşlarımdaydım. Bu bir “aile meclisi” toplantısıydı. Toplantıda, şu önemli konuşmayı yaptı:

“Evlatlarım, biliyorum, Boğaz’daki yalıyı çok seviyorsunuz. İşimiz para kazanırsa, her zaman böyle bir yere sahip olma imkânımız var. Ancak, işimizi kaybedersek, yalıyı da kaybederiz.”

Hepimiz Sabri Bey’i büyük bir dikkatle dinledik. Çocuklarından “Borçlarımızı ödemede sıkıntı çekersek, yalıyı satalım mı?” konusunda onay aldı. Aslında, kimseye sorması gerekmiyordu. Fakat yukarıda da izah ettiğim gibi, Sabri Bey evi, ailenin tüm fertleriyle ortaklaşa yönetiyordu.

“Dedem Sabri Bey’le yaşadığım ve unutamadığım anılar...”

Sabri Bey, beni fabrikada küçük yaşlarda çalıştırmaya başladı. Tabii bu, oyunla çalışma arasında bir şeydi. Ciddi bir sorumluluk vermemişti. Ama nasihatte bulunurken, şunları söylerdi:

“Besler fabrikasında küçük yaşta çalışmaya başladım. O yıllarda çok şey öğrendim. Özellikle işçi psikolojisi nedir, onun hakkında bir fikir sahibi oldum. Bu bana ileriki yıllarda büyük katkı sağladı. ”Şimdi, o dönemin anekdotlarını paylaşmak istiyorum:

İş hayatımın ilk yıllarında dedemin bana vermiş olduğu sorumluluklardan biri de, imalat tesisindeki görevimdi. Kuzenim Bülent Bey’le beraber tesisi gezer, yerlerden çokomel toplardık. Ayrıca, dedemin bana vermiş olduğu bloknota da fabrikada gördüğüm aksaklıkları not ederdim.

Hiç unutmuyorum, bir gün dedem o notları okumuş, ıskartalar konusunda tereddüde düşmüştü. Fabrika müdürünün belirlediği ıskarta miktarı ile benim tespit ettiğim ıskarta miktarı arasında fark vardı. Fabrika müdürü, kendi tespitinde ısrar ediyordu. Bunun üzerine Sabri Bey, ıskarta bölümüne gidiyor, tartım yaptırıyor, sonucunda da fabrika müdürünün beyanının yanlış olduğunu tespit ediyordu. Bu olaydan sonra fabrika müdürünün işine son verilmiş, ben de bu duruma neden olduğum için üzüntü duymuştum. Ancak, bu olay, benim için bir hayat dersi olmuştu.

Dedemle zaman zaman birlikte fabrikayı gezerdik. İşte bu gezilerden birisinde, bana aynen şunları söylemişti:

“Evladım Ali, fabrikadaki gerçek hayatı görmek istiyorsan, müdürleri koluna takıp gezersen veya içeri gireceğini haber verirsen, önceden herkes vaziyet alır. Fabrikaya, arka kapıdan gir, başka bir koridordan yürü, her zaman aynı yerde dolaşma.”

Dedem, iş hayatının ilk dönemlerinde mübalağasız üç ayda bir ayakkabı eskitirmiş. Ayakkabının önce altı delinir, daha sonra köselesi kalkarmış. Sultanhamam’a, Tahtakale’ye alışveriş için gittiği zaman devamlı koştururmuş. Bu yaşadığı anıları kendisinden de dinlemiştim. Bana, o günleri şöyle anlatmıştı:

“Perşembe Pazarı’nda, ben önde, kamyonet arkada, koşturur dururdum. Ben dükkânlardan malları alır, kapıya çıkartırdım, kamyonet de onları arkadan toplardı.”

Sabri Bey, zaman zaman bana okul hayatından da örnekler verirdi. Bunlardan birinde de, “Yatılı okurken, her gün pırasa yemeği yerdik. İşte bu yüzden, hayatımın bundan sonraki dönemlerinde pırasa yemeğinden hep uzak durdum” demişti.

Sabri Bey’in lüks düşkünlüğü ve herhangi bir marka tutkusu yoktu. Genelde Mercedes otomobil kullanırdı, fakat otomobillerini seçerken rengine çok dikkat ederdi. Göze batacak bir renk olmasını istemezdi.

İş hayatında da tevazu içindeydi. Fabrikada üç ayrı odası vardı. Bunlardan biri, günlük işlerde kullandığı, ancak iki kişinin oturabileceği bir odaydı. Dar oda seçmesinin sebebi de, gelecek konuklarının kendisini uzun süre işgal etmelerini istememekten kaynaklanırdı. Zamanı tasarruflu kullanmak isterdi. Bu odanın yan tarafında toplantı odası mevcuttu. Bir de yabancı konuklarını ağırlayacak üçüncü odası bulunurdu.

Sabri Bey’le zaman zaman benim kullandığım otomobille giderdik. Bir seferinde hiç unutmuyorum, otomobilin direksiyonunu tek elle idare ediyordum. Dedem, beni ikaz ederek, “Oğlum, direksiyonu her zaman çift elle tut. Tekerin önüne taş gelebilir veya teker çukura düşebilir. O zaman direksiyon hâkimiyetini kaybedersin. Bir de çok sürat yapmamanı tavsiye ederim” dedi.

Dedemin bu araba kullanma olayındaki hayata bakış felsefesi, kontrolü elden bırakmamak düşüncesinden kaynaklanıyordu.

Sabri Ülker’in torunu olma sorumluluğunu taşıyan ve bunu her ortamda ifade eden Ali Ülker ile eşi Fatma Ülker’in İbrahim, Meryem ve Zeynep adında üç evlatları bulunuyor.

Ömer Özokur: “Ülker’deki ilk görevim, temizlik işleri...”

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ömer Özokur, dedesi Sabri Ülker’le ilgili birbirinden ilginç anılarını anlatırken, “Henüz ilkokul sıralarındayken, yaz tatilinde dedemle birlikte fabrikaya gittim. Çalışmak istediğimi söyledim. Dedem beni imalat müdürüne teslim etti. Müdür bey de, ‘Ömer, eline şu paspası al, bu gördüğün yerleri temizle’ dedi. İş hayatıyla böyle tanıştım” diyor.

Çocuk yaşta Ülker Fabrikası’na sık sık giderek, hem çalışan, hemde gözlemlerde bulunan Ömer Özokur, iş yaşamından, evlilik hayatına kadar pek çok konuyu günümüze taşıyor.

Ömer Özokur’un güldüren ve düşündüren tespitleri şöyle:

Dedem Sabri Bey’in çalıştığı yıllarda, iş hayatına atılamadığım için bunu bir kayıp olarak değerlendirmek istiyorum.

Dedemle ilk iletişim kurduğum yıllarda, henüz ilkokul öğrencisiydim. Yaz tatilinde dedem elimden tutup, beni fabrikaya götürmüştü.

Bütün bir yılı okulda geçirdiğim için, tatil boyunca her çocuk gibi ben de oyun mekânları arıyordum. Oysa fabrikada, başka gerçeklerle karşılaştım. Hiç unutmuyorum, dedem bana aynen şunları söylemişti:

“Bak evladım Ömer, bizim her şeyimiz burası... Önce işimiz... Sonra evimiz...”

Henüz çocukluğumu yaşamama rağmen, hafızamda yer eden, ileriki yıllarda da üzerinde derin şekilde düşünmeme yol açacak bu ifadeler, doğrusu o dönemin şartlarında hiç de beklemediğim nasihatlerdi.

Aklımın olaylara ermeye başladığı dönemde, dedemin bu sözlerini tekrar düşünmeye yönelmiş, “Dedem niçin önce evim, sonra işim demiyor da, işine öncelik veriyor?” muhakemesini yapmıştım. Çünkü yeni yetme çağımda hayatı dedemden daha farklı şekilde yorumluyordum. Ailesine öncelik vermesi gerektiği kanaatindeydim. Ama dedemin o altın kuralının ilk cümlesi hafızamı zorluyordu:

“Burası bizim her şeyimiz...”

Dede Sabri Ülker, kundaktaki torunu Ömer Özokur’a istikbali gösterir gibiydi...
Ömer Özokur, dedesi Sabri Bey’e benzetilmekten çok mutlu...

Aradan zaman geçti, bugün yaşamakta olduğumuz düzeye ulaşabilmek için dedemin işini her şeyin önüne koyduğunu anladım ve büyük takdirle karşıladım.

Dedemle fabrikaya ilk gidişimizde, bana imalat bölümlerini gezdirmişti. Bu sırada, daima büyük bir iştahla yediğim bisküvilerin makinelerden nasıl çıktığını görmüştüm. Doğrusu bunları izlerken çok heyecanlanmıştım. Aynı dönemde, “Çubuk Kraker” üretim tesisinde gönüllü olarak bir hafta kadar görev yaptım. O görev sırasında epeyce kraker tükettim.

Fabrikadaki iş hayatını çok sevmiştim. Okul tatilimiz de devam ediyordu. Ya mahalledeki arkadaşlarımla oynayacak, ya da dedem Sabri Bey’in gölgesinde çalışacaktım. O gölgeyi tercih ettim...

“Dedem beni, fabrikada temizlik işlerine vererek, imtihan etmiş”

Yine bir gün dedeme, “Dedeciğim, beni fabrikaya götürür müsün?” dedim. O sevecen dedem, büyük bir ciddiyetle, “Çalışacak mısın?” diye sordu. Hiç tereddütsüz cevap verdim: “Evet dedeciğim, çalışmak istiyorum.”

Fabrikaya gittik. Dedem beni eliyle imalat müdürüne teslim etti. Heyecanla ve hayal içinde fabrikada alacağım ilk görevi beklerken, hiç ummadığım bir durumla karşılaştım. Müdür bey bana, “Ömer, eline şu paspası al ve bu gördüğün yerleri temizle” dedi. Kelimenin tam anlamıyla şok olmuştum. Ağrıma gitmişti. O çocuk halimle müdür beye tavır koymuş, “Ben işe buradan mı başlayacağım?” demiştim. Müdür beyin kararında bir değişiklik yoktu... Çalışmaya başladım. Ama fabrikada çıraklık dönemimin ilk günü elime faraş ve süpürge verilmesi olayını hayatım boyunca hiç unutamayacaktım.

İşe, temizlik işçisi konumunda başlamaya çok içerlemiştim. Bunun hesabını bir biçimde yapmalıydım. Tek sığınacak yerim dedemdi. Kim bilir, belki de müdür beyi, dedeme şikâyet etmeyi düşünmüştüm.

Evet, aynı günün akşamı dedemin yanına gittim. Başıma gelenleri anlattım. Dedem beni soğukkanlılıkla dinlemiş, hiç tepki vermemiş ve sadece şunları söylemişti:

“Yavrum Ömer, seni bu şekilde imtihan etmeyi uygun buldum. Çünkü herkes buralardan geçmeli...”

Doğrusu, dedemle konuştuktan sonra yatıştım. “Demek ki, dedemin haberi varmış” diyerek rahatladım. Bir yandan temizlik yapıyor, bir yandan da üretimin tüm birimlerinde ürünlerin hamurundan ambalajına, kolilenip plasiyer araçlarına verilmesine kadar her şeyi izliyor ve öğreniyordum.

Sabri Dedem bana, öğütlerini sıralarken, “İş hayatına atılmak isteyen herkes sıfırdan başlamalı” demişti. Ben de sıfırdan başladım. Yani, temizlik işçiliğinden... Bu arada kendi kendime bir görev daha üstlendim. Hem çalışıyor, hem de gözlemlerimi aynı günün akşamı dedeme rapor ediyordum; yani, kendimce gördüğüm aksaklıkları bildiriyordum. Dedem, bu bilgiler karşısında bana bir şey söylemiyordu, ama eminim ki benim yansıttığım konuları kendi yöntemleriyle takip ediyor, muhtemel aksaklıklar varsa, onların giderilmesini sağlıyordu.

Artık Ülker Fabrikası’nın bir mensubu olmuştum. Dedemin ve babamın iş hayatını takip ediyordum. Ama çocukluğun gereğini de yerine getirmekten geri kalmıyordum.

“Fabrikadan gelen yangın haberini, şaka zannedip, telefonu kapattım”

1990 yılında Ülker’in Topkapı fabrikasında büyük bir yangın çıktı. Hiç unutmuyorum, sabaha karşı telefonumuz çaldı. Fabrikanın güvenlik görevlisi, “Sabri Bey’le görüşmem lazım” dedi. Ben de kendisine, “Sabri Bey uyuyor” cevabını verdim. O tarihte Boğaz’daki evde oturuyorduk. Dedemler üst kattaydı.

Fabrika güvenlik görevlisine, Sabri Bey’in uyuduğunu söylemem üzerine, “Ama fabrikada yangın var” ikazını almıştım. Çocukluk yıllarımda haşarı bir dönemimi yaşadığım için telefondaki görevliye, “Şaka yapmayın, gecenin bu saatinde böyle şaka olur mu?” diyerek, işi geçiştirmeye çalışıyordum. Görevli, faciayı bana anlatamayacağını görünce, bu defa telefonla Murat Bey’i aramış. Bunun üzerine evimizde adeta alarm verilmişti. Sabri Bey, babam Orhan Bey, dayım Murat Bey ve Ali Ağabeyim’le birlikte gecenin kör karanlığında apar topar fabrikaya gittik. Ancak, Cumhuriyet Bayramı provası olduğu için yollar kesilmiş; itfaiye gelemedi.

Koskoca Ülker Fabrikası gözlerimizin önünde cayır cayır yanıyordu. Dedeme baktım, dimdik ve soğukkanlı halini koruyordu. On beş yaşındaydım. Benim, bizim geleceğimiz, gözümüzün önünde yanıyordu...

“Dede, ne olacak, ne yapacağız?” dedim. “Oğlum, Allah’ın takdiridir. Bundan, ibret almamız gerekir” dedi. Evet, bu olaydan ben de çok büyük ders aldım.

“Karnemdeki kırık notla oynadım, sonra bunu dedeme itiraf ettim”

Ortaokulu Eyüp Sultan Lisesi’nde okudum. Sınıf arkadaşlarım, ailemin durumuyla ilgili herhangi bir bilgi sahibi değildi. Ama bir süre sonra birkaç arkadaşım, dedemin Ülker firmasının sahibi olduğunu öğrenmişler, onlardan bir teklif aldım. “Ömer, Ülker Fabrikası’nı ziyaret edip, gezip görebilir miyiz?” dediler. Dedemden izin aldım, arkadaşlarımı fabrikaya götürdüm. Fabrikayı herkes merak ve heyecan içinde gezdi. Dedem, bizlerle ilgilendi, gönlümüzü aldı. Sonra, evlerimize dönerken, dedem arkadaşlarıma birer koli Ülker ürünü armağan etti. Doğrusu, dedemin bu jesti, beni çok onurlandırmıştı.

Dedemiz onca işine rağmen, bizlerin okul hayatıyla da yakından ilgiliydi. Hal ve gidişimizi izler, karnelerimiz gelince, bize iyi not karşılığında para ödülü verirdi. Ortaokul ikinci sınıftayken, karnemde kırık bir notum vardı. O karneyi bu haliyle eve götürmem mümkün değildi. Kırtasiyeciden Tipex alıp, kırık notu kapatmış, üzerine yüksek bir not yazmıştım. Tabii, Sabri Bey de karnedeki yüksek notumu görünce beni ödüllendirmişti.

Çocukluk bu ya, ödülümü aldıktan sonra, “Dede, seni kandırdım. Asıl notum bu değil. Kırık notu sildim, yerine şunu yazdım” diyerek, safiyane itirafta bulundum. Yani, yapmış olduğum yanlışı çocuk yaşta gizleme yoluna gitmemiş, bunu dedeme açıklama ihtiyacı hissetmiştim. Sabri Bey de, eminim ki olaya üzülmüş, ama itirafa içinden memnun olmuştu. Fakat bu itirafımı işitince, sitem etmişti.

“Vaniköy’de balıkçının yanına tezgâh açıp, ucuz bisküvi satmaya başladım”

Fabrikada yaz aylarında çalışmaya başlayışımın ikinci yılında eve koli koli bisküvi götürmüş, onları Vaniköy’deki evimizin önünde satmaya karar vermiştim. Boğaz’da balık tutan pek çok insan, evimizin çevresinde o balıkları satıyordu. Herhalde ben de bunu örnek almış olacağım ki, kapımızın önüne kolilerden bir tezgâh oluşturdum. Üzerine bisküvileri yerleştirdim ve satmaya başladım. Balıkçılar, “Taze balık...” diye bağırıyor, ben de, onlarla yarışırcasına, “Taze bisküvi...” diyordum. Tezgâhımda Biskremler, Pötibörler, Çokoprensler, Çubuklar ve daha neler neler vardı.

Rakiplerim, yaşını başını almış balıkçılardı. Çocuk halimle, onların satış yöntemlerini taklit ediyor, kendime müşteri çekmeye çalışıyordum. Bir yandan müşteri beklerken, bir yandan da balıkçıların fiyat politikasını izliyor, bisküvileri balıklardan daha ucuza satmak için fiyat kırıyordum.

Bir akşam vakti, dedem fabrikadan eve geldi. Beni kapının önünde bisküvi satarken görünce, “Hayırdır evladım, ne yapıyorsun?” diye sordu. Ardından dedemle aramızda şöyle bir diyalog geçti:

Ömer bu bisküvilerin parasını ödedin mi?

Hayır dedeciğim.

E peki, bu nasıl bir ticaret oluyor?

Bilmem dedeciğim. Fabrikadan getirdim, satıyorum.

Dedem, birkaç gün sonra beni alıp tekrar fabrikaya götürdü. Babam Orhan Bey’le birlikte bu meselenin hesabını görmeye başladı:

“Fabrikadan her kim koliyle bisküvi alırsa, onun bedeli buraya yatırılır. Ben de olsam, siz de olsanız, bu kural değişmez. Malın bedeli yatırılmadan, fabrikadan dışarı çıkarılması mümkün değildir.”

Dedemin bu sözleri, kelimenin tam anlamıyla kulağıma küpe olmuştu. Çocuk yaşta dedemden işittiğim bu kuralı, ileriki yıllarda hiçbir şekilde göz ardı etmeyecektim.

“19 yaşında evlenmeye kalkınca, dedem ‘Hayrola’ diyerek gülmüştü”

Şimdi gelelim benim için çok önemli olan hatıraya...

19 yaşındaydım. Bir gün “Dede, ben evlenmek istiyorum” dedim. “Oğlum, hayırdır, niye bu kadar erken?” cevabını aldım. Dedeme, “Evliliği, hayattaki en önemli adımlardan biri olarak görüyorum” deyince, dedem bana güldü, sonra da “Annen ve babanla bu meseleyi görüşeceğim” dedi. Ardından da, annem, dedem ve ben, üçümüz, bu konuyu görüşmek üzere bir araya geldik. Dedem, anneme “Kızım, bu çocuk evlenmek istiyor, hayırdır. Sen bu meseleyi biliyor musun?” dediği zaman, annem de, “Evet baba, biliyorum ve destekliyorum” cevabını vermişti.

Tabii, bu meseleyi annemle daha önce paylaşmıştım. İkinci paylaştığım kişi, dedem oluyordu. İş ilerledi, sıra kız istemeye geldi. Annem, babam, dedem, anneannem, dayım ve yengem hazırlandılar. Ben de arabayı hazırlamış, direksiyona geçmiş, heyecanla onları bekliyordum. Dedem beni bu halde görünce, “Ömer, sen kalıyorsun. Kız istemeye ailemizde gençler gitmez!” uyarısını yaptı. Oysa bu ziyaret, benim için çok önemliydi. Doğrusu, dedemin beni bu ziyarete götürmemesine fazlasıyla üzülmüştüm. Ardından dedem, bana bu meseleyi uzun uzun anlatırken, şunları söyledi:

“Oğlum Ömer, bu bir aile prensibidir. Kız isteme ziyaretine önce ailenin büyükleri gider.”

“Dayım Murat Bey’le otomotiv işine girdik, ama dedemden eleştiri aldık”

Ailemizde otomobil dünyasına karşı özel bir merak vardır. Bu merak, biraz da dayımız Murat Bey’den kaynaklanıyor. Murat Bey, 1995 yılının Haziran ayında Daewoo markalı otomobillerin Türkiye’ye getirilmesi için bir teşebbüste bulundu. Bu amaçla “Our Motor Company” adında bir şirket kuruldu. O tarihte henüz bekârdım. Söz konusu şirketin tepe yöneticisi oldum. Bu görevimiz iki yıl kadar sürdü. Ancak, firmayla birtakım problemler yaşanınca yollarımızı ayırdık.

Ailede otomotiv işini daha çok Murat Bey’le biz kendi aramızda konuşurduk. Bizim bu merakımız karşısında dedem, “Bu işi nereden buldunuz?” diye kızmıştı. Çünkü ailemizin iş alanı dışında ve yabancısı olduğumuz bir konuya merak sarmıştık.

Otomotiv, benim için vazgeçilmez bir sektör oldu. Bu sırada, karşımıza Assan Grubu çıktı. Onların Hyundai markalı ürünlerinin bayii olduk. Bu amaçla kurulan şirket, Topkapı’da Ülker fabrikasının tam karşısında faaliyet gösteriyordu. Ben de genel müdürlük yapıyordum. İşyerime daima erken gitmeye çalışırdım. Çünkü sürekli şekilde dedemin kontrolü altındaydık. Biliyorum ki, dedem, sürekli şu soruların cevabını arardı:

“Çocuklar evlerinden kaçta çıkıyor, kaçta dönüyor?”

“Yanlarında kimler var, kimlerle oturup, kalkarlar?”

İşte böylesine prensip sahibi olan dedem, bana bir nasihatinde, “Oğlum, dostunu doğru seç. Dostun, senin hayatında çok önemli bir kilometre taşı olabilir. Dost seçmek, iş ve eş seçmek kadar hassas bir konudur” demişti.

“Dedemle, Fenerbahçe-Beşiktaş derbisini hiç seyredemedim”

Dedem Sabri Bey’le birkaç defa Ankara’ya gittik. Esenboğa Havaalanı’nın yakınında bulunan fabrikamızı birlikte gezdik. O sırada Ülker basketbol takımı şampiyon olmuştu. Dedem bu başarı karşısında, henüz iki yıllık takımla ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmuştu:

“Bak Ömer, bu kadar kısa zamanda istenirse ne kadar çok iş yapılabiliyor, başarıya ulaşılabiliyor.”

Sporla ilgili bir başka anımı daha nakletmek istiyorum. Sanıyorum 1993 yılının sonunda, Nasaş basketbol takımı bizim grubun yönetimine geçmiş ve “Ülkerspor” adını almıştı.

Bu arada, takıma Amerikalı bir oyuncu transfer edildi. O oyuncu sayesinde Efes Pilsen’le yapılan maç kazanıldı. Ülkerspor basketbol takımı, bu başarıdan dolayı iyice motive oldu ve moralleri yükseldi. Bu başarıda büyük payı olan Amerikalı oyuncu, parayla ödüllendirildi. Ertesi gün de yeni bir maç vardı. Fakat, bir de ne görelim; Amerikalı sporcu, aldığı ödül parasıyla çekip gitmişti.

Durumu Sabri Bey’e ilettik. Şaşırmadı. Zaten insanla ilgili hiçbir şeye şaşırmazdı. “O Amerikalının peşine düşelim mi?” diye fikir yürütüldü, bu uğurda yapılacak masrafa değmeyeceği sonucuna varıldı. Bu olay, bize büyük ders oldu.

Söz spordan açılmışken, bir açıklama yapmak istiyorum. Fenerbahçeliyim. Dedem ise, Beşiktaş taraftarı. İşte bu konuda anlaşamıyoruz. Dedem, sağlıklı yıllarında futbol üzerine çok konuşur, hatta yorum dahi yapardı. Ama Beşiktaş-Fenerbahçe derbisini dedemle birlikte seyretmek, hiç nasip olmamıştı.

“Dedem Sabri Bey’e benzediğim söyleniyor; buna çok seviniyorum”

Şimdi, dedemle ilgili duygu ve düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Dedemiz, ailemizde bizim için çok büyük bir örnek. Kendisine karşı sevgi ve saygıyla doluyuz. Beyefendiliği, tevazuu ve hoşgörüsüne hayranız.

Dedemizin “Doğruyu ve iyiyi yapın” nasihatleriyle büyüdük. Sesini hiç yükselttiğini işitmedik. “İşinize sahip olun; işinizi hep siz kontrol edin, başkalarına kontrol ettirmeyin” uyarısını zihnimizden hiç silmedik.

Bir kız evladın baba sevgisini, babanın da kızına karşı şefkatini yine ailemizde gördük. Babamızdan, dedemizin örnek ve çalışkan bir kişi olduğunu öğrenerek yetiştik, son zamanlarda buna tanıklık da ettik.

Ailemizde simaen, sevgili dedem Sabri Bey’e benzediğim söylenir. Buna çok seviniyorum.

Manevi yönden de dedeme benzediğime inanıyor, bununla da huzur buluyorum. Ayrıca, Sabri Bey’in torunu olmanın büyük sorumluluğunu da taşıyorum.

Sabri Ülker’in henüz 19 yaşındayken evlenen ikinci torunu Ömer Özokur ile Beyhan Özokur’un bu izdivaçtan Ayşe Senem, Kerem ve Alanur adında üç evlatları dünyaya gelmiş.

Ahmet Özokur: “Dedem, bana hayatı fabrikada öğretti”

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Gıda ve İçecek Grubu Başkan Yardımcısı Ahmet Özokur; Ülker’in kurucusu, dedesi Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, “Dedem, gözleme çok önem verir, hayatın akışını bizzat izlerdi. Hileyi hurdayı kesinlikle affetmez, ‘Hayatta hiçbir şey sizin kitaplarda okuduğunuz gibi olmayacak’ derdi. 28 Şubat Süreci’nde moralimin bozuk olduğu bir gün, kendisine yaşanan olayları sorduğumda, ‘Biz bisküvi imal ediyoruz. Siyasetle, şununla bununla ilgimiz yok’ cevabını almıştım” diyor.

Ahmet Özokur’un, dedesi Sabri Ülker’le ilgili anıları şöyle:

Dedem Sabri Ülker Beyefendi’yle ortak hatıralarımızın başlangıç noktasını, halı üzerinde birlikte küçük küçük arabalarla oynamamız oluşturuyor. Bu sahne, hafızamda yer eden ilk kilometre taşı.

Aslında, dedemle hatıralar bakımından kendimi ailenin en şanssızlarından biri olarak tanımlarım. Çünkü dedemle, ilerleyen yaş döneminde bir arada olabildik. Daha sonra ise, hastalığı başladı...

Dedemle ilgili hatıraları daha çok Ali Ağabeyim’den ve Murat Dayım’dan dinliyorum. O dinlediklerimin hiçbirini şahsen müşahede edemedim. Çocukluk dönemimin bitişini takip eden yıllarda ise, yurtdışında öğrenim yapıyordum. Dolayısıyla, ailemden ve dedemden uzaktaydım.

Evet, dedem, çocukluk dönemimde zaman zaman benimle, halı kenarını yol yaptığımız bir alanda oyuncak araba yarışı yapardı. İşte o heyecan içinde birbirimize araba attığımız da olurdu. Bu sahneleri çok iyi hatırlıyorum. 

“Dedem Sabri Bey’in hayat tarzında, bir ‘zaman çizelgesi’ vardı”

Çocukluk dönemimizde, dedemle olan beraberliğimiz hep plan, program ve disiplin içinde geçti. Şüphesiz, bütün bu şartları oluşturan da dedemdi. Hayatını çok titiz bir şekilde planlayan dedemiz, bu kurallar içinde, belli bir zaman diliminde bizimle birlikte olurdu. Bizler de dedemizin günlük hayatındaki planlı düzeninde daima yerimiz olduğunu bilirdik.

Ahmet Özokur, dedesi Sabri Ülker’in kucağında.

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun kızı Sefure Davutoğlu ile hayatını birleştiren Ahmet Özokur’un düğün yemeğinden bir anı... Oturanlar (soldan sağa); Prof. Dr. Asaf Ataseven, Hüdai Yaramanoğlu ve Sabri Ülker. Ayaktakiler (soldan sağa); Ahmet Davutoğlu, Ahmet Özokur ve Orhan Özokur.

Dedemiz Sabri Bey’in tarif etmeye çalıştığım bu hayat tarzında, bir “zaman çizelgesi” vardı. O çizelgeyi harfiyen uygulardı. Mesela, cumartesi günleri ağabeyi Asım Amca’ya gider, onunla hasbihal ederdi. İşte o ziyaretin de vakti belliydi. Kısacası, dedemizin tüm ilişkilerinde zaman faktörü ön plandaydı.

Dedemle münasebetlerimiz faslında, küçük yaşta ailece gerçekleştirilen Umre ziyaretlerini de hatırlıyorum. Kendileri, bu ziyarete çok titizlenirdi. Umre ziyareti sırasında bizlerin elinden tutup, “Abdestinizi aldınız mı, namazınızı güzel kılıyor musunuz?” şeklinde hem teşvik, hem de imtihan edici sorular sorardı.

Dedem Sabri Bey, Suudi Arabistan’a ailece ibadete gittiği halde, biz torunlarının elinden tutup, market market, bakkal bakkal gezdirirdi. Yani dini ibadeti sırasında, iş hayatını da ihmal etmezdi.

Yine çocukluk hatıralarımdan bugüne gelen tespitlerimden biri de, dedemin, çeşitli vesilelerle karşılaştığı, tanıdığı veya tanımadığı insanlarla sürekli diyalog kurmasıdır.

Dedem, hiperaktifti. Yani, bir yerde uzun süre oturma alışkanlığı yoktu. O yüzden insanlarla sürekli konuşup, interaktif bir ortam oluşturur, bizleri de o ortamın içine çekerdi.

Umre seyahatlerinden hatırımda kalan bir isim vardı: Abdul Wahap Al-Bunnia. Dedem, Kutsal Topraklar’a yaptığı bir ziyareti sırasında Iraklı olduğunu öğrendiğim Abdul Wahap Bey’le karşılaşmış ve kendisiyle uzun uzun konuşmuştu.

“Dedemin bana ilk ve tek hediyesi, dört tekerlekli bisikletti”

İlkokul yıllarında ise, karnemi aldıktan sonra sevinçle dedeme gidip göstermek isterdim, ama günlük yoğun iş akışı içinde kendisine ulaşmamız mümkün olmazdı. Tabii karne notlarından sonra dedemden bir ödül bekler miydim, bilemiyorum... Ama bilhassa dini bayramlarda ve özel durumlarda bize mendil arasında para verirdi. Bu parayı verirken de, nereye harcamamız gerektiğine dair şifreyi de açıklardı. Ama kendisinin bizlerle birlikte çarşıya çıkıp, hediye almaya pek vakti yoktu.

Dedemin bayramlıkları çok iyiydi. Yani, dedemden, annemin ve babamın vermiş olduğu harçlıkların çok üstünde bir harçlık alırdık. Piyasadaki en büyük banknot ne ise, dedem onu verirdi.

Yeri gelmişken, dedemin bana hediye olarak almış olduğu dört tekerlekli bisikletimi anlatmak istiyorum. Özellikle belirteyim; dedemden hiç, “Dede bana şunu al” şeklinde bir dileğim olmadı. Ama biliyorum ki kendisi, istememizi veya söylememizi beklerdi. Benden bir talep gelmeyince, dedem bir gün bana bisiklet alacağını söyledi. Fındıkzade’de bisikletçi dükkânlarının bulunduğu Haşim İşcan Geçidi’nde dört tekerlekli bir bisiklet varmış.

Dedem, o geçitten gidiş gelişlerinde bisikleti görmüş. Adeta masa büyüklüğünde, otomobil gibi bir bisiklet... Dört tekerleği, hatta direksiyonu dahi vardı. Pedallıydı. Ancak pedallar zor çevriliyordu. Demir profilden yapılan bisikleti görmeye gittik. Dedem, “Bak Ahmet, ben bunu beğendim, sana alalım” dedi. Çok mutlu oldum. Turuncu renkli, ama hafif paslıydı. Her şeye rağmen benim çok hoşuma gitmişti. Kısacası, bu bisiklet, dedemin bana aldığı ilk ve tek hediye olacaktı. Zaten biz de bu konuda bir beklenti içinde değildik.

Ama o zaman arkadaşlarımın tavrına bakardım da, hemen hepsinin, dedelerinden hediye beklentisi vardı. Oysa biz öyle büyümedik. Dedemizden ne bekleneceğinin bilincindeydik. Yani, dedemle beraber olduğumuz zaman, bize hikâye veya masal anlatacağını bilirdik. Bu hikâyeler daha çok bisküvi ve çikolata üzerineydi. Ayrıca, kendi hayatından bazı anekdotları da bize naklederdi.

“Yaz tatillerinde fabrika sahasını çocuk bahçesi gibi kullandık”

Çocukluğumun ilk dönemlerinde hayli zayıfmışım. Dedemde, bu durumuma üzülür, annemi uyarırmış. Uyarırken de, “Ahsen,bu çocuğa yedirmiyorsun. Görenler, ‘Koskoca Ülker’in torunu zafiyet geçirecek, çocuğun haline bak’ derler” tembihatında bulunurmuş.

Şu kadarını hatırlıyorum; dedem, benim için, “Bu çocuk, bisküvi, çikolata ve şekerlemenin arasında büyüyor, ama hâlâ zayıf” derdi. Bütün bu uyarılara rağmen, ben hiç bisküvi yemezdim. O dönemlerde “Finger Bisküvi”ler, “Pötibör”ler, “Sandviç Bisküviler” vardı. Ama yememekte ısrarlıydım. Elime aldığım bu ürünleri laf olsun diye kemiriyordum. Dedem bakmış, olacak gibi değil, bir gün bana, “Ahmet, gel sana bizim zamanımızın bisküvisini yapayım” demişti. Ben de çok merak ettim. Dedem, iki pötibör bisküvi arasına lokum koymuştu. Dedemin bu ikramından sonra, artık lokumlu bisküvi yemeye başladım.

Bisküviden söz açılmışken, aile büyüklerimizden dinlediklerimi aktarayım. Bisküvi, eskiden teneke kutularda satılırmış. Kiloyla satın alınan lokumlar da bisküvi arasında sandviç yapılırmış.

Ülker fabrikasıyla tanışmam ise, ilkokul yıllarında oldu. Herhalde dördüncü veya beşinci sınıftaydım. Bir apartman dairesinde oturuyorduk. Okul saatleri dışında sokağa çıkmak isterdik. Ancak aile, kontrollü bir alanda oynamamızı arzu ederdi. Biz de fabrika alanını çocuk bahçesi gibi kullanırdık. Çalışan pek çok kişinin çocukları da bizim gibi fabrika sahasına gelirlerdi. Özellikle yaz tatillerinde fabrikaya gitmemiz mecburi olmuştu. Ortaokula geldiğim zaman, dedemden, “Haydi fabrikaya git” talimatı almaya başlamıştım.

“Fabrikada iş çarkının içine girince, hem ıskarta topladım, hem de müfettişlik yaptım”

Oyun oynama devresini tamamladıktan sonra, dedem beni fabrikanın iş çarkına yönlendirdi. O dönemde, biraz kilo almıştım. Çünkü dedemin teşvikiyle bir süreden beri lokumlu bisküviyle besleniyordum. Zaman içinde lezzet tarafım da gelişmiş olacak ki, dedem bana bir ürünü uzatarak, “Şunu tat bakalım”der, daha sonra kalite kontrole götürmemi söylerdi. Ben de o ürünü laboratuvara götürür, teslim ederdim.

Fabrikada Galip Usta isimli deneyimli bir eleman vardı. Allah rahmet eylesin, Galip Usta’nın yanında adeta stajyer gibiydim. Dedem, beni Galip Usta’nın yanına katardı. Usta, fabrikayı köşe bucak gezer, ıskarta ürünleri ayırır, ben de kendisini gözlemlerdim. Fabrikada üç bidon vardı. Bunlardan bir tanesine gıda ıskartası, bir tanesine ambalaj ıskartası, sonuncusuna da karışık, yani ayıramadıkları ürün ıskartası konulurdu.

Galip Usta, fabrikayı çok iyi bilirdi. Ben de, onun yanında dolaşır, zaman zaman ıskarta toplardım. Fabrikada kaybolmuşluğum da vardı. Dedemin, beni fabrikada meşgul etmesinin asıl amacı, hayatı öğrenmem, bu arada çalışanları gözlemleyerek bilgi edinmemdi.

Ortaokul yıllarında fabrikada iş hayatını öğrenirken, dedemin sürekli imtihanına muhatap olurdum. Genellikle işten eve giderken bana, “Bugün ne yaptın, anlat bakalım” diye sormaya başlar, ben de “Dedeciğim, bugün pötibör hattını gezdim. Mikserlerin üzerinde hamur kalıntısı gördüm” şeklinde adeta müfettiş bilgileri verirdim. Bu, dedeme vermiş olduğum en önemli gözlem raporlarından birisi olacak ki, ertesi gün dedem olaya müdahale etmiş, eline aldığı spatulayla mikserin üzerinde kurumuş olan hamuru kazırken, çalışanları da uyarmıştı.

Bu olaydan sonra, anladım ki, dedem, gözlemciliğe çok önem veriyor, hayatın akışını bizzat izliyordu. Kendisi, mühendis kökenli olmamasına rağmen, fabrikanın her şeyini bir mühendisten çok daha iyi biliyordu. Çünkü bu işe imkânsızlıklarla başlamış, ama mühendislik harikası bir eseri ortaya çıkarmıştı.

Dedemin fabrikada yoğun çalışma temposu içindeki çabalarıyla ilgili gözlemlerime gelince... Ağabeylerim, dedemin fabrikanın ilk kurulduğu zaman çok çalıştığını, o dönemde sert mizaç sergilediğini söyler. Evet, dedemin bazı sert mizaçlı taraflarını ben de hatırlıyorum.

Sabri Bey, yalan söylemeyi, hile hurdayı kesinlikle affetmezdi. Bu konuda çok katıydı. Bütün bunlara rağmen, bize karşı yumuşaktı. Küçükken pek çok hata yapıyorduk, onları toleransla karşılardı. Sonuç olarak, kızgınlık anı, sadece iş alanında kendisini gösterirdi. Zaman zaman çalışanlara, “Ne yapıyorsunuz, nerede kaldınız, dalga mı geçiyorsunuz?” gibi uyarıcı sorular yöneltirdi.

“İş saatinde eve gelince, dedemden uyarı aldım”

Öğrenim için yurtdışında olduğum yıllarda bir öğle vakti Londra’dan İstanbul’a gelmiştim. Tamamen eve çekilmeden önce, zaman zaman işe giden dedemi evde ziyaret gittim, elini öptüm. Bana, saatini gösterdi, “Ahmet, bu saatte sen burada ne yapıyorsun?” dedi. Ben de, kendilerine “Dedeciğim, sizi ziyarete geldim” cevabını verdim. Ama dedem, o cevapla tatmin olmamış, bana şu nazik uyarıyı yapmıştı: “Bize bir şey olmuyor, akşam da buradayız...”

Bir başka gün, aynı hatayı tekrarladım. Gündüz saatlerinde, 11’de yine dedemi ziyarete gittim. Aynı tepkiyi verdi: “Bak Ahmet, saat 11’de beni ziyaret ediyorsun. Ben, akşam da buradayım. Evde oturuyorum. Akşam da gelebilirsin. Günün ortasında gelmene gerek yok. Git ve çalış...”

Yurtdışında öğrenim gördüğüm dönemlerde, dedemin bana sık sık tekrarladığı şu talimatı olurdu: “Ahmet, fırsat buldukça marketleri gez, oradan numune ürünler getir.” Ben de dedemin o öğüdünü hiç unutmazdım. Ama bana yüklemiş olduğu bu görev, o yıllarda zor bir imtihan gibi gelirdi.

“Kurban Bayramı’nın ailemizde özel bir yeri var”

Dini bayramların aile hayatımızdaki yerine gelince... Bizde özellikle Kurban Bayramı ailece kutlanır. Eğer Hacca gidilmiyorsa, çok büyük bir mazeret olmadığı takdirde, ailenin tüm fertleri bir ve beraber olur. Dedem, bayram namazı sonrası fabrikaya giderek, orada görev yapanlarla bayramlaşırdı. Ardından da depolara girer ve son durumu gözüyle görürdü.

Sabri Bey, kâğıt üzerinde gördüğü bilgilerden çok, gözüyle gördüğüne inanırdı, gözüyle gördüğünü severdi. Rahatsızlığının başladığı ilk dönemlerde bilgisayar sistemleri devreye girmiş, raporlar muntazam bir şekilde hazırlanıp kendisine sunulmuştu. Ancak, dedem, yine de depoları gözüyle görmek ister, çünkü böylesi daha çok hoşuna giderdi.

Kurbanlar, fabrika sahasında kesilir, ciğerler şoförlerin evinde pişirilir, herkesle birlikte sofraya oturulurdu. Kurban etlerinin şoförlerin evinde pişirilmesine gelince... Fabrikanın belirli bir bölümünde şoförler için evler yapılmıştı. Dedem, pişen ilk kurban etlerini şoförlerin evinde, onların terasında yemeyi özellikle arzu ederdi. Kurbanlar kesilir, pişirilir ve yenilir, ama bunun bir öncesi var. O da, kurban satın almak... Dedem, kurban satın almak için babam, dayım ve Ali Ağabeyim’le birlikte hayvan pazarına giderdi. Benim yaşım küçük olduğu için, alım heyetine dahil edilmez, ama, bu sahneleri büyüklerimden dinlerdim.

Tüm aile fertleri için birer küçükbaş hayvan kesilirdi. Bu arada, yine aile fertlerinden Allah’ın rahmetine kavuşmuş olanlar için de kurban kesimi yapılırdı. Evlere, kurban etinden çok az bir kısmı alınır, tamamına yakını ise, parçalara ayrılıp paketlendikten sonra, şoförler vasıtasıyla ihtiyaç sahiplerine ve fukaralara, garibanlara dağıtılırdı.

Yine o günlerden hatırımda kalan bir sahneyi anlatmak istiyorum. Dedem, bana da kurban kestirmişti. Ancak, kesim sırasında bütün dikkatini bizlere yöneltir, zaman zaman “Dikkat et, deriyi kesiyorsun” diye müdahalede bulunurdu.

“Dedem, erken yaşta dini eğitim almamızı, sonra modern ilme yönelmemizi isterdi”

Şimdi biraz da eğitimim ve öğrenimimden söz etmek istiyorum. Önce, aldığım dini eğitimi anlatayım.

Ailemizde en fazla İslami eğitimi benim aldığım söylenir. Bunu dedem sağlamış. Şimdi bunun oluşma şeklini nakledeyim. Dedem, İzmir’de bir vaaz dinlerken, “Kimin üç erkek evladı olup da, birini ilim yoluna adamazsa, onun vay haline...” hadis-i şerifini işitmiş. Bu hadisten çok etkilenmiş. Ardından da “Hakikaten, benim üç erkek torunum var. Bunlardan ikisi çalışsa, biride ilim yapsa, iyi olur” demiş ve bu düşüncesini annemle paylaşmış.

Aile, ilimde takip edeceğim yolu belirledi. Beni önce rahmetli Mahmut Bayram Hoca’ya gönderdiler. Kızıl Minareli Camii’nin hocası... Önce Mahmut Hoca’da Elifba ve Kur’an eğitimi almaya başladım. Ardından da, Nurettin Hoca’dan daha derin ilim aldım. Dedem, o yıllarda bana “Ahmet, sen ilim adamı olacaksın” derdi. Zaman zaman beni kucağına alır, adeta ninni söyler gibi, “İnşallah bu da benim âlim torunum olacak” temennisinde bulunurdu.

Dini eğitimim aşağı yukarı ilkokul dördüncü sınıfta başladı, lise birinci sınıfta tamamlandı. Bu dönemi dedem de her gün uzaktan takip ederdi.

Ailemiz, çok iyi eğitim veren okullarda öğrenim görmemizi isterdi. Dedemin arzusu da, erken yaşta dini eğitimi alıp, daha sonra modern ilme yönelmemdi. Aslında dedem, “örgün eğitim” dediğimiz okul eğitimine ve öğretimine çok fazla bir hassasiyetle yaklaşmazdı. Onun için, hayat tecrübesi daha kıymetliydi. Kim bilir iş hayatında, işe yaramayan nice diplomalı insan görmüştü.

Dedem, “Hayatta hiçbir şey, sizin kitaplarda okuduğunuz gibi olmayacak” derdi. Nitekim, bugün dedemin söylediklerini birebir yaşıyorum. İyi okullarda okudum. Birçok iyi yerlere girip çıktım, iyi bir eğitim aldım, ama dönüp geliyorum, hakikaten bu bilgilerin hiçbirisi gerçek hayatta işlemiyor.

Yüksek tahsilimin bir kısmını Amerika Birleşik Devletleri’nde, bir kısmını da İngiltere’de yaptım. Aslında dedem, Amerika’ya gitmemi çok fazla istememişti. Çünkü bizim aile, korumacılık anlamında çok muhafazakârdır. Mesela dedem, şoförler ile yakın çevrede ve evde çalışan insanlar konusunda çok hassastır. Çok fazla tanımadığı yabancı insanları çevresinde istemezdi. İşte bu yüzden dedemin yanına giren bir personel, uzun yıllar kendisiyle çalışırdı. Tüm özelliklerini bildiği insanlarla beraber olmayı severdi. Dedemin bu tabiatından dolayı benim de gözlerden ırak yurtdışında okumam pek istenmezdi. Ama son jenerasyon olduğum için biraz daha nazım geçiyordu. O yüzden yurtdışına gidebildim.

“Dedem, 28 Şubat Süreci’nde, ‘Siyasetle ilgimiz yok; biz bisküviciyiz’ demişti”

Şimdi, biraz da 28 Şubat Süreci’nde yaşadıklarımızı anlatmak istiyorum. Biz, o dönemde aile olarak, firma olarak çok etkilendik. 28 Şubat Süreci’nin yaşandığı yıl, yani 1997’de lise son sınıf öğrencisiydim. Üniversiteye gitmek üzereydim. Delikanlıydım. O dönemde, çeşitli kişiler ve firmalarla ilgili listeler yayımlanmıştı. Bu firmalar arasında Ülker de vardı. Ülker ürünlerinin askeri kantinlere alınmadığı söyleniyordu. Moralim çok bozuktu.

Bu olaylar üzerine dedemin yanına giderek, “Dedeciğim, biz ne yapacağız, ne olacak? Buradan gidecek miyiz?” diye ağlamaklı bir şekilde konuşmuştum. “Pılımızı pırtımızı toplayarak, bu memleketten gideceğiz herhalde” gibi bir psikolojiye kapılmıştım. Dedem, bu halimi görünce, bana aynen şunları söyledi:

“Oğlum, bak, biz bisküvi yapıyoruz. Bisküvinin rengi bellidir. Çok pişirirsen biraz koyu kahverengi gibi olur, az pişirirsen de açık kahverengi. Bisküvinin rengi bu.”

Dedem, beni teselli etmek için konuşmasını şöyle sürdürmüştü:

“Biz, sonuçta bisküvi imal ediyoruz. Bizim, siyasetle, şununla bununla ilgimiz yok.”

“Sabri Bey’in torunu olmak, büyük sorumluluk istiyor”

Hep söylemişimdir, bizde aile ve iş hayatı iç içe gibi görünür. Evin hanımları da bu kurala hem harfiyen uyarlar, hem de saygı duyarlar. Bu, Sabri Bey’in oluşturduğu bir aile normudur. Bugün, bizim jenerasyonumuzda da eşlerimiz buna ayak uydurmuştur. Hiç unutmuyorum, ilk evlendiğimiz günlerde dedem, eşime, “Bak kızım, bunlar çok çalışırlar. Sen sabırlı ol” uyarısını yapmıştı. Dedemin rahatsızlığının başladığı dönemde, erken saatlerde arabasına zar zor binip işe gitmesi, eşimi çok etkilemişti. Pencereden bakar, “Dede, nereye gidiyor?” diye sorardı. Ben de “İşe gidiyor” cevabını verirdim. Eşim, dedemin koyduğu normu, bizzat dedemin yaşantısından gördü ve benimsedi.

Sabri Ülker’in üçüncü torunu Ahmet Özokur ve Sefure Özokur çiftinin ilk evlatları Yusuf İhsan’dan sonra Nur Vera da 2012 yılında dünyaya geldi ve büyük ailenin en genç ferdi oldu.

Yahya Ülker: “Dedem gibi işe Eminönü’nde başladım”

Betül-Murat Ülker çiftinin üç evladı var. Üçü de erkek. Yahya, 1 Şubat 1993’te dünyaya gelmiş; ikiz olan Mustafa ve Fatih ise 2000 yılının 19 Nisan günü... Yahya Ülker, Koç Üniversitesi’nde ekonomi-işletme tahsili yapıyor. Mustafa ve Fatih Ülker ise, öğrenimlerini Bilfen Üsküdar Fen Lisesi’nde sürdürüyor.

Üç kardeş de, Sabri Ülker’in torunu olmakla övünüyor. Ağabey Yahya’nın yanı sıra, Mustafa ve Fatih de, “Böyle ünlü bir kişinin torunu olmak, bize ciddi bir sorumluluk yüklüyor” diyorlar.

Şimdi, sırasıyla Yahya, Mustafa ve Fatih Ülker’in, dedeleri Sabri Ülker’le ilgili düşüncelerini alalım:

1 Şubat 1993’te İstanbul’da doğdum. İlkokulu Anafen Okulu’nda, liseyi ise Üsküdar Fen Lisesi’nde okudum. Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim.

Dedem Sabri Bey’i, 4-5 yaşlarındayken tanımaya başladım. O dönemde sağlıklı görünüyordu. Ama bende, yaşlı bir kişi fotoğrafı da oluşturmuştu.

Dedem, ilerleyen yıllarda, baston kullanmaya başladı. Bu sırada, kendisiyle birlikte fabrikaya giderdik. Bu gidiş gelişlerimizde, dedeme yardımcı olurdum. Ayrıca, uzun uzun sohbet etme imkânı elde ederdim.

Aslında fabrikaya, ilk defa babam götürmüştü. O zaman dedemin odasını gördüm. Dedemin odası, ofis değil, adeta ikinci bir ev gibiydi. Makam odasının yanı sıra, hemen yanı başında toplantı ve istirahat odası vardı. Dedemin tüm günlerini yüksek tempolu bir çalışmayla geçirdiği bu oda, özel kalem müdürünün odasıyla bağlantılı, iç içeydi. Böylece, rahatlıkla işlerini halledebiliyorlardı. Ofisin tarzına, şekline hayran kalmıştım.

Dedem, işleri babama devrettikten sonra eve çekildi. Bu defa, evi, ofise döndü. Her gün Özel Kalem Müdürü Adem Bey [Sezer] ve yanında birkaç kişi gelir, dedeme, fabrikada neler olduğunu anlatırlardı. Ama dedem bu durumdan mutluluk duymuyor, rahatsız oluyordu. Dedem, sık sık büyükannem Güzide Hanım’a “Beni, niçin burada oturtuyorsunuz?” diye sitem ederdi. Tabii o kadar senelik yoğun çalışma temposundan sonra evde oturmak ona zor geliyordu; ama sağlığı artık işe gitmesine izin vermiyordu.

“Dedem 84 yaşındayken, ansızın havuza atlamıştı”

2004 yılında, 11 yaşıma gelmiştim. Dedemle birlikte Vaniköy’deki evin bahçesinde geziniyor, spor hocasını bekliyorduk. Hoca, her gün gelir, dedeme egzersiz yaptırırdı. Fakat o gün, malum, sahil trafiğine takılınca, gelmesi de gecikti. 84 yaşındaki tez canlı dedem ise, spor hocasını bekleyemedi ve “Bir şey olmaz” diyerek havuza atladı. Dedemin peşinden de, evin şoförü Yasin Ağabey elbiseleriyle havuza daldı. Ben de onların peşinden atlamak mecburiyetinde kaldım. Çünkü dedemi değil, ama yüzme bilmeyen Yasin’i kurtarmaya çalışacaktım. Dedem, onca yaşına rağmen çok iyi yüzüyordu; doğrusu şaşırmıştım. Tüm bunlar olurken, dedemi her zaman balkondan izleyen büyükannem, ev halkı ve gecikerek gelen spor hocası, heyecan içinde havuzun çevresinde toplandı. Daha sonra dedemle birlikte bizlerde havuzdan çıktık. Bu heyecan verici su sporu da kazasız belasız tamamlanmıştı.

Sabri Ülker, sevgili torunları Mustafa, Yahya ve Fatih’le birlikte.

Dede Sabri Ülker ile torun Yahya Ülker’in mutlu ve huzurlu bir anı...

“Sabri Ülker’in torunu olmanın gururunu ve mutluluğunu yakaladım”

Çocukken, doğrusu, Ülker’in ne olduğunu bilmiyordum. Bu ismi, sadece soyadımız ve dedemin imal ettiği bisküvi ile çikolatanın adı olarak biliyordum. Ancak, firma hakkında hiçbir bilgim ve fikrim yoktu. Aradan yıllar geçtikten sonra, taşlar yerine oturmaya başladı. İşte o andan itibaren, Sabri Ülker’in torunu olmanın mutluluğunu ve gururunu yakaladım.

Aslında “Ülker” adına içeriden bakınca, fabrikada, makinelerin bir ucundan hamurun girdiğini, diğer ucundan bisküvinin çıktığını görüyorsunuz. Ancak, bu işlere, yıl bazında bakarsanız, karşınıza yüzbinlerce ton ürün çıkıyor.

Çocukluk yıllarımda, bir tek bisküvi bile benim için dünyalara bedeldi. Bu gıda maddesini sadece iştahla yenildiği için seviyordum. Zamanla, Ülker hakkında çok fazla bilgiler edindim. Bu durum, bazı sorumluluklarımın da olduğunu fark etmemi sağladı.

Hemen, iş hayatına atılmak istedim. Sürekli ofise gitme hevesine kapıldım. Sonra, Eminönü’nde bir kahveci dükkânında çalışmaya başladım. Kaderin cilvesine bakınız; dedem de bundan neredeyse bir asra yakın bir süre önce, yine Eminönü’nde ilk çalışma hayatına başlamış ve para kazanmayı öğrenmiş.

İşin tadını aldıktan sonra, hiç vakit kaybetmeden işyerine ulaşmak için sabah erkenden kalkıyor, Vaniköy’den otobüsle Üsküdar’a, oradan da vapurla Eminönü’ne ulaşıyordum.

Yabancı dilin önemini de, iş hayatımın ilk günlerinde fark ettim. Çünkü dükkânda, benden başka İngilizce bilen yoktu. Oysa bölge, turistlerle dolup taşıyordu. Gelen turistlerle ben muhatap oluyordum. O yaz tatili, bana çok şey kattı. Farklı kültürlerle tanışma, ticaretin tadını alma imkânı sağladı. Aklımda, “iş” kavramının anlamı da yavaş yavaş oturmaya başladı.

“Dedem ebedi âleme yolcu edilirken, kendisine hayranlığım arttı”

Dedem vefat ettikten sonra içimi bir boşluk kapladı. Fatih Camii’nin avlusundaki cenaze töreni sırasında, tabutunun başından hiç ayrılmadım. Avluda olağanüstü kalabalık bir cemaat vardı. Herkes dedemi hayırla yâd ediyordu. Gördüğüm bu manzara, içimde hissettiğim boşluğu doldurmaya başladı. Ayrıca bu ilgi ve sevgiden dolayı, dedeme bir kez daha hayran oldum. Sonra Kozlu’ya, aile kabristanına gittik. Dedemin naaşı kabristana yerleştirildikten sonra, üzerine atılan her toprakta adeta içime bir su serpiliyor ve hissettiğim boşluk doluyordu. Kabristandan ayrılırken, kendimi huzurlu hissettim. Çünkü sevgili dedeme karşı son görevimi de yapmıştım.

Dedemin vefatından sonraki aylarda, bir toplantı için Topkapı’daki fabrikaya gittim. Toplantı bittikten sonra, dedemin odasını ziyaret ettim. Kapı kilitliydi, açıldıktan sonra içeri girdim. Gözümde, eski günler canlandı. Duygulandım. Sonra ofisin geri kalan kısmına bakıp, kendimi teselli ettim. Haksız da sayılmazdım. Çünkü bıraktığı Ülker nerelere kadar gelmişti...

Mustafa Ülker: “Dedeme saygı duyulduğu için kafama göre hareket edemiyorum”

Dedemi, dört yaşımdayken fark ettim. Hiç konuşmuyordu. Tabii ben de hastalığının farkında değildim. Bir-iki yaşlarındayken, dedem bizimle konuşurmuş, ama kendisi hakkında çok fazla bir bilgiye sahip olmadım. Dedemle ilgili ilk bilgileri, bir dergide okudum ve öğrendim. Sabri Ülker’in torunu olmak, insanı onurlandırıyor, sorumluluk veriyor. İnsan, saygı duyulan bir kişinin torunu olunca, kafasına göre hareket edemiyor.

Murat Ülker, ikiz evlatları Mustafa (solda) ve Fatih Ülker’le birlikte...
Murat Ülker, kendisi gibi işletme tahsili görmekte olan büyük oğlu Yahya Ülker’le...

Okulda, kendimi tanıtmak istemiyorum. Babamı tanıyan var, dedemi tanıyan ise pek çok. Derslerimden şikâyetim yok. Her konuyla ilgiliyim. İlerisi için henüz bir seçim yapmadım. Çünkü çok erken. Bugünden seçim yapmaya kalkarsam, ileride gereklerini yerine getiremez durumda olabilirim. Tabii aslında, ailemizin işinden başka bir çalışma alanı seçmek, bana mantıklı gelmiyor. Herhalde bu ortamda çalışacağım. Ancak Ülker, gıda dışında başka sektörlere de açılabilir. Belki de, açılacak olan yeni alanlarda görev alırım.

Fatih Ülker: “Dedem konuşurken biz konuşamıyorduk, biz konuşurken, dedem konuşamıyordu”

Sevgili dedemizin konuştuğu halini bilmiyorum. Çünkü biz henüz konuşamazken, dedem konuşuyormuş; biz konuşurken, dedem konuşamaz oldu.

Biz, dedemi tanıdıktan sonra, kendisinin yanı başına gider, bakardık. Dedemin yüzünde yorgunluk ve acı ifadesi yoktu. Kendisini, gözü açık haliyle hiç görmedim, çünkü sürekli kapalı olurdu. Ancak, kapalı halinde de yüzünde daima mutluluk ifadesi okunuyordu.

Babaannemi de çok iyi hatırlıyorum. Güler yüzlüydü, ama şaka yapmazdı. Onun bakışlarında da hep mutluluk ifadesi vardı.

Dedem Sabri Bey’i, yedi yaşından sonra net bir şekilde öğrenmeye başladım. Bu arada, ailemizin nereden geldiği bilgisine de ulaştım. Dedelerimiz, Kırım’dan gelmiş. Kırım’ın haritadaki yerini biliyorum, ama görmedim. Daha sonraki yıllarda mutlaka gidip, görmek isterim. Sabri Ülker’in torunu olmakla övünüyorum. 

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye