Güzide ve Sabri Ülker çifti, 60 yılı aşan müşterek hayatları döneminde, üç evlat, altı torun sahibi oldular. Torunların hepsi erkek... Dört torun, hem büyükannelerinin, hem dedelerinin iyi günlerine yetiştiler. Küçük torunlar ise, o şansı elde edemedi...
Güzide ve Sabri Ülker çifti, 20 Mayıs 1949 Cuma günü İstanbul’daki Eminönü Evlendirme Dairesi’nde nikâh defterini imzalarken, kim bilir hangi duygular içindeydi...
Bir ömür boyu sürecek olan bu evlilik akdi, şüphesiz tatlı ve acı pek çok bilinmeyeni de içinde saklıyordu. Zaten, nikâh memuru da bu mesut çifte “iyi günde, kötü günde dayanışma” temennisinde bulunmuştu.
Ülker çifti, yaşamlarının sonuna kadar o dayanışmalarını sürdürdüler.
Önce üç evlat sahibi olmanın mutluluğuna kavuşup, ardından da bir evlatlarını kaybetmenin kederini yaşadılar.
“Devran, murad üzre dönmüyor”du. Ama Sabri Ülker’in bir hayat düsturu vardı:
“Gayretinin bittiği yerde, kaderin başlar...”
Ülkerlerin ilk evladı Ahsen Özokur, büyük aileye üç erkek torun armağan etti: Ali, Ömer ve Ahmet...
Torunların üçü de okudu. Sorumluluk bilinci içinde yetişti. Onunda ötesinde, her üç torun, Sabri Ülker’in torunu olmanın gururunu yüreklerinde taşımaya başladı.
Ailenin erkek evladı Murat Ülker de, büyük aileye üç erkek evlat kazandırdı. Bunlardan ikisi, “ikiz”di. Babaannelerinin ve dedelerinin son günlerine yetiştiler.
Onlar da, Ali, Ömer ve Ahmet ağabeyleri gibi, kendilerini “Biz kimiz?” diyerek sorgulamaya başladılar. Önce ailelerinden, sonra toplumdan Sabri Ülker’in torunu olduklarını öğrendiler. Hiç kimsenin etkisi altında kalmaksızın, “Sorumluluğumuzun bilincindeyiz” dediler. Şimdi, bu bilinçli gençleri izleyelim...
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve Sabri Ülker’in ilk torunu Ali Ülker, dedesiyle birlikte yaklaşık 43 yıl geçirdi. Bu süre içinde dedesiyle el ele fabrikaya gitti. Bisküvi üretilen tesiste, hem nefis ürünlerden yedi, hem top oynadı, hem de dedesinden iş yönetimini öğrendi.
Ali Ülker, anılarına, aile meclisini anlatarak başlıyor:
Fabrikada normal mesai 18.00 civarında biter, dedem de yaklaşık bir saat kadar işyerinde kaldıktan sonra, doğruca eve gelirdi. Çoluk çocuk aile fertleri, birlikte sofraya otururdu. Torunlarıyla yakından ilgilenir ve severdi. Bu sevgi, belki bizleri şımartacak derecede olmazdı, ama torunlarıyla çok ilgiliydi.
Sabri Bey, adı gibi çok sabreden bir insandı. Evin içinde bağırmaz, kızmaz ve yüksek sesle konuşmazdı. Paniklemezdi. Çok serinkanlıydı.
Sabri Bey’in zaman zaman öğle yemekleri için eve geldiği de olurdu. Ben de okula sabahları gittiğim için, öğle vakti evde dedemle karşılaşırdım. Bu öğle araları eve gelişler, belki de çok sevdiği kızı Ahsen Hanım’la bir saat de olsa birlikte bulunma arzusundan kaynaklanırdı.
Yemeklerden sonra bana, “Hadi Ali, çok dersin yoksa fabrikaya gidelim” derdi. Fabrika, aslında benim için çok iyi bir oyun sahasıydı. Dedem elimden tutar, fabrikaya götürür, orada birilerine emanet ederdi. Kimi zaman büroda bir daktiloyla oynar, kimi zaman da kamyonlara mal taşırdım. İşte, fabrikanın havasını bu dönemde solumaya başlamıştım. O tarihten itibaren fabrika havası, içime nüfuz etti. Bir bakıma, oryante oldum.
Sabri Bey, evde akşam yemeğiyle birlikte TRT’nin haber yayınlarını da muntazaman izlerdi. 80’li yıllarda henüz özel TV kanalları açılmadığı için, haberin kaynağı sadece TRT yayınlarıydı. Aktüaliteyi TV’nin yanı sıra, birkaç günlük gazete okuyarak takip ederdi.
Konu televizyondan açılmışken anlatayım; Sabri Bey akşamları TV’den milli maçları seyreder, hatta, gece yarısı saat 3’te kalkıp, TRT’de o yıllarda Muhammed Ali Clay’ın canlı yayınlanan boks maçlarını heyecanla izlerdi. Dedemin, bu maçlar için beni de yataktan kaldırdığını hatırlıyorum. Herhalde 5-6 yaşlarındaydım; maçlardan bir şey anlamazdım, ama herkes gibi bende seyrederdim.
“Annem Ahsen Hanım denizi sevdiği için, dedem Boğaziçi’nde yalı almış”
Sabri Bey’in aile içindeki en önemli vasıflarından biri de, koruyan, kollayan ve babacan kişiliğiydi. Ailesi, onun için çok önemliydi. Aile fertleriyle birlikte “nitelikli zaman” geçirmek için fırsat kollardı.
Annem Ahsen Hanım’dan işitmiştim; dedem, yaz aylarında öğle vakti eve gelir ve kızını Yeşilköy, Florya taraflarına, denize götürürmüş. Annem denizi çok sevdiği için, dedem onu mutlu etmek amacıyla çeşitli vesileler oluştururmuş. Annemin bu deniz sevgisi, dedeme İstanbul Boğazı’nda, Vaniköy’de yalı aldırtmış. Çok iyi hatırlıyorum, Boğaz’daki bu ev alınırken, anneannem dedeme, şöyle bir serzenişte bulunmuştu:
“Sabri Bey, niye Göztepe taraflarından köşk alıp, orada oturmuyoruz?”
Aslında, dedemlerin Göztepe’de de evleri vardı. Ama dedem, kızı denizi çok sevdiği için, deniz kenarına yerleşmeyi tercih etmişti. Denizi ve yüzmeyi kendisi de çok severdi... Yaz aylarında genellikle balkonda oturur, derin derin denizi seyrederdi. Ancak, denizin kenarında oturmakla beraber, kendini öyle safahata, eğlenceye kaptırmış bir insan değildi.
Vaniköy’deki evimizde, ilerleyen yaşlarında işten döndüğü zaman, akşamları günün yorgunluğunu atmak için havuza girer, belli bir prensip dahilinde düz ve sırt üstü yüzerdi. Yani, su sporu yapardı.
“Dedem, Vaniköy’deki yalının balkonunda, aile meclisi toplantısı yapardı”
Dedemiz, aileyi bir arada tutmaya çok önem verirdi. Onun için aile fertlerinin birbirine çok yakın oturmasına imkân hazırlardı. Nitekim, Vaniköy’deki evimizde, dedemler orta katta, oğlu Murat Bey üst katta, Orhan Beyler, yani bizler ise, alt katta otururduk.
Özellikle pazar günleri öğleye doğru herkes kahvaltısını tamamladıktan sonra dedem balkona çıkar, hem aşağı, hem de yukarı doğru seslenirdi:
“Orhan Bey, işin yoksa uğra”
“Hadi oğlum, sen de gel...”
Kızı ile oğlunun ailesini balkonda toplayan Sabri Bey, hafta içinde yoğunluktan konuşulmayan ve aile içinde görüşülmesi gereken mevzuların yalıdaki balkonda tartışılması için ortam hazırlardı.
Dedem, pazar günleri mutat olarak yapılan balkon toplantılarına beni de çağırırdı. Bahçede oynarken, çok hoşuma gitmeyen bu toplantıya katılmak, benim için zor olurdu. Ama biliyorum ki konuşulanları dinlemek, orada hazır bulunmak için çağrılırdım. Henüz 13-14 yaşlarındaydım. O günlerde zorlamayla gittiğim oturumların, bugün faydasını gördüğümü açıkça söylemeliyim. O gün sıkıcı gelen bir hadise, aslında benim için çok gerekliymiş. Çünkü o toplantılarda karar verme mekanizmaları tartışılıyordu.
Sabri Bey, sağlıklı olduğu yıllarda tüm gayrimenkullerini annem Ahsen Hanım ile dayım Murat Bey’in üzerine ortak olarak yaptı.
Bu arada, “Sabri Bey daha çok çocukları için yaşıyor” dersek, yanlış olmaz kanaatindeyim. Çünkü çocuklarına aşırı bir düşkünlüğü vardı. Çocuklarının üzerine titreyen bir insandı, onlara değer veren bir insandı. Belki bu hassasiyette, Ali Dayımı çok erken yaşta kaybetmiş olmasının etkisi de vardır.
Dedem, aile içindeki önemli kararları herkesle paylaşırdı. Kızı Ahsen Hanım, aktif olarak iş hayatında bulunmadı, ama Sabri Bey, annemi her şeyden haberdar eder, onun fikirlerini alır, kendisinin de ortak kararlara katılmasını sağlardı.
“Sabri Bey, aile meclisinde, ‘Borçlarımızı ödeyemezsek, yalıyı satarız’ diyordu”
Konu, Vaniköy’deki yalıdan açılmışken, burada önemli olduğunu zannettiğim bir hatıramı da nakletmek istiyorum. Sabri Bey, minimum düzeyde risk alır, borçlanmayı hiç sevmezdi. Ancak, borcu varsa, ona da sadık bir insandı.
1990’lı yılların başında yatırımlarımız çok yoğun olduğu için finansal sıkıntılarımız baş göstermişti. Kolay değil, fabrikalarımızı tamamen yenilemiştik. İşte o dönemde Sabri Bey, anneannem, Ahsen Hanım, Murat Bey, Orhan Bey ve beni de dahil ederek, bir toplantı yaptı. Henüz 20’li yaşlarımdaydım. Bu bir “aile meclisi” toplantısıydı. Toplantıda, şu önemli konuşmayı yaptı:
“Evlatlarım, biliyorum, Boğaz’daki yalıyı çok seviyorsunuz. İşimiz para kazanırsa, her zaman böyle bir yere sahip olma imkânımız var. Ancak, işimizi kaybedersek, yalıyı da kaybederiz.”
Hepimiz Sabri Bey’i büyük bir dikkatle dinledik. Çocuklarından “Borçlarımızı ödemede sıkıntı çekersek, yalıyı satalım mı?” konusunda onay aldı. Aslında, kimseye sorması gerekmiyordu. Fakat yukarıda da izah ettiğim gibi, Sabri Bey evi, ailenin tüm fertleriyle ortaklaşa yönetiyordu.
“Dedem Sabri Bey’le yaşadığım ve unutamadığım anılar...”
Sabri Bey, beni fabrikada küçük yaşlarda çalıştırmaya başladı. Tabii bu, oyunla çalışma arasında bir şeydi. Ciddi bir sorumluluk vermemişti. Ama nasihatte bulunurken, şunları söylerdi:
“Besler fabrikasında küçük yaşta çalışmaya başladım. O yıllarda çok şey öğrendim. Özellikle işçi psikolojisi nedir, onun hakkında bir fikir sahibi oldum. Bu bana ileriki yıllarda büyük katkı sağladı. ”Şimdi, o dönemin anekdotlarını paylaşmak istiyorum:
İş hayatımın ilk yıllarında dedemin bana vermiş olduğu sorumluluklardan biri de, imalat tesisindeki görevimdi. Kuzenim Bülent Bey’le beraber tesisi gezer, yerlerden çokomel toplardık. Ayrıca, dedemin bana vermiş olduğu bloknota da fabrikada gördüğüm aksaklıkları not ederdim.
Hiç unutmuyorum, bir gün dedem o notları okumuş, ıskartalar konusunda tereddüde düşmüştü. Fabrika müdürünün belirlediği ıskarta miktarı ile benim tespit ettiğim ıskarta miktarı arasında fark vardı. Fabrika müdürü, kendi tespitinde ısrar ediyordu. Bunun üzerine Sabri Bey, ıskarta bölümüne gidiyor, tartım yaptırıyor, sonucunda da fabrika müdürünün beyanının yanlış olduğunu tespit ediyordu. Bu olaydan sonra fabrika müdürünün işine son verilmiş, ben de bu duruma neden olduğum için üzüntü duymuştum. Ancak, bu olay, benim için bir hayat dersi olmuştu.
Dedemle zaman zaman birlikte fabrikayı gezerdik. İşte bu gezilerden birisinde, bana aynen şunları söylemişti:
“Evladım Ali, fabrikadaki gerçek hayatı görmek istiyorsan, müdürleri koluna takıp gezersen veya içeri gireceğini haber verirsen, önceden herkes vaziyet alır. Fabrikaya, arka kapıdan gir, başka bir koridordan yürü, her zaman aynı yerde dolaşma.”
Dedem, iş hayatının ilk dönemlerinde mübalağasız üç ayda bir ayakkabı eskitirmiş. Ayakkabının önce altı delinir, daha sonra köselesi kalkarmış. Sultanhamam’a, Tahtakale’ye alışveriş için gittiği zaman devamlı koştururmuş. Bu yaşadığı anıları kendisinden de dinlemiştim. Bana, o günleri şöyle anlatmıştı:
“Perşembe Pazarı’nda, ben önde, kamyonet arkada, koşturur dururdum. Ben dükkânlardan malları alır, kapıya çıkartırdım, kamyonet de onları arkadan toplardı.”
Sabri Bey, zaman zaman bana okul hayatından da örnekler verirdi. Bunlardan birinde de, “Yatılı okurken, her gün pırasa yemeği yerdik. İşte bu yüzden, hayatımın bundan sonraki dönemlerinde pırasa yemeğinden hep uzak durdum” demişti.
Sabri Bey’in lüks düşkünlüğü ve herhangi bir marka tutkusu yoktu. Genelde Mercedes otomobil kullanırdı, fakat otomobillerini seçerken rengine çok dikkat ederdi. Göze batacak bir renk olmasını istemezdi.
İş hayatında da tevazu içindeydi. Fabrikada üç ayrı odası vardı. Bunlardan biri, günlük işlerde kullandığı, ancak iki kişinin oturabileceği bir odaydı. Dar oda seçmesinin sebebi de, gelecek konuklarının kendisini uzun süre işgal etmelerini istememekten kaynaklanırdı. Zamanı tasarruflu kullanmak isterdi. Bu odanın yan tarafında toplantı odası mevcuttu. Bir de yabancı konuklarını ağırlayacak üçüncü odası bulunurdu.
Sabri Bey’le zaman zaman benim kullandığım otomobille giderdik. Bir seferinde hiç unutmuyorum, otomobilin direksiyonunu tek elle idare ediyordum. Dedem, beni ikaz ederek, “Oğlum, direksiyonu her zaman çift elle tut. Tekerin önüne taş gelebilir veya teker çukura düşebilir. O zaman direksiyon hâkimiyetini kaybedersin. Bir de çok sürat yapmamanı tavsiye ederim” dedi.
Dedemin bu araba kullanma olayındaki hayata bakış felsefesi, kontrolü elden bırakmamak düşüncesinden kaynaklanıyordu.
Sabri Ülker’in torunu olma sorumluluğunu taşıyan ve bunu her ortamda ifade eden Ali Ülker ile eşi Fatma Ülker’in İbrahim, Meryem ve Zeynep adında üç evlatları bulunuyor.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ömer Özokur, dedesi Sabri Ülker’le ilgili birbirinden ilginç anılarını anlatırken, “Henüz ilkokul sıralarındayken, yaz tatilinde dedemle birlikte fabrikaya gittim. Çalışmak istediğimi söyledim. Dedem beni imalat müdürüne teslim etti. Müdür bey de, ‘Ömer, eline şu paspası al, bu gördüğün yerleri temizle’ dedi. İş hayatıyla böyle tanıştım” diyor.
Çocuk yaşta Ülker Fabrikası’na sık sık giderek, hem çalışan, hemde gözlemlerde bulunan Ömer Özokur, iş yaşamından, evlilik hayatına kadar pek çok konuyu günümüze taşıyor.
Ömer Özokur’un güldüren ve düşündüren tespitleri şöyle:
Dedem Sabri Bey’in çalıştığı yıllarda, iş hayatına atılamadığım için bunu bir kayıp olarak değerlendirmek istiyorum.
Dedemle ilk iletişim kurduğum yıllarda, henüz ilkokul öğrencisiydim. Yaz tatilinde dedem elimden tutup, beni fabrikaya götürmüştü.
Bütün bir yılı okulda geçirdiğim için, tatil boyunca her çocuk gibi ben de oyun mekânları arıyordum. Oysa fabrikada, başka gerçeklerle karşılaştım. Hiç unutmuyorum, dedem bana aynen şunları söylemişti:
“Bak evladım Ömer, bizim her şeyimiz burası... Önce işimiz... Sonra evimiz...”
Henüz çocukluğumu yaşamama rağmen, hafızamda yer eden, ileriki yıllarda da üzerinde derin şekilde düşünmeme yol açacak bu ifadeler, doğrusu o dönemin şartlarında hiç de beklemediğim nasihatlerdi.
Aklımın olaylara ermeye başladığı dönemde, dedemin bu sözlerini tekrar düşünmeye yönelmiş, “Dedem niçin önce evim, sonra işim demiyor da, işine öncelik veriyor?” muhakemesini yapmıştım. Çünkü yeni yetme çağımda hayatı dedemden daha farklı şekilde yorumluyordum. Ailesine öncelik vermesi gerektiği kanaatindeydim. Ama dedemin o altın kuralının ilk cümlesi hafızamı zorluyordu:
“Burası bizim her şeyimiz...”
Aradan zaman geçti, bugün yaşamakta olduğumuz düzeye ulaşabilmek için dedemin işini her şeyin önüne koyduğunu anladım ve büyük takdirle karşıladım.
Dedemle fabrikaya ilk gidişimizde, bana imalat bölümlerini gezdirmişti. Bu sırada, daima büyük bir iştahla yediğim bisküvilerin makinelerden nasıl çıktığını görmüştüm. Doğrusu bunları izlerken çok heyecanlanmıştım. Aynı dönemde, “Çubuk Kraker” üretim tesisinde gönüllü olarak bir hafta kadar görev yaptım. O görev sırasında epeyce kraker tükettim.
Fabrikadaki iş hayatını çok sevmiştim. Okul tatilimiz de devam ediyordu. Ya mahalledeki arkadaşlarımla oynayacak, ya da dedem Sabri Bey’in gölgesinde çalışacaktım. O gölgeyi tercih ettim...
“Dedem beni, fabrikada temizlik işlerine vererek, imtihan etmiş”
Yine bir gün dedeme, “Dedeciğim, beni fabrikaya götürür müsün?” dedim. O sevecen dedem, büyük bir ciddiyetle, “Çalışacak mısın?” diye sordu. Hiç tereddütsüz cevap verdim: “Evet dedeciğim, çalışmak istiyorum.”
Fabrikaya gittik. Dedem beni eliyle imalat müdürüne teslim etti. Heyecanla ve hayal içinde fabrikada alacağım ilk görevi beklerken, hiç ummadığım bir durumla karşılaştım. Müdür bey bana, “Ömer, eline şu paspası al ve bu gördüğün yerleri temizle” dedi. Kelimenin tam anlamıyla şok olmuştum. Ağrıma gitmişti. O çocuk halimle müdür beye tavır koymuş, “Ben işe buradan mı başlayacağım?” demiştim. Müdür beyin kararında bir değişiklik yoktu... Çalışmaya başladım. Ama fabrikada çıraklık dönemimin ilk günü elime faraş ve süpürge verilmesi olayını hayatım boyunca hiç unutamayacaktım.
İşe, temizlik işçisi konumunda başlamaya çok içerlemiştim. Bunun hesabını bir biçimde yapmalıydım. Tek sığınacak yerim dedemdi. Kim bilir, belki de müdür beyi, dedeme şikâyet etmeyi düşünmüştüm.
Evet, aynı günün akşamı dedemin yanına gittim. Başıma gelenleri anlattım. Dedem beni soğukkanlılıkla dinlemiş, hiç tepki vermemiş ve sadece şunları söylemişti:
“Yavrum Ömer, seni bu şekilde imtihan etmeyi uygun buldum. Çünkü herkes buralardan geçmeli...”
Doğrusu, dedemle konuştuktan sonra yatıştım. “Demek ki, dedemin haberi varmış” diyerek rahatladım. Bir yandan temizlik yapıyor, bir yandan da üretimin tüm birimlerinde ürünlerin hamurundan ambalajına, kolilenip plasiyer araçlarına verilmesine kadar her şeyi izliyor ve öğreniyordum.
Sabri Dedem bana, öğütlerini sıralarken, “İş hayatına atılmak isteyen herkes sıfırdan başlamalı” demişti. Ben de sıfırdan başladım. Yani, temizlik işçiliğinden... Bu arada kendi kendime bir görev daha üstlendim. Hem çalışıyor, hem de gözlemlerimi aynı günün akşamı dedeme rapor ediyordum; yani, kendimce gördüğüm aksaklıkları bildiriyordum. Dedem, bu bilgiler karşısında bana bir şey söylemiyordu, ama eminim ki benim yansıttığım konuları kendi yöntemleriyle takip ediyor, muhtemel aksaklıklar varsa, onların giderilmesini sağlıyordu.
Artık Ülker Fabrikası’nın bir mensubu olmuştum. Dedemin ve babamın iş hayatını takip ediyordum. Ama çocukluğun gereğini de yerine getirmekten geri kalmıyordum.
“Fabrikadan gelen yangın haberini, şaka zannedip, telefonu kapattım”
1990 yılında Ülker’in Topkapı fabrikasında büyük bir yangın çıktı. Hiç unutmuyorum, sabaha karşı telefonumuz çaldı. Fabrikanın güvenlik görevlisi, “Sabri Bey’le görüşmem lazım” dedi. Ben de kendisine, “Sabri Bey uyuyor” cevabını verdim. O tarihte Boğaz’daki evde oturuyorduk. Dedemler üst kattaydı.
Fabrika güvenlik görevlisine, Sabri Bey’in uyuduğunu söylemem üzerine, “Ama fabrikada yangın var” ikazını almıştım. Çocukluk yıllarımda haşarı bir dönemimi yaşadığım için telefondaki görevliye, “Şaka yapmayın, gecenin bu saatinde böyle şaka olur mu?” diyerek, işi geçiştirmeye çalışıyordum. Görevli, faciayı bana anlatamayacağını görünce, bu defa telefonla Murat Bey’i aramış. Bunun üzerine evimizde adeta alarm verilmişti. Sabri Bey, babam Orhan Bey, dayım Murat Bey ve Ali Ağabeyim’le birlikte gecenin kör karanlığında apar topar fabrikaya gittik. Ancak, Cumhuriyet Bayramı provası olduğu için yollar kesilmiş; itfaiye gelemedi.
Koskoca Ülker Fabrikası gözlerimizin önünde cayır cayır yanıyordu. Dedeme baktım, dimdik ve soğukkanlı halini koruyordu. On beş yaşındaydım. Benim, bizim geleceğimiz, gözümüzün önünde yanıyordu...
“Dede, ne olacak, ne yapacağız?” dedim. “Oğlum, Allah’ın takdiridir. Bundan, ibret almamız gerekir” dedi. Evet, bu olaydan ben de çok büyük ders aldım.
“Karnemdeki kırık notla oynadım, sonra bunu dedeme itiraf ettim”
Ortaokulu Eyüp Sultan Lisesi’nde okudum. Sınıf arkadaşlarım, ailemin durumuyla ilgili herhangi bir bilgi sahibi değildi. Ama bir süre sonra birkaç arkadaşım, dedemin Ülker firmasının sahibi olduğunu öğrenmişler, onlardan bir teklif aldım. “Ömer, Ülker Fabrikası’nı ziyaret edip, gezip görebilir miyiz?” dediler. Dedemden izin aldım, arkadaşlarımı fabrikaya götürdüm. Fabrikayı herkes merak ve heyecan içinde gezdi. Dedem, bizlerle ilgilendi, gönlümüzü aldı. Sonra, evlerimize dönerken, dedem arkadaşlarıma birer koli Ülker ürünü armağan etti. Doğrusu, dedemin bu jesti, beni çok onurlandırmıştı.
Dedemiz onca işine rağmen, bizlerin okul hayatıyla da yakından ilgiliydi. Hal ve gidişimizi izler, karnelerimiz gelince, bize iyi not karşılığında para ödülü verirdi. Ortaokul ikinci sınıftayken, karnemde kırık bir notum vardı. O karneyi bu haliyle eve götürmem mümkün değildi. Kırtasiyeciden Tipex alıp, kırık notu kapatmış, üzerine yüksek bir not yazmıştım. Tabii, Sabri Bey de karnedeki yüksek notumu görünce beni ödüllendirmişti.
Çocukluk bu ya, ödülümü aldıktan sonra, “Dede, seni kandırdım. Asıl notum bu değil. Kırık notu sildim, yerine şunu yazdım” diyerek, safiyane itirafta bulundum. Yani, yapmış olduğum yanlışı çocuk yaşta gizleme yoluna gitmemiş, bunu dedeme açıklama ihtiyacı hissetmiştim. Sabri Bey de, eminim ki olaya üzülmüş, ama itirafa içinden memnun olmuştu. Fakat bu itirafımı işitince, sitem etmişti.
“Vaniköy’de balıkçının yanına tezgâh açıp, ucuz bisküvi satmaya başladım”
Fabrikada yaz aylarında çalışmaya başlayışımın ikinci yılında eve koli koli bisküvi götürmüş, onları Vaniköy’deki evimizin önünde satmaya karar vermiştim. Boğaz’da balık tutan pek çok insan, evimizin çevresinde o balıkları satıyordu. Herhalde ben de bunu örnek almış olacağım ki, kapımızın önüne kolilerden bir tezgâh oluşturdum. Üzerine bisküvileri yerleştirdim ve satmaya başladım. Balıkçılar, “Taze balık...” diye bağırıyor, ben de, onlarla yarışırcasına, “Taze bisküvi...” diyordum. Tezgâhımda Biskremler, Pötibörler, Çokoprensler, Çubuklar ve daha neler neler vardı.
Rakiplerim, yaşını başını almış balıkçılardı. Çocuk halimle, onların satış yöntemlerini taklit ediyor, kendime müşteri çekmeye çalışıyordum. Bir yandan müşteri beklerken, bir yandan da balıkçıların fiyat politikasını izliyor, bisküvileri balıklardan daha ucuza satmak için fiyat kırıyordum.
Bir akşam vakti, dedem fabrikadan eve geldi. Beni kapının önünde bisküvi satarken görünce, “Hayırdır evladım, ne yapıyorsun?” diye sordu. Ardından dedemle aramızda şöyle bir diyalog geçti:
Ömer bu bisküvilerin parasını ödedin mi?
Hayır dedeciğim.
E peki, bu nasıl bir ticaret oluyor?
Bilmem dedeciğim. Fabrikadan getirdim, satıyorum.
Dedem, birkaç gün sonra beni alıp tekrar fabrikaya götürdü. Babam Orhan Bey’le birlikte bu meselenin hesabını görmeye başladı:
“Fabrikadan her kim koliyle bisküvi alırsa, onun bedeli buraya yatırılır. Ben de olsam, siz de olsanız, bu kural değişmez. Malın bedeli yatırılmadan, fabrikadan dışarı çıkarılması mümkün değildir.”
Dedemin bu sözleri, kelimenin tam anlamıyla kulağıma küpe olmuştu. Çocuk yaşta dedemden işittiğim bu kuralı, ileriki yıllarda hiçbir şekilde göz ardı etmeyecektim.
“19 yaşında evlenmeye kalkınca, dedem ‘Hayrola’ diyerek gülmüştü”
Şimdi gelelim benim için çok önemli olan hatıraya...
19 yaşındaydım. Bir gün “Dede, ben evlenmek istiyorum” dedim. “Oğlum, hayırdır, niye bu kadar erken?” cevabını aldım. Dedeme, “Evliliği, hayattaki en önemli adımlardan biri olarak görüyorum” deyince, dedem bana güldü, sonra da “Annen ve babanla bu meseleyi görüşeceğim” dedi. Ardından da, annem, dedem ve ben, üçümüz, bu konuyu görüşmek üzere bir araya geldik. Dedem, anneme “Kızım, bu çocuk evlenmek istiyor, hayırdır. Sen bu meseleyi biliyor musun?” dediği zaman, annem de, “Evet baba, biliyorum ve destekliyorum” cevabını vermişti.
Tabii, bu meseleyi annemle daha önce paylaşmıştım. İkinci paylaştığım kişi, dedem oluyordu. İş ilerledi, sıra kız istemeye geldi. Annem, babam, dedem, anneannem, dayım ve yengem hazırlandılar. Ben de arabayı hazırlamış, direksiyona geçmiş, heyecanla onları bekliyordum. Dedem beni bu halde görünce, “Ömer, sen kalıyorsun. Kız istemeye ailemizde gençler gitmez!” uyarısını yaptı. Oysa bu ziyaret, benim için çok önemliydi. Doğrusu, dedemin beni bu ziyarete götürmemesine fazlasıyla üzülmüştüm. Ardından dedem, bana bu meseleyi uzun uzun anlatırken, şunları söyledi:
“Oğlum Ömer, bu bir aile prensibidir. Kız isteme ziyaretine önce ailenin büyükleri gider.”
“Dayım Murat Bey’le otomotiv işine girdik, ama dedemden eleştiri aldık”
Ailemizde otomobil dünyasına karşı özel bir merak vardır. Bu merak, biraz da dayımız Murat Bey’den kaynaklanıyor. Murat Bey, 1995 yılının Haziran ayında Daewoo markalı otomobillerin Türkiye’ye getirilmesi için bir teşebbüste bulundu. Bu amaçla “Our Motor Company” adında bir şirket kuruldu. O tarihte henüz bekârdım. Söz konusu şirketin tepe yöneticisi oldum. Bu görevimiz iki yıl kadar sürdü. Ancak, firmayla birtakım problemler yaşanınca yollarımızı ayırdık.
Ailede otomotiv işini daha çok Murat Bey’le biz kendi aramızda konuşurduk. Bizim bu merakımız karşısında dedem, “Bu işi nereden buldunuz?” diye kızmıştı. Çünkü ailemizin iş alanı dışında ve yabancısı olduğumuz bir konuya merak sarmıştık.
Otomotiv, benim için vazgeçilmez bir sektör oldu. Bu sırada, karşımıza Assan Grubu çıktı. Onların Hyundai markalı ürünlerinin bayii olduk. Bu amaçla kurulan şirket, Topkapı’da Ülker fabrikasının tam karşısında faaliyet gösteriyordu. Ben de genel müdürlük yapıyordum. İşyerime daima erken gitmeye çalışırdım. Çünkü sürekli şekilde dedemin kontrolü altındaydık. Biliyorum ki, dedem, sürekli şu soruların cevabını arardı:
“Çocuklar evlerinden kaçta çıkıyor, kaçta dönüyor?”
“Yanlarında kimler var, kimlerle oturup, kalkarlar?”
İşte böylesine prensip sahibi olan dedem, bana bir nasihatinde, “Oğlum, dostunu doğru seç. Dostun, senin hayatında çok önemli bir kilometre taşı olabilir. Dost seçmek, iş ve eş seçmek kadar hassas bir konudur” demişti.
“Dedemle, Fenerbahçe-Beşiktaş derbisini hiç seyredemedim”
Dedem Sabri Bey’le birkaç defa Ankara’ya gittik. Esenboğa Havaalanı’nın yakınında bulunan fabrikamızı birlikte gezdik. O sırada Ülker basketbol takımı şampiyon olmuştu. Dedem bu başarı karşısında, henüz iki yıllık takımla ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmuştu:
“Bak Ömer, bu kadar kısa zamanda istenirse ne kadar çok iş yapılabiliyor, başarıya ulaşılabiliyor.”
Sporla ilgili bir başka anımı daha nakletmek istiyorum. Sanıyorum 1993 yılının sonunda, Nasaş basketbol takımı bizim grubun yönetimine geçmiş ve “Ülkerspor” adını almıştı.
Bu arada, takıma Amerikalı bir oyuncu transfer edildi. O oyuncu sayesinde Efes Pilsen’le yapılan maç kazanıldı. Ülkerspor basketbol takımı, bu başarıdan dolayı iyice motive oldu ve moralleri yükseldi. Bu başarıda büyük payı olan Amerikalı oyuncu, parayla ödüllendirildi. Ertesi gün de yeni bir maç vardı. Fakat, bir de ne görelim; Amerikalı sporcu, aldığı ödül parasıyla çekip gitmişti.
Durumu Sabri Bey’e ilettik. Şaşırmadı. Zaten insanla ilgili hiçbir şeye şaşırmazdı. “O Amerikalının peşine düşelim mi?” diye fikir yürütüldü, bu uğurda yapılacak masrafa değmeyeceği sonucuna varıldı. Bu olay, bize büyük ders oldu.
Söz spordan açılmışken, bir açıklama yapmak istiyorum. Fenerbahçeliyim. Dedem ise, Beşiktaş taraftarı. İşte bu konuda anlaşamıyoruz. Dedem, sağlıklı yıllarında futbol üzerine çok konuşur, hatta yorum dahi yapardı. Ama Beşiktaş-Fenerbahçe derbisini dedemle birlikte seyretmek, hiç nasip olmamıştı.
“Dedem Sabri Bey’e benzediğim söyleniyor; buna çok seviniyorum”
Şimdi, dedemle ilgili duygu ve düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Dedemiz, ailemizde bizim için çok büyük bir örnek. Kendisine karşı sevgi ve saygıyla doluyuz. Beyefendiliği, tevazuu ve hoşgörüsüne hayranız.
Dedemizin “Doğruyu ve iyiyi yapın” nasihatleriyle büyüdük. Sesini hiç yükselttiğini işitmedik. “İşinize sahip olun; işinizi hep siz kontrol edin, başkalarına kontrol ettirmeyin” uyarısını zihnimizden hiç silmedik.
Bir kız evladın baba sevgisini, babanın da kızına karşı şefkatini yine ailemizde gördük. Babamızdan, dedemizin örnek ve çalışkan bir kişi olduğunu öğrenerek yetiştik, son zamanlarda buna tanıklık da ettik.
Ailemizde simaen, sevgili dedem Sabri Bey’e benzediğim söylenir. Buna çok seviniyorum.
Manevi yönden de dedeme benzediğime inanıyor, bununla da huzur buluyorum. Ayrıca, Sabri Bey’in torunu olmanın büyük sorumluluğunu da taşıyorum.
Sabri Ülker’in henüz 19 yaşındayken evlenen ikinci torunu Ömer Özokur ile Beyhan Özokur’un bu izdivaçtan Ayşe Senem, Kerem ve Alanur adında üç evlatları dünyaya gelmiş.
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Gıda ve İçecek Grubu Başkan Yardımcısı Ahmet Özokur; Ülker’in kurucusu, dedesi Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, “Dedem, gözleme çok önem verir, hayatın akışını bizzat izlerdi. Hileyi hurdayı kesinlikle affetmez, ‘Hayatta hiçbir şey sizin kitaplarda okuduğunuz gibi olmayacak’ derdi. 28 Şubat Süreci’nde moralimin bozuk olduğu bir gün, kendisine yaşanan olayları sorduğumda, ‘Biz bisküvi imal ediyoruz. Siyasetle, şununla bununla ilgimiz yok’ cevabını almıştım” diyor.
Ahmet Özokur’un, dedesi Sabri Ülker’le ilgili anıları şöyle:
Dedem Sabri Ülker Beyefendi’yle ortak hatıralarımızın başlangıç noktasını, halı üzerinde birlikte küçük küçük arabalarla oynamamız oluşturuyor. Bu sahne, hafızamda yer eden ilk kilometre taşı.
Aslında, dedemle hatıralar bakımından kendimi ailenin en şanssızlarından biri olarak tanımlarım. Çünkü dedemle, ilerleyen yaş döneminde bir arada olabildik. Daha sonra ise, hastalığı başladı...
Dedemle ilgili hatıraları daha çok Ali Ağabeyim’den ve Murat Dayım’dan dinliyorum. O dinlediklerimin hiçbirini şahsen müşahede edemedim. Çocukluk dönemimin bitişini takip eden yıllarda ise, yurtdışında öğrenim yapıyordum. Dolayısıyla, ailemden ve dedemden uzaktaydım.
Evet, dedem, çocukluk dönemimde zaman zaman benimle, halı kenarını yol yaptığımız bir alanda oyuncak araba yarışı yapardı. İşte o heyecan içinde birbirimize araba attığımız da olurdu. Bu sahneleri çok iyi hatırlıyorum.
“Dedem Sabri Bey’in hayat tarzında, bir ‘zaman çizelgesi’ vardı”
Çocukluk dönemimizde, dedemle olan beraberliğimiz hep plan, program ve disiplin içinde geçti. Şüphesiz, bütün bu şartları oluşturan da dedemdi. Hayatını çok titiz bir şekilde planlayan dedemiz, bu kurallar içinde, belli bir zaman diliminde bizimle birlikte olurdu. Bizler de dedemizin günlük hayatındaki planlı düzeninde daima yerimiz olduğunu bilirdik.
Dedemiz Sabri Bey’in tarif etmeye çalıştığım bu hayat tarzında, bir “zaman çizelgesi” vardı. O çizelgeyi harfiyen uygulardı. Mesela, cumartesi günleri ağabeyi Asım Amca’ya gider, onunla hasbihal ederdi. İşte o ziyaretin de vakti belliydi. Kısacası, dedemizin tüm ilişkilerinde zaman faktörü ön plandaydı.
Dedemle münasebetlerimiz faslında, küçük yaşta ailece gerçekleştirilen Umre ziyaretlerini de hatırlıyorum. Kendileri, bu ziyarete çok titizlenirdi. Umre ziyareti sırasında bizlerin elinden tutup, “Abdestinizi aldınız mı, namazınızı güzel kılıyor musunuz?” şeklinde hem teşvik, hem de imtihan edici sorular sorardı.
Dedem Sabri Bey, Suudi Arabistan’a ailece ibadete gittiği halde, biz torunlarının elinden tutup, market market, bakkal bakkal gezdirirdi. Yani dini ibadeti sırasında, iş hayatını da ihmal etmezdi.
Yine çocukluk hatıralarımdan bugüne gelen tespitlerimden biri de, dedemin, çeşitli vesilelerle karşılaştığı, tanıdığı veya tanımadığı insanlarla sürekli diyalog kurmasıdır.
Dedem, hiperaktifti. Yani, bir yerde uzun süre oturma alışkanlığı yoktu. O yüzden insanlarla sürekli konuşup, interaktif bir ortam oluşturur, bizleri de o ortamın içine çekerdi.
Umre seyahatlerinden hatırımda kalan bir isim vardı: Abdul Wahap Al-Bunnia. Dedem, Kutsal Topraklar’a yaptığı bir ziyareti sırasında Iraklı olduğunu öğrendiğim Abdul Wahap Bey’le karşılaşmış ve kendisiyle uzun uzun konuşmuştu.
“Dedemin bana ilk ve tek hediyesi, dört tekerlekli bisikletti”
İlkokul yıllarında ise, karnemi aldıktan sonra sevinçle dedeme gidip göstermek isterdim, ama günlük yoğun iş akışı içinde kendisine ulaşmamız mümkün olmazdı. Tabii karne notlarından sonra dedemden bir ödül bekler miydim, bilemiyorum... Ama bilhassa dini bayramlarda ve özel durumlarda bize mendil arasında para verirdi. Bu parayı verirken de, nereye harcamamız gerektiğine dair şifreyi de açıklardı. Ama kendisinin bizlerle birlikte çarşıya çıkıp, hediye almaya pek vakti yoktu.
Dedemin bayramlıkları çok iyiydi. Yani, dedemden, annemin ve babamın vermiş olduğu harçlıkların çok üstünde bir harçlık alırdık. Piyasadaki en büyük banknot ne ise, dedem onu verirdi.
Yeri gelmişken, dedemin bana hediye olarak almış olduğu dört tekerlekli bisikletimi anlatmak istiyorum. Özellikle belirteyim; dedemden hiç, “Dede bana şunu al” şeklinde bir dileğim olmadı. Ama biliyorum ki kendisi, istememizi veya söylememizi beklerdi. Benden bir talep gelmeyince, dedem bir gün bana bisiklet alacağını söyledi. Fındıkzade’de bisikletçi dükkânlarının bulunduğu Haşim İşcan Geçidi’nde dört tekerlekli bir bisiklet varmış.
Dedem, o geçitten gidiş gelişlerinde bisikleti görmüş. Adeta masa büyüklüğünde, otomobil gibi bir bisiklet... Dört tekerleği, hatta direksiyonu dahi vardı. Pedallıydı. Ancak pedallar zor çevriliyordu. Demir profilden yapılan bisikleti görmeye gittik. Dedem, “Bak Ahmet, ben bunu beğendim, sana alalım” dedi. Çok mutlu oldum. Turuncu renkli, ama hafif paslıydı. Her şeye rağmen benim çok hoşuma gitmişti. Kısacası, bu bisiklet, dedemin bana aldığı ilk ve tek hediye olacaktı. Zaten biz de bu konuda bir beklenti içinde değildik.
Ama o zaman arkadaşlarımın tavrına bakardım da, hemen hepsinin, dedelerinden hediye beklentisi vardı. Oysa biz öyle büyümedik. Dedemizden ne bekleneceğinin bilincindeydik. Yani, dedemle beraber olduğumuz zaman, bize hikâye veya masal anlatacağını bilirdik. Bu hikâyeler daha çok bisküvi ve çikolata üzerineydi. Ayrıca, kendi hayatından bazı anekdotları da bize naklederdi.
“Yaz tatillerinde fabrika sahasını çocuk bahçesi gibi kullandık”
Çocukluğumun ilk dönemlerinde hayli zayıfmışım. Dedemde, bu durumuma üzülür, annemi uyarırmış. Uyarırken de, “Ahsen,bu çocuğa yedirmiyorsun. Görenler, ‘Koskoca Ülker’in torunu zafiyet geçirecek, çocuğun haline bak’ derler” tembihatında bulunurmuş.
Şu kadarını hatırlıyorum; dedem, benim için, “Bu çocuk, bisküvi, çikolata ve şekerlemenin arasında büyüyor, ama hâlâ zayıf” derdi. Bütün bu uyarılara rağmen, ben hiç bisküvi yemezdim. O dönemlerde “Finger Bisküvi”ler, “Pötibör”ler, “Sandviç Bisküviler” vardı. Ama yememekte ısrarlıydım. Elime aldığım bu ürünleri laf olsun diye kemiriyordum. Dedem bakmış, olacak gibi değil, bir gün bana, “Ahmet, gel sana bizim zamanımızın bisküvisini yapayım” demişti. Ben de çok merak ettim. Dedem, iki pötibör bisküvi arasına lokum koymuştu. Dedemin bu ikramından sonra, artık lokumlu bisküvi yemeye başladım.
Bisküviden söz açılmışken, aile büyüklerimizden dinlediklerimi aktarayım. Bisküvi, eskiden teneke kutularda satılırmış. Kiloyla satın alınan lokumlar da bisküvi arasında sandviç yapılırmış.
Ülker fabrikasıyla tanışmam ise, ilkokul yıllarında oldu. Herhalde dördüncü veya beşinci sınıftaydım. Bir apartman dairesinde oturuyorduk. Okul saatleri dışında sokağa çıkmak isterdik. Ancak aile, kontrollü bir alanda oynamamızı arzu ederdi. Biz de fabrika alanını çocuk bahçesi gibi kullanırdık. Çalışan pek çok kişinin çocukları da bizim gibi fabrika sahasına gelirlerdi. Özellikle yaz tatillerinde fabrikaya gitmemiz mecburi olmuştu. Ortaokula geldiğim zaman, dedemden, “Haydi fabrikaya git” talimatı almaya başlamıştım.
“Fabrikada iş çarkının içine girince, hem ıskarta topladım, hem de müfettişlik yaptım”
Oyun oynama devresini tamamladıktan sonra, dedem beni fabrikanın iş çarkına yönlendirdi. O dönemde, biraz kilo almıştım. Çünkü dedemin teşvikiyle bir süreden beri lokumlu bisküviyle besleniyordum. Zaman içinde lezzet tarafım da gelişmiş olacak ki, dedem bana bir ürünü uzatarak, “Şunu tat bakalım”der, daha sonra kalite kontrole götürmemi söylerdi. Ben de o ürünü laboratuvara götürür, teslim ederdim.
Fabrikada Galip Usta isimli deneyimli bir eleman vardı. Allah rahmet eylesin, Galip Usta’nın yanında adeta stajyer gibiydim. Dedem, beni Galip Usta’nın yanına katardı. Usta, fabrikayı köşe bucak gezer, ıskarta ürünleri ayırır, ben de kendisini gözlemlerdim. Fabrikada üç bidon vardı. Bunlardan bir tanesine gıda ıskartası, bir tanesine ambalaj ıskartası, sonuncusuna da karışık, yani ayıramadıkları ürün ıskartası konulurdu.
Galip Usta, fabrikayı çok iyi bilirdi. Ben de, onun yanında dolaşır, zaman zaman ıskarta toplardım. Fabrikada kaybolmuşluğum da vardı. Dedemin, beni fabrikada meşgul etmesinin asıl amacı, hayatı öğrenmem, bu arada çalışanları gözlemleyerek bilgi edinmemdi.
Ortaokul yıllarında fabrikada iş hayatını öğrenirken, dedemin sürekli imtihanına muhatap olurdum. Genellikle işten eve giderken bana, “Bugün ne yaptın, anlat bakalım” diye sormaya başlar, ben de “Dedeciğim, bugün pötibör hattını gezdim. Mikserlerin üzerinde hamur kalıntısı gördüm” şeklinde adeta müfettiş bilgileri verirdim. Bu, dedeme vermiş olduğum en önemli gözlem raporlarından birisi olacak ki, ertesi gün dedem olaya müdahale etmiş, eline aldığı spatulayla mikserin üzerinde kurumuş olan hamuru kazırken, çalışanları da uyarmıştı.
Bu olaydan sonra, anladım ki, dedem, gözlemciliğe çok önem veriyor, hayatın akışını bizzat izliyordu. Kendisi, mühendis kökenli olmamasına rağmen, fabrikanın her şeyini bir mühendisten çok daha iyi biliyordu. Çünkü bu işe imkânsızlıklarla başlamış, ama mühendislik harikası bir eseri ortaya çıkarmıştı.
Dedemin fabrikada yoğun çalışma temposu içindeki çabalarıyla ilgili gözlemlerime gelince... Ağabeylerim, dedemin fabrikanın ilk kurulduğu zaman çok çalıştığını, o dönemde sert mizaç sergilediğini söyler. Evet, dedemin bazı sert mizaçlı taraflarını ben de hatırlıyorum.
Sabri Bey, yalan söylemeyi, hile hurdayı kesinlikle affetmezdi. Bu konuda çok katıydı. Bütün bunlara rağmen, bize karşı yumuşaktı. Küçükken pek çok hata yapıyorduk, onları toleransla karşılardı. Sonuç olarak, kızgınlık anı, sadece iş alanında kendisini gösterirdi. Zaman zaman çalışanlara, “Ne yapıyorsunuz, nerede kaldınız, dalga mı geçiyorsunuz?” gibi uyarıcı sorular yöneltirdi.
“İş saatinde eve gelince, dedemden uyarı aldım”
Öğrenim için yurtdışında olduğum yıllarda bir öğle vakti Londra’dan İstanbul’a gelmiştim. Tamamen eve çekilmeden önce, zaman zaman işe giden dedemi evde ziyaret gittim, elini öptüm. Bana, saatini gösterdi, “Ahmet, bu saatte sen burada ne yapıyorsun?” dedi. Ben de, kendilerine “Dedeciğim, sizi ziyarete geldim” cevabını verdim. Ama dedem, o cevapla tatmin olmamış, bana şu nazik uyarıyı yapmıştı: “Bize bir şey olmuyor, akşam da buradayız...”
Bir başka gün, aynı hatayı tekrarladım. Gündüz saatlerinde, 11’de yine dedemi ziyarete gittim. Aynı tepkiyi verdi: “Bak Ahmet, saat 11’de beni ziyaret ediyorsun. Ben, akşam da buradayım. Evde oturuyorum. Akşam da gelebilirsin. Günün ortasında gelmene gerek yok. Git ve çalış...”
Yurtdışında öğrenim gördüğüm dönemlerde, dedemin bana sık sık tekrarladığı şu talimatı olurdu: “Ahmet, fırsat buldukça marketleri gez, oradan numune ürünler getir.” Ben de dedemin o öğüdünü hiç unutmazdım. Ama bana yüklemiş olduğu bu görev, o yıllarda zor bir imtihan gibi gelirdi.
“Kurban Bayramı’nın ailemizde özel bir yeri var”
Dini bayramların aile hayatımızdaki yerine gelince... Bizde özellikle Kurban Bayramı ailece kutlanır. Eğer Hacca gidilmiyorsa, çok büyük bir mazeret olmadığı takdirde, ailenin tüm fertleri bir ve beraber olur. Dedem, bayram namazı sonrası fabrikaya giderek, orada görev yapanlarla bayramlaşırdı. Ardından da depolara girer ve son durumu gözüyle görürdü.
Sabri Bey, kâğıt üzerinde gördüğü bilgilerden çok, gözüyle gördüğüne inanırdı, gözüyle gördüğünü severdi. Rahatsızlığının başladığı ilk dönemlerde bilgisayar sistemleri devreye girmiş, raporlar muntazam bir şekilde hazırlanıp kendisine sunulmuştu. Ancak, dedem, yine de depoları gözüyle görmek ister, çünkü böylesi daha çok hoşuna giderdi.
Kurbanlar, fabrika sahasında kesilir, ciğerler şoförlerin evinde pişirilir, herkesle birlikte sofraya oturulurdu. Kurban etlerinin şoförlerin evinde pişirilmesine gelince... Fabrikanın belirli bir bölümünde şoförler için evler yapılmıştı. Dedem, pişen ilk kurban etlerini şoförlerin evinde, onların terasında yemeyi özellikle arzu ederdi. Kurbanlar kesilir, pişirilir ve yenilir, ama bunun bir öncesi var. O da, kurban satın almak... Dedem, kurban satın almak için babam, dayım ve Ali Ağabeyim’le birlikte hayvan pazarına giderdi. Benim yaşım küçük olduğu için, alım heyetine dahil edilmez, ama, bu sahneleri büyüklerimden dinlerdim.
Tüm aile fertleri için birer küçükbaş hayvan kesilirdi. Bu arada, yine aile fertlerinden Allah’ın rahmetine kavuşmuş olanlar için de kurban kesimi yapılırdı. Evlere, kurban etinden çok az bir kısmı alınır, tamamına yakını ise, parçalara ayrılıp paketlendikten sonra, şoförler vasıtasıyla ihtiyaç sahiplerine ve fukaralara, garibanlara dağıtılırdı.
Yine o günlerden hatırımda kalan bir sahneyi anlatmak istiyorum. Dedem, bana da kurban kestirmişti. Ancak, kesim sırasında bütün dikkatini bizlere yöneltir, zaman zaman “Dikkat et, deriyi kesiyorsun” diye müdahalede bulunurdu.
“Dedem, erken yaşta dini eğitim almamızı, sonra modern ilme yönelmemizi isterdi”
Şimdi biraz da eğitimim ve öğrenimimden söz etmek istiyorum. Önce, aldığım dini eğitimi anlatayım.
Ailemizde en fazla İslami eğitimi benim aldığım söylenir. Bunu dedem sağlamış. Şimdi bunun oluşma şeklini nakledeyim. Dedem, İzmir’de bir vaaz dinlerken, “Kimin üç erkek evladı olup da, birini ilim yoluna adamazsa, onun vay haline...” hadis-i şerifini işitmiş. Bu hadisten çok etkilenmiş. Ardından da “Hakikaten, benim üç erkek torunum var. Bunlardan ikisi çalışsa, biride ilim yapsa, iyi olur” demiş ve bu düşüncesini annemle paylaşmış.
Aile, ilimde takip edeceğim yolu belirledi. Beni önce rahmetli Mahmut Bayram Hoca’ya gönderdiler. Kızıl Minareli Camii’nin hocası... Önce Mahmut Hoca’da Elifba ve Kur’an eğitimi almaya başladım. Ardından da, Nurettin Hoca’dan daha derin ilim aldım. Dedem, o yıllarda bana “Ahmet, sen ilim adamı olacaksın” derdi. Zaman zaman beni kucağına alır, adeta ninni söyler gibi, “İnşallah bu da benim âlim torunum olacak” temennisinde bulunurdu.
Dini eğitimim aşağı yukarı ilkokul dördüncü sınıfta başladı, lise birinci sınıfta tamamlandı. Bu dönemi dedem de her gün uzaktan takip ederdi.
Ailemiz, çok iyi eğitim veren okullarda öğrenim görmemizi isterdi. Dedemin arzusu da, erken yaşta dini eğitimi alıp, daha sonra modern ilme yönelmemdi. Aslında dedem, “örgün eğitim” dediğimiz okul eğitimine ve öğretimine çok fazla bir hassasiyetle yaklaşmazdı. Onun için, hayat tecrübesi daha kıymetliydi. Kim bilir iş hayatında, işe yaramayan nice diplomalı insan görmüştü.
Dedem, “Hayatta hiçbir şey, sizin kitaplarda okuduğunuz gibi olmayacak” derdi. Nitekim, bugün dedemin söylediklerini birebir yaşıyorum. İyi okullarda okudum. Birçok iyi yerlere girip çıktım, iyi bir eğitim aldım, ama dönüp geliyorum, hakikaten bu bilgilerin hiçbirisi gerçek hayatta işlemiyor.
Yüksek tahsilimin bir kısmını Amerika Birleşik Devletleri’nde, bir kısmını da İngiltere’de yaptım. Aslında dedem, Amerika’ya gitmemi çok fazla istememişti. Çünkü bizim aile, korumacılık anlamında çok muhafazakârdır. Mesela dedem, şoförler ile yakın çevrede ve evde çalışan insanlar konusunda çok hassastır. Çok fazla tanımadığı yabancı insanları çevresinde istemezdi. İşte bu yüzden dedemin yanına giren bir personel, uzun yıllar kendisiyle çalışırdı. Tüm özelliklerini bildiği insanlarla beraber olmayı severdi. Dedemin bu tabiatından dolayı benim de gözlerden ırak yurtdışında okumam pek istenmezdi. Ama son jenerasyon olduğum için biraz daha nazım geçiyordu. O yüzden yurtdışına gidebildim.
“Dedem, 28 Şubat Süreci’nde, ‘Siyasetle ilgimiz yok; biz bisküviciyiz’ demişti”
Şimdi, biraz da 28 Şubat Süreci’nde yaşadıklarımızı anlatmak istiyorum. Biz, o dönemde aile olarak, firma olarak çok etkilendik. 28 Şubat Süreci’nin yaşandığı yıl, yani 1997’de lise son sınıf öğrencisiydim. Üniversiteye gitmek üzereydim. Delikanlıydım. O dönemde, çeşitli kişiler ve firmalarla ilgili listeler yayımlanmıştı. Bu firmalar arasında Ülker de vardı. Ülker ürünlerinin askeri kantinlere alınmadığı söyleniyordu. Moralim çok bozuktu.
Bu olaylar üzerine dedemin yanına giderek, “Dedeciğim, biz ne yapacağız, ne olacak? Buradan gidecek miyiz?” diye ağlamaklı bir şekilde konuşmuştum. “Pılımızı pırtımızı toplayarak, bu memleketten gideceğiz herhalde” gibi bir psikolojiye kapılmıştım. Dedem, bu halimi görünce, bana aynen şunları söyledi:
“Oğlum, bak, biz bisküvi yapıyoruz. Bisküvinin rengi bellidir. Çok pişirirsen biraz koyu kahverengi gibi olur, az pişirirsen de açık kahverengi. Bisküvinin rengi bu.”
Dedem, beni teselli etmek için konuşmasını şöyle sürdürmüştü:
“Biz, sonuçta bisküvi imal ediyoruz. Bizim, siyasetle, şununla bununla ilgimiz yok.”
“Sabri Bey’in torunu olmak, büyük sorumluluk istiyor”
Hep söylemişimdir, bizde aile ve iş hayatı iç içe gibi görünür. Evin hanımları da bu kurala hem harfiyen uyarlar, hem de saygı duyarlar. Bu, Sabri Bey’in oluşturduğu bir aile normudur. Bugün, bizim jenerasyonumuzda da eşlerimiz buna ayak uydurmuştur. Hiç unutmuyorum, ilk evlendiğimiz günlerde dedem, eşime, “Bak kızım, bunlar çok çalışırlar. Sen sabırlı ol” uyarısını yapmıştı. Dedemin rahatsızlığının başladığı dönemde, erken saatlerde arabasına zar zor binip işe gitmesi, eşimi çok etkilemişti. Pencereden bakar, “Dede, nereye gidiyor?” diye sorardı. Ben de “İşe gidiyor” cevabını verirdim. Eşim, dedemin koyduğu normu, bizzat dedemin yaşantısından gördü ve benimsedi.
Sabri Ülker’in üçüncü torunu Ahmet Özokur ve Sefure Özokur çiftinin ilk evlatları Yusuf İhsan’dan sonra Nur Vera da 2012 yılında dünyaya geldi ve büyük ailenin en genç ferdi oldu.
Betül-Murat Ülker çiftinin üç evladı var. Üçü de erkek. Yahya, 1 Şubat 1993’te dünyaya gelmiş; ikiz olan Mustafa ve Fatih ise 2000 yılının 19 Nisan günü... Yahya Ülker, Koç Üniversitesi’nde ekonomi-işletme tahsili yapıyor. Mustafa ve Fatih Ülker ise, öğrenimlerini Bilfen Üsküdar Fen Lisesi’nde sürdürüyor.
Üç kardeş de, Sabri Ülker’in torunu olmakla övünüyor. Ağabey Yahya’nın yanı sıra, Mustafa ve Fatih de, “Böyle ünlü bir kişinin torunu olmak, bize ciddi bir sorumluluk yüklüyor” diyorlar.
Şimdi, sırasıyla Yahya, Mustafa ve Fatih Ülker’in, dedeleri Sabri Ülker’le ilgili düşüncelerini alalım:
1 Şubat 1993’te İstanbul’da doğdum. İlkokulu Anafen Okulu’nda, liseyi ise Üsküdar Fen Lisesi’nde okudum. Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim.
Dedem Sabri Bey’i, 4-5 yaşlarındayken tanımaya başladım. O dönemde sağlıklı görünüyordu. Ama bende, yaşlı bir kişi fotoğrafı da oluşturmuştu.
Dedem, ilerleyen yıllarda, baston kullanmaya başladı. Bu sırada, kendisiyle birlikte fabrikaya giderdik. Bu gidiş gelişlerimizde, dedeme yardımcı olurdum. Ayrıca, uzun uzun sohbet etme imkânı elde ederdim.
Aslında fabrikaya, ilk defa babam götürmüştü. O zaman dedemin odasını gördüm. Dedemin odası, ofis değil, adeta ikinci bir ev gibiydi. Makam odasının yanı sıra, hemen yanı başında toplantı ve istirahat odası vardı. Dedemin tüm günlerini yüksek tempolu bir çalışmayla geçirdiği bu oda, özel kalem müdürünün odasıyla bağlantılı, iç içeydi. Böylece, rahatlıkla işlerini halledebiliyorlardı. Ofisin tarzına, şekline hayran kalmıştım.
Dedem, işleri babama devrettikten sonra eve çekildi. Bu defa, evi, ofise döndü. Her gün Özel Kalem Müdürü Adem Bey [Sezer] ve yanında birkaç kişi gelir, dedeme, fabrikada neler olduğunu anlatırlardı. Ama dedem bu durumdan mutluluk duymuyor, rahatsız oluyordu. Dedem, sık sık büyükannem Güzide Hanım’a “Beni, niçin burada oturtuyorsunuz?” diye sitem ederdi. Tabii o kadar senelik yoğun çalışma temposundan sonra evde oturmak ona zor geliyordu; ama sağlığı artık işe gitmesine izin vermiyordu.
“Dedem 84 yaşındayken, ansızın havuza atlamıştı”
2004 yılında, 11 yaşıma gelmiştim. Dedemle birlikte Vaniköy’deki evin bahçesinde geziniyor, spor hocasını bekliyorduk. Hoca, her gün gelir, dedeme egzersiz yaptırırdı. Fakat o gün, malum, sahil trafiğine takılınca, gelmesi de gecikti. 84 yaşındaki tez canlı dedem ise, spor hocasını bekleyemedi ve “Bir şey olmaz” diyerek havuza atladı. Dedemin peşinden de, evin şoförü Yasin Ağabey elbiseleriyle havuza daldı. Ben de onların peşinden atlamak mecburiyetinde kaldım. Çünkü dedemi değil, ama yüzme bilmeyen Yasin’i kurtarmaya çalışacaktım. Dedem, onca yaşına rağmen çok iyi yüzüyordu; doğrusu şaşırmıştım. Tüm bunlar olurken, dedemi her zaman balkondan izleyen büyükannem, ev halkı ve gecikerek gelen spor hocası, heyecan içinde havuzun çevresinde toplandı. Daha sonra dedemle birlikte bizlerde havuzdan çıktık. Bu heyecan verici su sporu da kazasız belasız tamamlanmıştı.
“Sabri Ülker’in torunu olmanın gururunu ve mutluluğunu yakaladım”
Çocukken, doğrusu, Ülker’in ne olduğunu bilmiyordum. Bu ismi, sadece soyadımız ve dedemin imal ettiği bisküvi ile çikolatanın adı olarak biliyordum. Ancak, firma hakkında hiçbir bilgim ve fikrim yoktu. Aradan yıllar geçtikten sonra, taşlar yerine oturmaya başladı. İşte o andan itibaren, Sabri Ülker’in torunu olmanın mutluluğunu ve gururunu yakaladım.
Aslında “Ülker” adına içeriden bakınca, fabrikada, makinelerin bir ucundan hamurun girdiğini, diğer ucundan bisküvinin çıktığını görüyorsunuz. Ancak, bu işlere, yıl bazında bakarsanız, karşınıza yüzbinlerce ton ürün çıkıyor.
Çocukluk yıllarımda, bir tek bisküvi bile benim için dünyalara bedeldi. Bu gıda maddesini sadece iştahla yenildiği için seviyordum. Zamanla, Ülker hakkında çok fazla bilgiler edindim. Bu durum, bazı sorumluluklarımın da olduğunu fark etmemi sağladı.
Hemen, iş hayatına atılmak istedim. Sürekli ofise gitme hevesine kapıldım. Sonra, Eminönü’nde bir kahveci dükkânında çalışmaya başladım. Kaderin cilvesine bakınız; dedem de bundan neredeyse bir asra yakın bir süre önce, yine Eminönü’nde ilk çalışma hayatına başlamış ve para kazanmayı öğrenmiş.
İşin tadını aldıktan sonra, hiç vakit kaybetmeden işyerine ulaşmak için sabah erkenden kalkıyor, Vaniköy’den otobüsle Üsküdar’a, oradan da vapurla Eminönü’ne ulaşıyordum.
Yabancı dilin önemini de, iş hayatımın ilk günlerinde fark ettim. Çünkü dükkânda, benden başka İngilizce bilen yoktu. Oysa bölge, turistlerle dolup taşıyordu. Gelen turistlerle ben muhatap oluyordum. O yaz tatili, bana çok şey kattı. Farklı kültürlerle tanışma, ticaretin tadını alma imkânı sağladı. Aklımda, “iş” kavramının anlamı da yavaş yavaş oturmaya başladı.
“Dedem ebedi âleme yolcu edilirken, kendisine hayranlığım arttı”
Dedem vefat ettikten sonra içimi bir boşluk kapladı. Fatih Camii’nin avlusundaki cenaze töreni sırasında, tabutunun başından hiç ayrılmadım. Avluda olağanüstü kalabalık bir cemaat vardı. Herkes dedemi hayırla yâd ediyordu. Gördüğüm bu manzara, içimde hissettiğim boşluğu doldurmaya başladı. Ayrıca bu ilgi ve sevgiden dolayı, dedeme bir kez daha hayran oldum. Sonra Kozlu’ya, aile kabristanına gittik. Dedemin naaşı kabristana yerleştirildikten sonra, üzerine atılan her toprakta adeta içime bir su serpiliyor ve hissettiğim boşluk doluyordu. Kabristandan ayrılırken, kendimi huzurlu hissettim. Çünkü sevgili dedeme karşı son görevimi de yapmıştım.
Dedemin vefatından sonraki aylarda, bir toplantı için Topkapı’daki fabrikaya gittim. Toplantı bittikten sonra, dedemin odasını ziyaret ettim. Kapı kilitliydi, açıldıktan sonra içeri girdim. Gözümde, eski günler canlandı. Duygulandım. Sonra ofisin geri kalan kısmına bakıp, kendimi teselli ettim. Haksız da sayılmazdım. Çünkü bıraktığı Ülker nerelere kadar gelmişti...
Dedemi, dört yaşımdayken fark ettim. Hiç konuşmuyordu. Tabii ben de hastalığının farkında değildim. Bir-iki yaşlarındayken, dedem bizimle konuşurmuş, ama kendisi hakkında çok fazla bir bilgiye sahip olmadım. Dedemle ilgili ilk bilgileri, bir dergide okudum ve öğrendim. Sabri Ülker’in torunu olmak, insanı onurlandırıyor, sorumluluk veriyor. İnsan, saygı duyulan bir kişinin torunu olunca, kafasına göre hareket edemiyor.
Okulda, kendimi tanıtmak istemiyorum. Babamı tanıyan var, dedemi tanıyan ise pek çok. Derslerimden şikâyetim yok. Her konuyla ilgiliyim. İlerisi için henüz bir seçim yapmadım. Çünkü çok erken. Bugünden seçim yapmaya kalkarsam, ileride gereklerini yerine getiremez durumda olabilirim. Tabii aslında, ailemizin işinden başka bir çalışma alanı seçmek, bana mantıklı gelmiyor. Herhalde bu ortamda çalışacağım. Ancak Ülker, gıda dışında başka sektörlere de açılabilir. Belki de, açılacak olan yeni alanlarda görev alırım.
Sevgili dedemizin konuştuğu halini bilmiyorum. Çünkü biz henüz konuşamazken, dedem konuşuyormuş; biz konuşurken, dedem konuşamaz oldu.
Biz, dedemi tanıdıktan sonra, kendisinin yanı başına gider, bakardık. Dedemin yüzünde yorgunluk ve acı ifadesi yoktu. Kendisini, gözü açık haliyle hiç görmedim, çünkü sürekli kapalı olurdu. Ancak, kapalı halinde de yüzünde daima mutluluk ifadesi okunuyordu.
Babaannemi de çok iyi hatırlıyorum. Güler yüzlüydü, ama şaka yapmazdı. Onun bakışlarında da hep mutluluk ifadesi vardı.
Dedem Sabri Bey’i, yedi yaşından sonra net bir şekilde öğrenmeye başladım. Bu arada, ailemizin nereden geldiği bilgisine de ulaştım. Dedelerimiz, Kırım’dan gelmiş. Kırım’ın haritadaki yerini biliyorum, ama görmedim. Daha sonraki yıllarda mutlaka gidip, görmek isterim. Sabri Ülker’in torunu olmakla övünüyorum.
Sabri Ülker’in Hayat Hikâyesi
Kırımlı Devletler Ailesi, 60 yılda dört savaş ve bir ihtilal yaşadı.
“Ülker Fırtınası” romanından dev bir marka ve soyadı doğuyor.
1944’ün “Türkiye markası” Ülker, 1994’te “dünya markası” oluyor.
Altı torundan ortak söylem: “Sabri Ülker’in torunu olmak, çok büyük sorumluluk istiyor.”
Ülker Fırtınası ile özgürlüğe kavuştu Ülker Fırtınası ile ebedi yolculuğa çıktı.
Sabri Ülker, 92 yıllık yaşamının ardında “Hoş bir sadâ” bıraktı...
16 Eylül 1920 Sabri Ülker, Kırım’ın Aluşta şehri Küçük Lambat köyünde dünyaya geldi.
15 Haziran 1929 Annesi Şakire Hanım, babası Hacı İslam Efendi, ablası Sıdıka, ağabeyleri Asım ve Hakkı’yla birlikte Kırım’dan İstanbul’a göç ettiler. Sabri, annesi ve babasıyla beraber Tekirdağ’ın Saray ilçesi Büyükmanika (Büyükyoncalı) köyüne gitti. Aile, bu köye yerleşti. Diğer çocuklar ise, yaşamlarını İstanbul’da sürdüreceklerdi.
Eylül 1929 Sabri, Kırım’da üç yıl eğitim görmüştü. Ancak, Türkiye’ye gelince, ilkokula 1. sınıftan başlamak zorunda kaldı.
1932 Sabri’nin ağabeyi Hakkı hastalanıp, İstanbul’da hastaneye kaldırıldı. Bunun üzerine aile, Bü- yükmanika köyünden İstanbul’a taşındı. Sabri’nin okul kaydı, aynı yıl Büyükmanika İlkokUlu’ndan Kadırga 3. İlkokulu’na alındı.
1934 Kırımlı Devletler Ailesi, Türkiye’de, Soyadı Kanunu ile birlikte “Berksan” soyadını aldı.
Eylül 1934 İlkokuldan mezun olan Sabri, aynı yılın sonbaharında İstanbul Erkek Lisesi’nde ortaöğreni- me başladı.
15 Aralık 1934 Ağabeyi Hakkı, Büyükmanika’da vefat etti.
Eylül 1935 Parasız Yatılı Sınavını kazanması üzerine, İstanbul Erkek Lisesi’ndeki kaydı, Bilecik Ortaokulu’na nakledildi.
20 Temmuz 1937 Bilecik Ortaokulu’ndan “pekiyi” dereceyle mezun oldu. Aynı yılın sonbaharında, lise öğrenimi için Kütahya’ya gönderilecekti.
22 Temmuz 1940 Kütahya Lisesi’nden “pekiyi” dereceyle mezun oldu. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle, ailesi İstanbul’dan Ankara’ya taşındığı için yükseköğrenime gidemedi, ağabeyi Asım Berksan’ın Ankara’nın Anafartalar Caddesi’nde açtığı şekerci dükkânında çalışmaya başladı.
25 Eylül 1941 İstanbul’daki Sultanahmet Yüksek Ticaret Okulu’nda yükseköğrenime başladı.
16 Eylül 1944 Asım ve Sabri Berksan kardeşler, “Ülker” markalı bisküvi imalatına başladılar.
1 Ekim 1944 Sultanahmet Yüksek Ticaret Okulu’nu “pekiyi” dereceyle bitirdi. Ardından da ağabeyi Asım Berksan’ın İstanbul-Sirkeci’deki şekerci dükkânına ortak oldu.
1 Kasım 1947 Yedek subay adayı olarak, Ankara’da silah altına alındı. Kıta hizmetini ise Diyarbakır’da sürdürecekti.
20 Mayıs 1949 Güzide İman’la İstanbul’da evlendi.
14 Ağustos 1950 İlk evlatları Ahsen dünyaya geldi.
1953 Babası Hacı İslam Efendi İstanbul’da vefat etti.
26 Ağustos 1954 Aile, “Berksan” olan soyadını, mahkeme kararıyla “Ülker” olarak değiştirdi.
28 Ekim 1954 İlk erkek evlatları Ali dünyaya geldi.
1957 Ülker’in, Topkapı semtinde kurulan ilk bisküvi fabrikasının temeli atıldı. Şirket merkezi, bir süre sonra Eminönü’nden Topkapı’ya taşınacaktı.
21 Mart 1959 İkinci erkek evlatları Murat dünyaya geldi.
20 Ocak 1963 Evlatları Ali, bir doktor hatası sonucu İstanbul’da vefat etti.
10 Ocak 1969 Annesi Şakire Hanım, İstanbul’da vefat etti.
1 Mart 1987 Asım ve Sabri Ülker kardeşlerin 1944’te başlayan iş ortaklığı sona erdi.
13 Kasım 1989 Ülker Grubu Şirketleri, Yıldız Holding çatısı altında toplandı.
31 Ocak 1994 Ablası Sıdıka Hanım vefat etti.
5 Nisan 2000 Ülker Şirketi’nin İcra Kurulu Başkanlığı görevini oğlu Murat Ülker’e devretti.
6 Temmuz 2001 Ağabeyi Asım Ülker vefat etti. Cenazesi, Edirnekapı Mehmet Akif Şehitliği’ne defnedildi.
13 Eylül 2010 Hayat arkadaşı Güzide Ülker İstanbul’da vefat etti. Merhumenin cenazesi, 14 Eylül 2010 Salı günü Fatih Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra Eski Kozlu Mezarlığı’nda ebedi istirahatgâhına tevdi edildi.
12 Haziran 2012 92 yıllık hayatının ardından, İstanbul Çamlıca’daki ikametgâhında vefat etti. Merhumun cenazesi, 13 Haziran 2012 Çarşamba günü Fatih Camii’nde, öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından, Eski Kozlu Mezarlığı’nda, eşi Güzide Ülker’in yanı başındaki kabrine defnedildi.
Söyleşi ve Yazışmalar
Söyleşi ve yazışmalar; 3 Ağustos 2006 - 18 Ocak 2014 tarihleri arasında yazar Hulûsi Turgut ile araştırmacı Ali Osman Mola tarafından Adana, Ankara, Antalya, Bilecik, Bolu, Edirne (Keşan), Eskişehir, Hatay, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kütahya, Manisa, Samsun, Sivas, Şanlıurfa, Tekirdağ (Büyükyoncalı ve Karamehmet köyleri) ile Kırım ve Brüksel’de yapıldı. Yaklaşık 400 saatte 166 kişi ile gerçekleştirilen 195 söyleşi ve yazışma için, yurtiçi ve yurtdışında 55 bin km yol kat edildi.
Abdul Wahab Al Bunnia (Yazışma)
Abdullah Ali Balsharaf (Söyleşi: 20 Ekim 2007, İstanbul)
Abdullah Gül (Yazışma: 23 Kasım 2013, Ankara)
Abdullah Şişmanoğlu (Söyleşi: 10 Kasım 2007, İstanbul)
Abdurrahman Çinbaşı (Söyleşi: 8 Eylül 2006 17 Kasım 2006, İstanbul)
Abdülkadir İman (Söyleşi: 2 Şubat 2007, İstanbul)
Adem Sezer (Söyleşi: 8 Eylül 2006 - 17 Kasım 2006, İstanbul)
Adnan Büyüksoy (Söyleşi: 23 Mayıs 2007, İstanbul)
Agâh Kafkas (Söyleşi: 30 Mart 2007, Ankara)
Ahmet Edip Uğur (Söyleşi: 7 Aralık 2006, Ankara)
Ahmet Mahir Dindar (Söyleşi: 16 Nisan 2007, İstanbul)
Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. (Söyleşi: 30 Mayıs 2007, Ankara)
Ahmet Özokur (Söyleşi: 2 Nisan 2007, İstanbul)
Ahmet Selvi (Yazışma)
Ahsen Özokur (Söyleşi: 19 Ocak 2008 - 8 Kasım 2012 14 Şubat 2013, İstanbul)
Ali Doğan (Söyleşi: 28 Şubat 2007, İstanbul)
Ali Ülker (Söyleşi: 19 Mart 2007, İstanbul)
Asım Kocabıyık (Söyleşi: 8 Şubat 2007, İstanbul)
Asım Taşer, Dr. (Söyleşi: 28 Şubat 2007, İstanbul)
Ataman Yıldız (Söyleşi: 4 Mayıs 2007 - 18 Eylül 2007 26 Ekim 2007, İstanbul)
Atıf Biliközen (Söyleşi: 8 Eylül 2006, İstanbul)
Avni İman (Söyleşi: 13 Aralık 2006 - 26 Ekim 2007, İstanbul)
Aziz Refiğ (Söyleşi : 7 Şubat 2007, İstanbul)
Bayram Babacan (Söyleşi: 11 Temmuz 2007, İstanbul)
Betül Ülker (Söyleşi: 19 Ocak 2008, İstanbul)
Bülent Çorapçı (Söyleşi: 19 Şubat 2007, İstanbul)
Celal Adan (Söyleşi: 22 Ocak 2007, Ankara)
Cemil Çiçek (Yazışma: 25 Ekim 2013, Ankara)
Claus Müller (Yazışma)
Deniz Baykal (Söyleşi: 4 Aralık 2013, Ankara)
Devlet Bahçeli (Yazışma: 11 Aralık 2013, Ankara)
Deyvi Florentin (Söyleşi: 26 Aralık 2006, İstanbul)
Dilaver Devlet (Söyleşi: 9 Ocak 2007, İstanbul 21-23 Haziran 2007 - 27 Eylül 2007, Kırım)
Dirk Koedijk (Yazışma)
Doğan Besler (Söyleşi: 10 Ağustos 2006, İstanbul)
Ekrem Şevket Yücesoy (Söyleşi: 31 Ocak 2007, Ankara)
Elmas Akkuş (Söyleşi: 18 Eylül 2007, İstanbul)
Erhan Kurtulmuş (Söyleşi: 8 Şubat 2007, İstanbul)
Erol Erbaş (Söyleşi: 18 Kasım 2006, İstanbul)
Fahri Öksüz (Söyleşi: 12 Ocak 2007, Hatay)
Faik Evirgen (Söyleşi : 18 Eylül 2007, İstanbul)
Faruk Berksan (Söyleşi: 3 Mayıs 2007, İstanbul)
Faruk Dağyar (Söyleşi: 30 Kasım 2007, Antalya)
Fatih Ülker (Söyleşi: 23 Nisan 2013, İstanbul)
Fikret Evyap (Söyleşi: 4 Mayıs 2007, İstanbul)
Firuz Kanatlı (Söyleşi: 1 Şubat 2007, Eskişehir)
Fuat Çanakçı (Söyleşi: 16 Eylül 2006, Samsun)
George Wiederkehr, Dr. (Söyleşi: 10 Kasım 2006, Manisa)
Gülizar Bayraktar (Söyleşi: 2 Nisan 2011, İstanbul)
Hakan Kırımlı, Doç. Dr. (Yazışma: 28 Şubat 2013, 10 Mayıs 2013)
Haluk Mesci (Söyleşi: 7 Şubat 2007, İstanbul)
Haluk Yavuzer, Prof. Dr. (Söyleşi: 30 Aralık 2010, İstanbul)
Hasan Uğur (Söyleşi: 13 Aralık 2006, İstanbul)
Hasan Yozgat Söyleşi: (17 Mayıs 2007, İstanbul)
Hayati Kuru (Söyleşi: 8 Eylül 2006 - 5 Aralık 2006, İstanbul)
Hayri Dinçsoy (Söyleşi: 14 Mart 2007, İstanbul)
Hilmi Durmaz (Söyleşi: 9 Ağustos 2006, Ankara)
Hüseyin Güneş (Söyleşi: 5 Ağustos 2011, İstanbul)
İbrahim Avcu (Yazışma)
İbrahim Bodur (Söyleşi: 16 Haziran 2009, İstanbul)
İdris Erbaş (Söyleşi: 8 Eylül 2006, İstanbul)
İsmail Bacacı (Söyleşi: 4 Mart 2013, İstanbul)
İsmet Eldener (Söyleşi: 6 Aralık 2007, Eskişehir)
İsmet Sezgin (Söyleşi: 27 Mayıs 2013, Ankara 24 Ekim 2013, İstanbul-Yazışma: 30 Ekim 2013, Ankara)
İsmet Yüksel (Söyleşi: 27 Eylül 2007 - 6 Ağustos 2012, Kırım)
İzmir Tolga (Söyleşi: 24 Ocak 2007, İstanbul)
Kadir Çeliktürk (Söyleşi: 30 Kasım 2007, Antalya)
Kadir Güler (Söyleşi: 31 Temmuz 2007, İstanbul)
Kâmil Yazıcı (Söyleşi: 14 Ağustos 2007, İstanbul)
Kemal Şentürk (Söyleşi: 3 Kasım 2006, İzmir)
Kemal Unakıtan (Söyleşi: 9 Şubat 2008, Ankara)
Kerami Mercan (Söyleşi: 2 Temmuz 2007, Edirne / Keşan)
Korhan Tegül (Söyleşi: 3 Mayıs 2007, İstanbul)
Kurt Seyit Çalı (Söyleşi: 2 Ağustos 2011 - 6 Temmuz 2012, İstanbul)
M. Kemal Cabıoğlu (Söyleşi: 6 Aralık 2006, İstanbul)
Macit Akın Özoflu (Söyleşi: 8 Kasım 2013, İstanbul)
Mahir Şenbabaoğlu (Söyleşi: 3 Temmuz 2007, İstanbul)
Mahmut Mahir Kuşçulu (Söyleşi: 24 Ağustos 2006, İstanbul)
Mehmet Ağar (Söyleşi: 22 Ocak 2007, Ankara)
Mehmet Ali Eroğlu (Söyleşi: 25 Aralık 2006, İstanbul)
Mehmet İman (Söyleşi: 12 Aralık 2006, İstanbul)
Mehmet Kösdağ (Söyleşi: 25 Ekim 2007, İstanbul)
Mehmet Kurtuluş (Söyleşi: 1 Mart 2007, İstanbul)
Mesut Erez (Söyleşi: 18 Haziran 2007, Kütahya)
Metin Emiroğlu (Söyleşi: 18 Eylül 2007, İstanbul)
Metin Yurdagül (Söyleşi: 7 Aralık 2006, Ankara)
Mevlüt Onat (Söyleşi: 5 Aralık 2006, İstanbul)
Mike Acemyan (Söyleşi: 23 Ağustos 2006, İstanbul)
Muallâ Öner (Söyleşi: 13 Mart 2011, İstanbul)
Murat Aluç (Söyleşi: 8 Eylül 2006, İstanbul)
Murat Ülker (Söyleşi: 19 Ocak 2008 - 23 Nisan 2013 28 Eylül 2013 - 23 Ekim 2013, İstanbul)
Mustafa Acar (Söyleşi: 19 Ekim 2007, Bolu)
Mustafa Albayrak (Söyleşi: 10 Temmuz 2007, İstanbul)
Mustafa Kalaycıoğlu (Söyleşi: 4 Temmuz 2007, İstanbul)
Mustafa (Cemiloğlu) Kırımoğlu (Söyleşi: 29 Eylül 2007 6 Ağustos 2012, Kırım)
Mustafa Özel, Dr. (Söyleşi: 6 Şubat 2007 - 2 Temmuz 2007, İstanbul)
Mustafa Ülker (Söyleşi: 23 Nisan 2013, İstanbul)
Mustafa Topbaş (Söyleşi: 2 Nisan 2007, İstanbul)
Muzaffer Kösdağ (Söyleşi: 25 Ekim 2007, İstanbul)
Mümin Erkunt (Söyleşi: 16 Temmuz 2007, Ankara)
Nahit Küçük (Söyleşi: 9 Ocak 2007, İstanbul)
Nâzım Düzenli (Söyleşi: 25 Aralık 2006, İstanbul)
Necati Can (Söyleşi: 16 Nisan 2007, İstanbul)
Necati Çelik (Söyleşi: 29 Mart 2007, Ankara)
Necdet Buzbaş (Söyleşi: 20 Şubat 2007, İstanbul)
Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. (Söyleşi: 25 Ekim 2007, İstanbul)
Nihat Gökyiğit (Söyleşi: 25 Aralık 2006, İstanbul)
Nihat Öner (Söyleşi: 17 Nisan 2007, İstanbul)
Orâl Turanoğlu (Söyleşi: 3 Kasım 2006, İzmir)
Orhan Ateş (Söyleşi: 3 Şubat 2007, İstanbul)
Orhan Çakırlar (Söyleşi: 9 Temmuz 2007, İstanbul)
Orhan Göker (Söyleşi: 14 Mart 2007, İstanbul)
Orhan Kayım (Söyleşi: 25 Nisan 2007, İstanbul)
Orhan Karabulut (Söyleşi: 30 Ocak 2010, İstanbul)
Orhan Özokur (Söyleşi: 23 Ağustos 2006 - 3 Mayıs 2007, İstanbul)
Osman Kartal (Söyleşi: 26 Aralık 2006, İstanbul)
Ömer Çetiner (Söyleşi: 27 - 28 Kasım 2007, Şanlıurfa)
Ömer Özokur (Söyleşi: 2 Nisan 2007, İstanbul)
Patrick Baird (Söyleşi: 14 Kasım 2006, Ankara)
Raşit Köken (Söyleşi: 28 Kasım 2006, Tekirdağ-B.Yoncalı)
Recep Tayyip Erdoğan (Yazışma: Temmuz 2013, Ankara)
Recep Toktemir (Söyleşi: 28 Kasım 2006, Tekirdağ / B.Yoncalı)
Remzi Önal (Söyleşi: 14 Mart 2007, İstanbul)
Reşat Sözen (Söyleşi: 25 Haziran 2013, İstanbul)
Rıfat Hassan (Söyleşi: 26 Aralık 2006, İstanbul)
Rıza Sepet (Söyleşi: 10 Mayıs 2007, İstanbul)
Sabahattin Zaim, Prof. Dr. (Söyleşi: 7 Mart 2007, İstanbul)
Sadettin Korkut (Söyleşi: 4 Mayıs 2007, İstanbul)
Salih Özcan (Söyleşi: 2 Şubat 2007 - 20 Şubat 2007, İstanbul)
Salih Tuğ, Prof. Dr. (Söyleşi: 25 Ocak 2007, İstanbul)
Salim Uslu (Söyleşi: 18 Ağustos 2006, Ankara)
Sami Bakanoğlu (Söyleşi: 24 Nisan 2007, İstanbul)
Sebahattin Kahyaoğlu, Dr. (Söyleşi: 18 Kasım 2006, İstanbul)
Selçuk Berksan (Söyleşi: 27 Kasım 2006 - 15 Mart 2007 19 Mart 2007 - 3 Nisan 2007 - 2 Temmuz 2012, İstanbul)
Sezgin Elmas (Söyleşi: 10 Temmuz 2007, İstanbul)
Silvio Kluzer (Söyleşi: 31 Ağustos 2009, Brüksel)
Süleyman Çelebi (Söyleşi: 17 Mayıs 2013, Ankara)
Süleyman Demirel (Söyleşi: 3 Ağustos 2006 - 23 Ekim 2013 Yazışma: 18 Ocak 2014, Ankara)
Süleyman Yalçın, Prof. Dr. (Söyleşi: 3 Şubat 2007, İstanbul)
Şaban Gülbahar (Söyleşi: 23 Ağustos 2006 25 Nisan 2007, İstanbul)
Şemsi Kopuz (Söyleşi: 25 Ekim 2007, İstanbul)
Ş̧̧ener Astan (Söyleşi: 20 Ağustos 2013, İstanbul)
Talât Özgün (Söyleşi: 1 Mayıs 2008, İzmir)
Tanıl Küçük (Söyleşi: 5 Eylül 2006, İstanbul)
Tekin Kantarcı (Söyleşi: 16 Mayıs 2007, Kayseri)
Tekin Küçükali (Söyleşi: 26 Nisan 2007, Ankara)
Tevfik Arıkan (Söyleşi: 3 Mayıs 2007, İstanbul)
Turgay Demirel (Yazışma)
Tuncay Özilhan (Söyleşi: 19 Şubat 2007, İstanbul)
Turgut Ayla (Söyleşi: 17 Nisan 2007, İstanbul)
Ümit Çelebi (Söyleşi: 11 Temmuz 2007, İstanbul)
Vitali Hakko (Söyleşi: 1 Mart 2007, İstanbul)
Vural Baylan (Söyleşi: 9 Temmuz 2007, Ankara)
Vural Bulut (Söyleşi: 3 Mayıs 2007, İstanbul)
Yahya Ülker (Söyleşi: 23 Nisan 2013, İstanbul)
Yakup Tahincioğlu (Söyleşi: 2 Nisan 2007, İstanbul)
Yılmaz Akar (Söyleşi: 7 Mart 2007, İstanbul)
Yılmaz Karadeniz (Söyleşi: 16 Aralık 2006, İstanbul)
Yurdakul Gözde (Söyleşi: 18 Mayıs 2013, Bodrum)
Yusuf Oda (Söyleşi: 8 Eylül 2006, İstanbul)
Yüksel Ertan (Söyleşi: 21 Haziran 2007, İstanbul)
Yüksel Günay (Söyleşi: 24 Ocak 2007, İstanbul)
Zeki Sözen (Yazışma)
Zeki Yıldız (Söyleşi: 18 Haziran 2007, Kütahya)
Zihni Uğurses (Söyleşi: 7 Ağustos 2006, Adana)
Ziya Yıldız (Söyleşi: 18 Haziran 2007, Kütahya)
Yayınlar
A. M. Şamsutdinov Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923, Çeviren: Ataol Behramoğlu, Doğan Kitap, İstanbul, 1999
Agâh Oktay Güner, Dr., Türkiye’nin Kalkınması ve İktisadî Devlet Teşekkülleri, Damla Yayınları, İstanbul, 1978
Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr., Stratejik Derinlik - Türkiye’nin Uluslararası Konumu, 68. Baskı, Küre Yayınları, İstanbul, 2011
Alan Fisher, Kırım Tatarları, Çeviren: Eşref B. Özbilen, Selenge Yayınları, İstanbul, 2009
Alan Parmer, 1853-1856 Kırım Savaşı ve Modern Avrupa’nın Doğuşu, Türkçesi: Meral Gaspıralı, Sabah Kitapları İstanbul, 1999.
Aleksandr Keresnki, Kerenski ve Rus İhtilâli, Çeviren: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1967.
Ali Polat, Üç Bin Yıllık Birikim, Enes Matbaacılık, İstanbul, 2006.
Aram Andonyan, Balkan Savaşı, Çeviren: Zaven Biberyan, Aras Yayıncılık, İstanbul, 1999. Atlas Tarih Dergisi Özel Sayısı, “100. Yılında Balkan Savaşları”, Sayı: 16, 2012.
Aziz Kaylan, “Tarihimizin Unutulan Olayı Kırım Savaşı (1853-1856)”, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1975.
Boris Pasternak, Doktor Jivago, Cem Yayınevi, İstanbul, 2011.
Burhan Belge, İkinci Dünya Savaşı - Radyo Konferansları, Başnur Matbaası, Ankara, 1970.
E. H. Carr, Sovyet Rusya Tarihi, Bolşevik Devrimi 1917 - 1923, 3 Cilt, Ceviren: Orhan Suda, Metis Yayınları, İstanbul, 1979.
Emel Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.
Erdal Güven, “Stalin-Troçki Mücadelesi”, Atlas Tarih Dergisi, Sayı: 18, Şubat-Mart 2013.
Ernest Hemingway, İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşı’ndan Mektuplar, Türkçesi: M. Ali Kayabal, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1970.
Fahir Armaoğlu, Prof. Dr., 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983.
Ferénc Feher - Helles Ágnes, Doğu Avrupa Devrimleri, Derleyip Çeviren: Tarık Demirkan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995.
Fevzi Çakmak, Batı Rumeli’yi Nasıl Kaybettik?, Yayına Hazırlayan: Ahmet Tetik, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
Hayrettin Bey, Kırım Harbi, Yayına Hazırlayan: Şemsettin Kutlu, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul.
Henrik Eberle-Matthias Uhl, Hitler Kitabı, Çeviren: Mustafa Tüzel, NTV Yayınları, İstanbul, 2009.
Hulûsi Turgut, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Avrasya ve Demirel, II. Cilt, ABC Yayınları, İstanbul, 2002. Demirel’in Dünyası, ABC Yayınları, İstanbul, 1992.
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, 3 Cilt, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2006.
İlhan Bardakçı, Bir İmparatorluk Yağması - Balkan Bozgunu ve I. Dünya Harbi, 3. Baskı, Ajans-Türk Yayınları, Ankara.
İlhan Tekeli-Selim İlkin, 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara, 1977.
İsmail Soysal, Soğuk Savaş Dönemi ve Türkiye - Olaylar Kronolojisi (1945-1975), İsis Yayımcılık, İstanbul, 1997.
İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1987.
Jak Deleon, Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003.
Kâmuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991.
Kâzım Karabekir, Ankara’da Savaş Rüzgarları, II. Dünya Savaşı - CHP Grup Tartışmaları, Emre Yayınları, İstanbul, 1994.
Kemal Çapraz, Sürgünde Yeşeren Vatan Kırım, Turan Yayıncılık, İstanbul, 1995.
Kerem Çalışkan, 100 Yılın Rövanşı, Caretta Yayınları, İstanbul, 2012. Kütahya Lisesi 100. Yıl Albümü (1890-1990), Ekspres Matbaası, Kütahya, 1990.
Leon Troçki, Balkan Savaşları, Çeviren: Tansel Güney, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
Lev Tolstoy, Sivastopol 1855, Türkçesi: E. Nermi, Gün Yayınları, İstanbul, 1966.
Liddell Hart, II. Dünya Savaşı Tarihi, 1. ve 2. Cilt, Çeviren: Kerim Bağrıaçık, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999.
Mehmet Arif Demirer, Demokrat Parti ve Tarım, Demokrat Parti 60.Yıl Kitapları No:5, Ankara, 2006. Demokrat Parti’nin Yatırımları, Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara, 2006. 6 Eylül 1955 Olaylarına 50.Yılda Yeni Bakış, Demokratlar Kulübü Yayınları, Ankara, 2006.
Mehmet Maksudoğlu, Prof. Dr., Kırım Türkleri, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2009.
Mert Toker-Ceyhun Arca, Alman’ın Mehmetçikleri, Cinius Yayınları, İstanbul, 2012.
Nadir Devlet, Prof. Dr., İsmail Gaspıralı, Başlık Yayın Grubu, İstanbul, 2011.
Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbul, 2005.
Olaf Caroe, Sir, Sovyet İmparatorluğu, 2 Cilt, Tercüme: Zerhan Yüksel, Tercüman 1001 Eser, İstanbul.
Onur Öymen, Silahsız Savaş, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2002.
Orlando Figes, Kırım - Son Haçlı Seferi, Çeviren: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2012.
Ömer Sami Coşar, Troçki İstanbul’da, Kitaş Yayınları, İstanbul, 1969.
Özcan Pehlivanoğlu, Yeniden Merhaba Rumeli, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul, 2008.
Philip S. Jowett, Balkan Harpleri’nde Ordular 1912-13, Çeviren: Emir Yener, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
Safiye Erol, Ülker Fırtınası, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2010.
Şevket Rado, Hayat Böyledir, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1966.
Sâmiha Ayverdi, Türk-Rus Münasebetleri ve Muharebeleri, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1970.
Serge A. Zenkovsky, Prof. Dr., Rusya’da Pan-Türkizm ve Müslümanlık, Çeviren: Prof. Dr. İzzet Kantemir, Üçdal Neşriyatı, İstanbul, 1983.
Süheyl Gürbaşkan, Bir Reklâmcı Aranıyor, İstanbul Reklâm Yayınları, İstanbul, 1980
Süleyman Demirel, Bir Ömür Suyun Peşinde, 2 Cilt, (2. Baskı) ABC Medya Ajansı Yayınları, İstanbul, 2006.
Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Çeviren: Burhan Arpad, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1997.
Stefanos Yerasimos, Türk-Sovyet İlişkileri, Ekim Devrimi’nden Milli Mücadeleye, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1979.
Stephane Lauzanne, Balkan Acıları, Kastaş Yayınları, İstanbul, 1990.
Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda, Doğan Kitap, İstanbul, 2013.
Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi 1923-1950, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1994.
Yaşar Kalafat, Dr., Kırım-Kuzey Kafkasya Sosyal Antropoloji Araştırmaları, ASAM Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 1999.
Yılmaz Öztuna, Rumeli Kaybımız - 93 ve Balkan Savaşları, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1990. Osmanlı Devleti Tarihi, Faisal Finans Kurumu Yayını, İstanbul, 1986.
A
Abdurrahman (Sabri Ülker’in ağabeyi) 68, 317
Abdülhamid II., Padişah 51, 56, 58-60, 107, 565, 566
Abdülmecid, Padişah 51
Ablum, Mahir 163, 641, 642
Acar, Mustafa 613, 614, 633, 717
Acıman, Eli 525
Ağca, Mehmet Ali 426
Ahmet Ziya Bey (Sabri Ülker’in dayısı) 59, 102, 125-128, 131
Akbulut, Ziyaeddin 616-617
Akın, Kenan 514, 515
Aksoy, Temel 253
Aktin, Edip 679
Akyol, Taha 683, 691, 693, 722
Akzambak, Mehmet 376
Al-Bunnia, Haj Abdul ahab 480, 715
Aleko Usta 204
Allen, Melvin C. 310, 311
Ali Haydar Efendi 222-223
Altıntak, Hüseyin 204, 595
Arın, Suat 628
Arıkan, Tevfik 633, 634, 719
Arısan, Mehmet 162
Aslan, Yusuf 377
Astan, Şener 585, 628, 629
Ataseven, Asaf 465, 466, 530, 661
Ataseven, Gülsen 465, 466
Ateş, Orhan 559, 560
Atatür, Pervin 172
Atatürk, Mustafa Kemal 107, 108, 113, 114, 123, 146, 147, 154, 158, 168, 172, 267, 314, 365, 378, 554
Avcu, İbrahim 209
Aydemir, Talat 332
Aydıner, Atilla 620
Ayvazovski, İvan 51
B
Bacacı, İsmail 418
Balcı, Şükrü 370, 394, 395, 548
Balzac, Honor± de 55
Bahçeli, Devlet 32
Barnes, Harry 301
Başar, Şükûfe Nihal 154, 223
Başaran, Mustafa 360, 361
Bayar, Celal 167, 211, 268, 332, 347
Baykal, Deniz 30
Bayraktar, Gülizar 249-251
Bayram, Mahmut 667
Benekay, Yahya 226, 228
Berker, Şinasi Nahit 349
Berkman, Münir Müeyyed 154, 158
Berksan, Betül (Asım Ülker’in kızı) 240, 290, 465-467, 669
Berksan, Faruk 116, 240, 259, 349, 351, 352, 354, 355, 357- 360, 362, 368, 369, 371, 387, 400, 405, 415, 460, 486, 487, 533, 534, 592, 602, 636, 707
Berksan, Selçuk 58, 79-81, 91, 101, 109, 116, 118, 119, 127, 139, 142, 173, 181, 200, 201, 203, 205, 240, 257-260, 262, 263, 285, 311, 314, 315, 336, 337, 350-352, 354, 359, 369, 370, 373, 376, 382, 383, 385, 387, 399, 401, 405, 415, 434, 448, 449, 484, 494, 702
Besler, Doğan 143
Besler, Fehmi 143
Besler, Sami 141, 170
Beyatlı, Yahya Kemal 122, 172, 555
Beykont, Zeki 159, 160, 162
Biliközen, tıf 362
Bodur, İbrahim 321, 323, 325
Bolak, Aydın 325
Bonaparte, Napolyon 156, 213, 301
Boran, Behice 426
Bölükbaşı, Rıza Tevfik 157
Budak, Rıdvan 418, 419, 424
Buzbaş, Necdet 403, 404, 430, 536, 538, 539
Büyük, Gürol 445
Büyükanıt, Yaşar 550
C
Cansen, Ege 463
Cengiz Han 40, 41
Ceyhun, Ekrem 689
Churchill, Winston 43, 44, 193, 301
Cibran, Halil 89, 137, 701
Cilasun, Zafer 346
Clay, Muhammed Ali 646
Commer, Robert 346
Coşkun, Ali 564
Ç
Çağlayangil, İhsan Sabri 519
Çalı, Kurt Seyit 84-86, 90, 91, 94, 110, 114, 119, 120, 185, 226-228, 231, 232
Çalı, Nuriye 231
Çakır, Erden 636
Çamlıbel, Faruk Nafiz 153
Çanakçı, Fuat 340, 341, 585, 592, 594, 679
Çanakçı, Suat 594
Çar Nikolay 107, 120
Çehov, Anton 51
Çelebi, Bünyamin 531
Çelebi, Süleyman 418-421
Çelebi, Ümit 513, 514, 521, 522, 530, 542
Çeliktürk, Kadir 601
Çetiner, Ömer 614, 615, 617
Çiçek, Cemil 19
Çiller, Tansu 554
Çizmecioğlu, Abdullah 172
Çizmecioğlu, Mustafa 172
Çorapçı, Bülent 320-322, 325, 548
D
Dağcı, Cengiz 51
Dağyar, Faruk 590, 591, 634
Damat Ferit Paşa 108
Davis, William Hersey 319
Davutoğlu, Ahmet 104, 105, 350, 412, 413, 443, 451, 661
Davutoğlu, Sare 104
Demirel, Süleyman 24, 45, 46, 175, 304, 333-335, 345, 364, 378, 417, 424-426, 428, 519, 520, 548, 554, 580, 626
Demirel, Turgay 580, 581
Denizci, Süheyl 265, 695, 697
Denktaş, Rauf 425
Devletof Süleymanoğlu, Dilaver 116, 117
Dinçsoy, Ahmet 207, 208
Dinçsoy, Hamdi 141, 353
Dinçsoy, Hayri 208
Dinçsoy, İsmet 207
Dinçerler, Vehbi 165
Doğan, Ali 571, 572, 576
Durmaz, Hilmi 539, 585, 596, 597
Duruel, Hasan 617
Düzenli, Samime 179
E
Ecevit, Bülent 346, 376-378, 384, 392, 425, 428, 519, 520, 551
Ecevit, Rahşan 520
Eczacıbaşı, Nejat 609
Ecirzade, Mustafa Avni 171
Edison, Thomas 301
Eflatun (Platon) 146, 151
El Mutavva, Abdullah 305
Elrom, Efraim 365
Emiroğlu, Metin 409, 410
Engin, Kemal 153
Erbakan, Necmettin 175, 347, 364, 365, 376, 378, 424, 519, 549, 551, 554, 618
Erbuğ, Orhan 384, 385
Erdem, Ercan 384, 385
Erdoğan, Recep Tayyip 22, 618, 619, 622, 623, 690
Erez, Mesut 163, 641
Erkunt, Mümin 338, 339
Eroğlu, Mehmet Ali 609, 611
Erim, Nihat 364, 365, 377, 519
Erol, Safiye 199, 200
Erozan, Celal Sahir 154
Ersoy, Mehmet Akif 66
Ertan, Yüksel 521-524
Esen, Fikret 214, 215
Esener, Ali Fethi 520
Eşref Sabit 154
Evren, Kenan 425, 426, 519, 520
Eyüboğlu, Bedri Rahmi 122
F
Fahreddin (Türkkan) Paşa 106
Fatih Sultan Mehmed, Padişah 41, 197
Feyzioğlu, Turhan 424, 426
G
Gamsız, Nuri 265, 695, 697
Gaspıralı, İsmail Bey 42, 43, 45
Gates, Bill 691
Gazioğlu, Şaban 321
General Wrangel 120, 124
Genç, Faruk 265
Gezmiş, Deniz 377
Goethe, Johann Wolfgang von 71, 169
Goldenberg, Emil 679
Gomez, Heinz 264
Gök, Adem 178
Gök, Süleyman 178
Gökçen, Sabiha 114
Gökbörü Kançal, Fikri 110
Gökyiğit, Nihat 313, 567
Gövsa, İbrahim Alâaddin 154, 158
Gözde, Yurdakul 422
Gül, Abdullah 15
Gülen, Fethullah 550
Gümüşpala, Ragıp 332
Günay, Yüksel 583, 584
Güneş, Hüseyin 566, 600
Güney, Eflatun Cem 151
Gürbaşkan, Süheyl 521
Gürcan, Tarık 265
Gürel, Halit 139, 144, 450
Gürsel, Cemal 332, 345
Güzelses, Celal 217
H
Hacı Bekirzade Ali Muhiddin 171
Hacı Geray Han 41
Hacı İslam Efendi (Sabri Ülker’in babası) 17, 39, 52, 53, 57-62, 64-69, 71, 73, 76, 79-81, 83, 86, 87, 89, 91-94, 96, 97, 106, 110, 113, 114- 116, 118, 119, 122, 125- 128, 131, 134, 135, 138-140, 141, 171, 185, 207, 208, 223, 230, 235-237, 239-241, 248, 255, 316, 317, 681, 711, 712
Hacı Sayid 171
Hafız Numan Efendi (Sabri Ülker’in dedesi) 61, 64, 67, 68
Hafız Rıza Bey (Sabri Ülker’in dayısı) 102
Hanife Hanım 223
Hasan Efendi (Sabri Ülker’in dedesi) 52, 55, 58, 59, 62, 681
Hassan, Rıfat 308, 309
Hatemi, Nadir 273
Hatice Gülsüm Hanım (Sabri Ülker’in babaannesi) 52, 55, 62
Haşim, Ahmet 153, 156
Hitler, Adolf 159, 184, 185, 189, 210, 214, 225, 229
Hugo, Victor 555
Humeyni, Ayetullah 426
Hz. Ali 393, 394
Hz. Muhammed 106, 137
I
Ilıcak, Kemal 514
Işık, Murat 110
İ
İbrahim, Veli 90, 91
İman, Ahmet 417
İman, Avni 220, 277, 401, 402
İman, Mehmet 238
İman, Muharrem 222, 275, 639
İman, Sabiha 116, 190, 236, 273, 275
İnam, Orhan 359
İnan, Hüseyin 377
İnönü, Erdal 554
İnönü, İsmet 114, 167, 168, 193, 194, 211, 332, 333, 347, 364, 377, 378
İnönü, Mevhibe 114
İpekçi, Abdi 426
İsmail Hakkı (Sabri Ülker’in ağabeyi) 68, 91, 317, 557
İzzet Melih 159
J
Jankoviç, Jean Paul 679
Jobs, Steve 691
Johnson, Lyndon B. 310, 345
K
Kâmil Paşa 565
Kamu, Kemalettin 154
Kanatlı, Firuz 349, 350, 683, 685, 688
Kantarcı, Hayrullah 630
Kantarcı, Tekin 630, 631
Kantarcızade Hacı Ömer 172
Karaağaçlı, Hacı Mustafaoğlu Süleyman 172
Karabulut, Orhan 179, 180, 181
Karaca, Kadri 263
Karaca, Yunis 568
Karadayı, İsmail Hakkı 557
Karadeniz, Yılmaz 224
Karataş, Ayfer 299
Karpat, Kemal 692
Kasım, Ahmet 167
Katerina (Çariçe) 45
Kaufman, Aleander 302
Keçeci, Karpiç (Juri Georges Karpovitch) 172
Kent, Muhtar 697
Kerenski, Aleksandr 107
Kırımlı, Ahmet İhsan 324
Kırımoğlu (CemiloğluԜ) Mustafa 46-48
Kısakürek, Necip Fazıl 154, 155, 677
Kibritçioğlu, Ahmet 597
Kocabıyık, Asım 533
Koç, Vehbi 172, 254, 305, 321, 603, 605, 687
Koçu, Reşat Ekrem 179
Kohen, Hayim 219, 220, 222, 224, 225, 255
Konfüçyüs 169
Koraltan, Refik 211
Koru, Naci 566
Korutürk, Fahri 376, 378, 425, 426, 519
Koryürek, Enis Behiç 154
Köprülü, Fuat 211
Kösdağ, Mehmet 130, 319
Kubayev, Memet 86, 91
Kumak, Mehmet Gafur 172
Kurt Mehmet (Sabri Ülker’in amcası) 55
Kuşçulu, Mahmut Mahir 330, 476, 477
Kuşçulu, Nuh 320, 321, 324, 327, 330, 331, 475, 476, 478
Küçükali, Tekin 406, 407, 569
L
La Bruy°re, Jean de 555
Lamartine, Alphonse de 109
Le Bon, Gustave 109
Lenin (Ulyanov), Vladimir İlyiç 79, 90, 96, 107, 122
M
Mahire (Sabri Ülker’in ablası) 61, 139, 317
Mardin, Yusuf 154
Mareşal Fevzi Çakmak 210
Marko Usta 170
Mar, Karl 90, 123
Mavituna, Abdurrahman 151, 167
Mehmet Turhan Bey 171
Melen, Ferit 378
Menderes, Adnan 211, 257, 265-268, 296, 332, 377, 522, 554
Menderes, Yüksel 377
Mercan, Kerami 607, 608
Mercan, Nedim 607
Mercan, Sami 607
Meriç, Cemil 240
Mesci, Haluk 521, 522, 525, 526
Morçay, Şükrü 496
N
Nahum, Hayim 203, 303
Nebioğlu, Kemal 380-382, 396, 417, 424
Neriman Teyze (apartman komşuları) 244
Nurettin Hoca 667
O
Oluç, Mehmet 585, 596, 598
Onnik Usta 208, 258
Orhon, Orhan Seyfi 154, 158
Ortaylı, İlber 45, 213
Osman Nuri Bey 171
Osmanoğlu, Abid 565
Ö
Öksüz, Fahri 588, 589, 679
Öner, Mualla 59, 72, 131, 199
Öner, Nihat 82, 102, 130, 132, 207
Ömer, Öner 679
Önsel, Vedat 425
Öz, Sebahattin 153
Özal, Turgut 165, 175, 327, 343, 346, 409-411, 520, 554, 689, 692
Özbek, Necip 615
Özcan, Gazanfer 447, 448
Özcan, Gönül Ülkü 447, 448
Özcan, Salih 304-307, 565, 566
Özdemir, Sadi 516, 517, 692
Özdemir, Nâzım 363
Özden, Yekta Güngör 561
Özdil, Yılmaz 683, 695, 697
Özdöner, Fazıl 615
Özel, Mustafa 144, 145, 176, 475, 522, 535
Özgü, Cemal 181
Özgü, Cemile 181
Özgün, Talât 215, 216, 218
Özhun, Kayhan 475
Özilhan, Tuncay 471-473, 475, 477, 577
Özokur, Ahmet 104, 617, 643, 660, 661, 669
Özokur (Ülker) Ahsen 36, 38, 76, 95, 97, 100-104, 118, 133, 145, 162, 166, 200, 222, 235, 237, 240-243, 246, 249- 251, 270, 275, 280, 281, 283- 285-292, 316, 354, 372, 387, 388, 462, 468, 484, 542, 645, 649, 678, 679, 681, 712
Özokur, Alanur 660
Özokur, Ayşe Senem 660
Özokur, Beyhan 660
Özokur, Kerem 660
Özokur, Nur Vera 669
Özokur, Orhan 104, 354-356, 363, 380, 381, 441, 475, 489, 491, 492, 536, 540, 575, 578, 661
Özokur, Ömer 643, 652, 653, 660
Özokur, (Davutoğlu) Sefure 104, 661, 669
Özokur, Yusuf İhsan 669
P
Page, Larry 691
Pandeli Usta 201
Pasternak, Boris 52, 77
Peker, Alptekin 680
Polatkan, Hasan 332, 554
Puşkin, Aleksandr Sergeyeviç 51
R
Rado, Şevket 269, 270, 281, 555
Rakiros, Parasko 183, 203, 205
Rasputin, Grigori 107
Recaizâde Ekrem 153
Richepin, Jean 154
Roosevelt, Franklin 43, 44
S
Sabancı, Hacı Ömer 685, 688
Sabancı, Sakıp 562, 685, 688
Sadık Rifat Paşa 692
Saharov, Andrey 47
Said Şamil 565
Sancar, Semih 426
Saracoğlu, Şükrü 177, 193, 194, 205
Sazak, Gün 519
Selışık, Selahattin 214, 215
Sepet, Rıza 594, 625, 626, 679
Seyit Ömer, (Sabri Ülker’in amcası) 55, 101
Sezer, Adem 167, 504
Sezgin, İsmet 26, 557, 558
Sıdıka Hanım (Sabri Ülker’in ablası)
Simavi, Sedat 233
Socrates 69, 316
Songar, Ayhan 564
Sökmen, Tayfur 519
Sözen, Reşat 618, 619
Sözer, Vural 521
Sultan Aziz, Padişah 692
Sultan Reşad, Padişah 87
Sunay, Cevdet 345, 364, 365, 377
Sükan, Faruk 426
Stalin, Jozef 43-45, 47, 50-52, 80, 90, 114, 122, 123, 185, 240, 288
Ş
Şahabettin, Cenap 156
Şakire Hanım, (Sabri Ülker’in annesi) 55, 61, 65, 67, 68, 76, 78, 81, 82, 91, 93, 102, 114, 125, 126, 136, 138, 171, 205, 237, 239, 240, 241, 291, 316, 317, 711, 713
Şapolyo, Enver Behnan 172
Şendal, Yusuf 172
Şentürk, Aziz 167
Şentürk, Kemal 585, 603, 605, 628
Şentürk, Namık Kemal 376
Şerif Hüseyin Paşa 106
Şeyh Şamil 565
Şişmanoğlu, Abdullah 278
T
Tağmaç, Memduh 346, 364
Tamer, Zekirriya 162
Taviloğlu, Mustafa 244
Tecer, Ahmet Kutsi 154
Tolga, İzmir 521, 522, 526-528
Topbaş, Mustafa 120
Topbaş, Sabahattin 321, 327, 328
Tosunzade, Abdurrahman 172
Troçki, Leon 66, 122-124
Tunagür, Yaşar 304
Tuncer, Kenan 170, 178
Turanoğlu, M. Uluğ 154
Turhan, Mediha 172
Tuğ, Salih 533, 534, 568
Tural, Cemal 346
Türkeş, Alparslan 210, 406, 407, 424, 519, 520, 551, 554, 592, 594
Türel, Yusuf 321
U
Uğur, Hasan 327, 328
Uğurses, Zihni 594, 596, 636, 637, 679
Ulaş, Fahrettin 321
Unakıtan, Kemal 110
Uras, Güngör 683, 689, 690, 692
Uşaklı, Ömer Bedrettin 154
Ü
Ülken, Aydın 526
Ülker, Ahmet Asım 58, 64, 68, 76, 79-82, 85, 91, 92, 99, 101, 115, 116, 118, 126-128, 131- 133, 135, 139, 141-143, 169- 179, 181-185, 197-199, 201- 205, 207, 208, 214, 221, 230, 231, 239-241, 247-249, 252- 255, 256, 258, 259, 261, 272, 303, 307, 316, 319, 320, 326, 335, 351, 352, 354, 357, 387, 397, 405, 414, 415, 417, 437, 444, 483-485, 487-489, 491, 500, 505, 522, 587, 590, 591, 593, 594, 601, 607-609, 631, 640, 662, 681, 685, 686, 699, 701, 710-713
Ülker, Ali (Ahsen Özokur’un oğlu) 83, 103, 274, 277, 293, 396, 397, 484, 533, 534, 536, 538, 539, 568, 576, 643, 646, 647, 652
Ülker, Ali (Sabri Ülker’in oğlu) 35, 36, 235, 237-239, 241, 242, 246, 269, 270-279, 292
Ülker (Ataseven), Betül 240, 290, 465-467, 669
Ülker, Fatih 643, 669, 674
Ülker, Fatma 117, 190, 652
Ülker, Güzide (İman) 76, 130, 220, 222, 235-237, 248-251, 258, 259, 269, 270, 280, 292, 316, 319, 387, 388, 401, 465- 467, 469, 551, 591, 617, 645, 670, 675, 677, 678, 682, 712, 713
Ülker, İbrahim 652
Ülker, Meryem 652
Ülker, Murat 36, 38, 59, 60, 62, 69, 109, 111, 113, 115, 118, 165, 213, 219, 240, 245-248, 253, 255, 271, 276, 280, 292, 300, 344, 373, 375, 387, 395, 398, 418-420, 424, 437, 440, 442-444, 456, 462, 466, 469, 489, 491, 492, 503, 532, 535, 536, 539-544, 547, 556, 557, 559, 570, 575, 605, 645, 669, 673, 692, 699, 701, 704, 707, 710, 713
Ülker, Mustafa 643, 669, 670, 673
Ülker, Rahmi 217
Ülker, Yahya 618, 643, 669, 670, 677
Ülker, Zehra 174, 230
Ülker, Zeynep 652
Ülkücü, Aydın 437
Ürgüplü, Suat Hayri 333, 377
V
Vahideddin, Padişah 107
W
Wiederkehr, George 475, 479
Y
Yalçın, Süleyman 564
Yalçıntaş, Nevzat 120, 129, 130, 142, 555, 562, 563
Yaramanoğlu, Hüdai 447, 661
Yavuzer, Haluk 270, 433-435, 441, 443
Yazıcı, Kâmil 327-329, 472
Yazıcı, Osman 475
Yelmen, Hasan 326
Yener, Faruk 265
Yıldız, Ziya 164, 166, 341, 342, 639
Yılmaz, Mesut 554
Yozgat, Hasan 343, 595, 679
Yöntem, Ali Canip 154
Yusuf Ziya 153, 171
Yusuf Ziya Bey (şekerci) 171
Yurdagül, Metin 38, 499, 500, 501, 509, 510, 512, 514, 567
Yurdakul, Mehmet Emin 210
Yurdoğlu, Lebit Fehmi 154
Yüceses, Fethi 192
Yüceses, Hamiyet 178, 192
Yücesoy, Ekrem Şevket 560, 561
Yüksel, İsmet 51
Z
Zaim, Sabahattin 321
Zorlu, Fatin Rüştü 332, 554
Zweig, Stefan 197