Haseki Hastanesi’nde dünyaya gelen Ali yine aynı hastanede hayata veda ediyor...

Güzide-Sabri Ülker çiftinin ikinci evlatları Ali, 1963 yılının Ocak ayında, henüz 9 yaşındayken, yapılan bir tetanos aşısından sonra hayatını kaybetti. Baba, sevgili evladının alnını son defa öperek veda ederken, dudaklarından tek kelime döküldü: “Takdir...”

Osmanlı İmparatorluğu döneminde “Babıâli” denilince, hemen “hükümet merkezi” anlaşılırdı. Cumhuriyet’le birlikte bu semt kimlik değiştirdi; matbuatın (gazete ve dergiler) merkezi oldu. Onun saltanatı da, İstanbul’un yedi tepesine iş kulelerinin yapımıyla birlikte sona erdi.

Babıâli, matbuat merkeziyken, ünlü gazeteci ve yazar Şevket Rado, Türk basınında çığır açan, renkli iki dergi çıkarmıştı. Bunlar; Hayat ve Ses dergileriydi. O yıllarda dergilerin halk arasındaki adı ise, “mecmua” idi.

Hayat mecmuası sahibi ve yazarı Şevket Rado, dergilerinde sosyal yaşamımızla ilgili çok güzel tespitler yapar, bunları hafta sonlarında da radyo mikrofonlarına taşırdı. Rado, işte o sohbetlerinden birinde, evlilik ve çoluk çocuk sahibi olma konularını işlerken şunları söylüyordu:

Evliliğin en güzel tarafı, ne balayında gezip tozmak, ne deniz kenarında mehtap seyretmek, ne de balolarda sabaha kadar baş başa dans edip, keyiften yorgun düşmektir. Onun en güzel tarafı, anne ve baba olmaktır. Çocuk, evlilik hayatına yalnız yeni bir lezzet getirmekle kalmaz, bir kadına “anne” olmanın, bir erkeğe “baba” olmanın mesuliyetini yükler. Bunları yüklediği için evlilik, hayatlarını birleştirmiş olan iki insanı yeni ve çok kuvvetli bir bağla sarar. Eşiniz, eskiden sadece eşinizken, şimdi aynı zamanda çocuğunuzun annesi veya babası olmuştur

Çocuk, ailenin içine öyle masum, öyle suçsuz bir halde gelmektedir ki, artık eşlerin ilk zamanlarda olduğu gibi kendilerini serbest, istediklerini yapar sanmalarına imkân yoktur.

Evlat sevgisi, o kadar tatlı bir sevgidir ki, eşlerin pek çok kusurları, bu sevginin koyu gölgesinde yavaş yavaş görünmez olur. Bir kadın anne, bir erkek baba olduğu andan itibaren, affetmeyi de, hoş görmeyi de öğrenmeye başlar. İnsan, ancak anne veya baba olduktan sonra, insan olmanın yolunu en açık şekilde görmeye başlayacaktır.44

Üç kardeş, pencere önünde hep babalarını beklerdi

Şevket Rado’nun tespitlerinde olduğu gibi, hikâyemizin kahramanları Güzide ve Sabri Ülker çifti, 1950 yılının 14 Ağustos günü ilk evlatları Ahsen’in, 1959 yılının 21 Mart günü de üçüncü evlatları Murat’ın sağlık içinde dünyaya gelmesinden çok büyük mutluluk ve huzur duymuşlardı. Ancak, 28 Ekim 1954 tarihinde kavuştukları ikinci evlatları Ali’nin yaşadıkları, onları fazlaca üzmüştü.

Ali’nin sağlığına kavuşması ve ailenin üzüntüden kurtulabilmesi için, başvurulacak en iyi ilaç “zaman”dı. Zaman, iyi kullanıldı. Sütanneden hastaneye termos içinde sütler taşındı. Böylece, kasvetli günler de geride kaldı.

Ali, doğumuyla birlikte baş gösteren sağlık problemlerinden kurtulup, normal hayatına kavuşmuştu. Genç anne ve baba, çocuklarının üzerine titriyor, onları en iyi şekilde yetiştirebilmek için olağanüstü çaba harcıyordu.

Günlük hayatta anne-baba-çocuk üçgeninde yaşanan mücadeleye,45 bu aile yuvasında rastlanmıyordu. Çünkü hem anne hem de baba, çocuklarına karşı adeta bir psikolog titizliği içinde davranıyordu. Evde, sevgi ve hoşgörü hâkimdi.

Üç kardeş çocukluklarını yaşarken, babalarının işten eve gelişini birlikte ve dört gözle beklerlerdi. Hava karardığı zaman, çocuklar babalarının gelişini fark etmekte de güçlük çekmezdi. Çünkü babaları, arabasını evlerinin karşısına park eder, farlarını da peş peşe yakar ve söndürürdü. Farların ışığı evin içine yansıyınca, üç kardeş pencerenin önüne dizilir, babalarına el sallarlardı. Ama 1963 yılının Ocak ayında o insanı kahreden kara gününde, akşam vakti, pencere önünde sadece iki kardeş vardı. Acaba üçüncü kardeş neredeydi?

Şimdi, abla Ahsen Özokur’dan, bu sorunun cevabını alalım:

Annem, babam ve biz üç kardeş, Hamdullah Suphi Tanrıöver konağının hemen yanı başındaki yeni evimizde, mutlu ve huzurlu bir hayat sürdürüyorduk. Kardeşim Ali’nin doğumundan itibaren başlayan sağlık problemleri de sona ermiş, yaşının icabı olan fiziki vücut yapısına da henüz kavuşabilmişti.

1963 yılının Ocak ayında, İstanbul ve Trakya bölgesi, kış mevsimini çok ağır meteorolojik şartlarda karşıladı. O kadar ki, özellikle Trakya bölgesinde yoğun kar yağışı sebebiyle hayat adeta durdu. Aynı şekilde İstanbul şehri de felç olmuştu. Adı gibi kara olan bu kışta, ilk kara haber, Trakya’dan geldi. İstanbul’dan görevle bölgeye giden iki gazetecinin içinde bulunduğu araç, kar fırtınasına yakalanmış, bu olay sırasında gazeteciler, otomobillerini kullanan şoförleriyle birlikte hayatını kaybetmişti.

Istanbul’da, şehir içi yolları, buzdan yürünemez haldeydi. Taşıtlar, güçlükle ilerliyordu. Karadeniz’den Marmara’ya doğru buz parçalarının sürüklendiği söylenmekteydi. Bilemiyorum, bu bir şehir efsanesi miydi?46

İklim şartlarının hayatı yoğun olarak etkilediği o günlerde,

 

 

Istanbul, Cumhuriyet döneminde dört büyük kış yaşadı. 1929’daki ilk kara kış,
tam 75 gün devam etti. 1954 yılının 25 Şubat günü ise Boğaz buz tuttu.
İnsanlar, Asya’dan Avrupa’ya deniz üzerinden yürüyerek geçti (solda). 1963 kışı ise,
Balkanlar’dan gelip, İstanbul’da iki ay kaldı (sağda). 1987’nin Şubat ayında erken
baharın ardından gelen kış ise tam 20 gün sürdü.

Ali, çocukluğunu yaşadığı için, kar ve kışa hiç aldırış etmiyordu. Sağlığına kavuşmuş, ele avuca sığmayan, çok hareketli bir çocuk olmuştu. Oturduğumuz aile apartmanındaki dairemizin bir alt katı da amcam Asım Beylere aitti.

İşte o kış kıyamet günlerinden birinde, Ali, evimizden çıkıp alt kattaki amcamların zilini çalmış. Zil sesini işiten yengem, dış kapı otomatiğine basmış. Ardından da, daire kapısını açıp, kardeşimle karşılaşınca, “Ali, burada mıydın? Ben de apartman kapısının zili çaldı zannettim” demiş.

Ali, otomatikle açılan apartman kapısını kapatmak üzere aşağıya inmiş. Bu sırada, bizim kapının önünden annesiyle birlikte geçmekte olan bir arkadaşını görmüş. Ona kartopu yapıp atarken ayağı kaymış ve kapı önünde paspas görevi yapan demir ızgaranın üzerine düşmüş.

Kardeşim, üzgün bir halde yukarı geldi. Kendisine sarıldım ve içeri aldım. Baktım, elbisem kan olmuştu. “Ali, ne oldu sana?” diye sordum. Olmaz ama, amcamın oğlu Faruk’la oynarken acaba bir şeye mi kırıldı diye düşündüm. Ali, düştüğünü, başını demire çarptığını söyledi.

Ali’nin bu durumu karşısında, annem hemen babamı telefonla arayarak haberdar etti ve “Ne yapalım?” dedi. Babam, zaman zaman sağlık problemimiz olunca, evimize, bizleri muayeneye gelen doktorun çağrılmasını istedi. Söz konusu doktor, evimize yakın oturuyordu.

Bu olayda babam, herhalde kararı doktora bırakmıştı. Aslında, bizim elimizde küçük bir kesik olsa hemen ilgilenirdi. Fakat telefonda anneme biraz soğuk cevap vermiş. Annem, bu tavrının üstünde durmadı. Çağırdığımız doktor geldi. Bu sırada Ali, kanepeden koltuğa, koltuktan kanepeye sürekli zıplayarak doktora tepki göstermeye başladı. Tepki gösterirken de, “İğne olmak istemiyorum, ölmek istemiyorum” diye ağlıyordu. Çocuklar her zaman iğneden korkar, ama Ali’nin bu sözleri, daha sonra çok dikkatimizi çekecekti.

Anneannem Sabiha Hanım ile dedem Muharrem Bey de o sırada bizde bulunuyordu. Doktor, Ali’yi kanepeye yatırdı, şöyle bir muayene etti, ardından da “Her ihtimale karşı tetanos47 aşısı yapalım” dedi.

O anı hiç unutmuyorum. Koltuğun kenarında oturuyordum. Doktorun bu sözleri üzerine itiraz ederek, şunları söyledim: “Ama doktor bey, okullarda difteri, boğmaca, tetanos karma aşısı yapılıyor.”

Doktor, ısrarını sürdürdü ve “Tetanos aşısı gerekir” dedi. Tabii biz doktor değiliz...

Doktorun, Ali’ye aşı yapmasıyla birlikte, çocuk şişmeye başladı. Hem şişiyor hem de ağlıyordu. Bu arada Ali’nin hiç unutamadığım şu feryadını işittim:

“Yanıyorum, su getirin!..”

Mutfağa koşup Ali’ye bir bardak suyu yetiştirmeye çalışırken, doktor çocuğu kaptığı gibi götürdü. Saat, akşam tam 7’ydi. Doktorun arkasından annem, anneannem ve dedem de toparlanıp gittiler. Doktorun Haseki Hastanesi’ne gittiğini düşünmüş olacaklar ki, onlar da oraya yönelmişler.

Rahmetli Dr. Nadir Hatemi (Prof. Dr., Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Mütehassısı) oradaymış. Ali için, “Hastaneye getirildiği zaman çocuk vefat etmişti, yapacak bir şey yok” demiş.

Kardeşim Murat’la biz evdeydik. Biraz sonra babam geldi. O dönemin normal İstanbul manzaralarından birini daha yaşıyorduk.

 

Oruç Gazi İlkokulu öğrencilerinden Ali Ülker, bir ders anında...

Sık sık şehir cereyanları kesilirdi. Babam gelmiş, arabasını park etmiş, farlarını yakıp söndürüyordu. Hemen camın önüne koştum, pencereyi açıp bağırdım:

“Babacığım, Ali’yi hastaneye götürdüler...”

Babam, tekrar arabasını çalıştırdı ve yola koyuldu. Herhalde o da hastaneye gidiyordu

Biraz sonra annem, babam, anneannem ve dedem eve döndüler. Elektrikler hâlâ gelmemişti. Babamların geldiğini fark edince, o karanlıkta, dört kat merdiveni koşarak indim. Baktım, annem girişteki tırabzana merdiven korkuluğuna tutunmuş, öyle duruyordu. Apartmandaki asansör çalışmıyordu, merdivenle çıkacaklardı. Annem, tırabzandan destek alıyordu, ama anneannem, dedem ve babam oracıkta oturuyorlardı. Hallerini görünce, şaşırıp kaldım ve anneme “Ali nerede?” diye sordum. “Bu gece hastanede kalacak” dedi.

Annemin bu cevabı üzerine, herhalde kendisine karşı hayatım boyunca tek ve en büyük kötülüğü yaptım; “Sen ne biçim annesin, niçin yanında kalmadın!” diye tavır koydum. Ama kapının girişinden, dört kat merdivenleri nasıl çıktığımızı o gün bugün hiç hatırlamıyorum.

Bu olayda hiç ağlayamadım ve hâlâ da ağlayamam. Her gün akşam olduğunda, saate tam 7’de baktıysam, daima içim burkulur. Evet, o gün bugün ağlayamadığım için, göz doktoruna muayeneye gittiğimde, gözyaşı kanallarımda bir problem olup olmadığını sordum; “Açık” dedi.

Evet, ben, dıştan ağlayamam... İçim ağlar... Ali’yi kaybettiğimiz akşam, evimiz bir anda dolmuştu. Babam, Murat’la beni kucaklayıp, yatak odasına götürdü ve büyük tuvalet aynasının karşısında “Hiç olmazsa, siz varsınız” demişti. Aynadaki o görüntümüz, hiç gözümün önünden gitmez.

“Muharrem Dedem, Ali’nin üzüntüsünden vefat etti”

Ali Ülker’in, yanlış bir iğneyle yaşadığı ve ailesine yaşattığı o yürek parçalayan olay, dedesi Muharrem İman ile anneannesi Sabiha Hanım’ın gözleri önünde cereyan etmişti.

Herkes perişandı. Allah’a sığınıyorlardı. Dede, çok inançlı biriydi. Ancak, torununun çırpınışını görmek, kendisini canevinden vurmuştu. Muharrem Efendi, bir süre sonra yatağa düştü.

Sonra... Torunuyla buluştu.

Trajedinin tanığı Ahsen Özokur anlatıyor:

Ölümler bazen insanları yaklaştırır, bazen de ayırmaya kadar götürür. Anneciğim, Ali’nin vefatında çok büyük bir sabır gösterdi. Bir koltuğa oturur, hiç konuşmazdı. Baş sağlığına gelen misafirlerimiz şok halindeyken, annem hiç tepki vermezdi.

Bir ara, babamın annemle yapmış olduğu bir konuşmaya şahit oldum. O konuşma sırasında babam, anneme, “Ali’nin başına gelen hadise sırasında, fazla ilgilenemedim. Çünkü o sırada, mal sevkıyatı yapan bir kamyonumuz, yolda devrilmişti. Şoförün akıbeti hakkında da bilgi alamıyordum” demişti.

Annem, babamı, hiç tepki vermeden sükûnetle dinlemiş, sadece, “Takdir böyleymiş” demişti.

Ali kardeşimin vefatından sonra babacığım, bir hafta eve kapandı, çok çok üzüldü ve kendini hiç affedemedi.

Dedem de anneannem de, bu sıkıntılı günlerimizde bizde kalıyorlardı. Çok muhterem bir kişi olan dedem, babamın evdeki halini yakından takip etti. Babam, yemeden içmeden kesilmişti. Bu durum karşısında dedem, babama şöyle bir nasihatte bulundu:

“Bak oğlum, Allah verdi, Allah aldı. Hepimiz çok üzüldük. Çocuğun o durumu karşısında sen ne yapabilirdin ki? Bundan sonra yapacağın tek bir şey var. Çok çalışmak, çok vermek... Bir başkasını yapamazsın ki... Çok çalışacaksın, oğlun için harcayacaksın.”

Dedemin bu telkinlerinden bir müddet sonra, babam tekrar işine döndü ve elhamdülillah büyük bir şevkle çalışmasına devam etti.

İşte, babamın durumu böyleydi. Şimdi gelelim, dedeme... Dedem Muharrem Bey, Ali kardeşimin vefatına çok üzüldü. Kendisi, hem midesinden rahatsızdı, hem de şeker hastasıydı. Ali’nin üzüntüsü onu yıktı. Kısa bir süre sonra da vefat etti.

Biz, çok neşeli bir aileydik. Ta ki, kardeşim Ali’yi kaybedene kadar... Ali vefat ettiğinde, ben 12-13 yaşlarındaydım. Çocukluğumun ilk dönemlerinde babam çok neşeliydi. Eve gelir gelmez, pikaba hemen bir plak koyardı. O yıllarda “taş plak” dediğimiz plaklar vardı. Babam, müziği çok severdi. O kadar ki, yemeğimizi yerken dahi hep birlikte müzik dinlerdik. Ancak, kardeşimin vefatından sonra hava çok değişti. Babam, sadece haberler için radyoyu açar oldu. Annem ise, saatlerce koltuğunda oturur ve orada dalar giderdi.

Annemin ve babamın halini görünce kendimi vazifeli hissettim. Murat, henüz çok küçüktü. Onun yapabileceği bir şey yoktu. Önce annemi ve babamı o üzüntülü havadan biraz kurtarmayı denedim. Zannediyorum, muvaffak da oldum.

Annem, yaşanılan bu büyük acıdan dolayı yastaydı. Psikolojisi zayıflamıştı. Bu durum karşısında babamla dayanışma içine girdik. Her şeyi annemden saklamaya başladık. En ufak bir üzüntü kaynağını dahi, “Annem duymasın, ona söylemeyelim” diye kendisinden sakladık.

Murat Ülker: “Dede evinde de, baba evinde de yas vardı...”

Murat Ülker, kendisinden beş yaş büyük olan Ali Ağabeyini hayal meyal hatırlıyor; ancak hafızasında, vefatıyla ilgili bir iz yok. Çocukluk yıllarıyla ilgili tespiti ise, sadece evdeki yas havası:

Babamın, “Hakkı” adında bir ağabeyi varmış. Genç yaşta vefat etmiş. Babam, zaman zaman Hakkı Amca’yı anarken, üzüntüsünü dile getirirdi. Benim için de öyle ya... Evde, ağabeyim Ali’nin vefatıyla oluşan üzüntüyü hep yaşadık ve yaşıyoruz. Rahmetliyi hatırlıyorum, ama vefatını hatırlamıyorum. O sırada herhalde 4 yaş civarındaydım.

Belli bir yaşa geldikten sonra, bizim evde bir yerlerde muhafaza altına alınmış radyo ve pikap keşfettim.

Henüz 9 yaşındayken ebedi yolculuğa çıkan Ali Ülker, vefatından yaklaşık altı ay önce
annesi, babası ve kardeşleriyle Egeye gitmiş, bu arada tarihi kalıntılarla tanışmıştı.

“Meğer, bunlar da bizim evde varmış” dedim. Radyoyu da, pikabı da dolaba kaldırmışlar. Kapağını hiç açmamışlar. Bize de bu cihazların olduğunu söylememişlerdi. Ağabeyim Ali’nin yası nedeniyle evimizde radyo dinlemez, plak çalmazlarmış.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; Ali Ağabeyimin vefatı, annemi ve babamı hayattan soğutmuş. Bu olaydan sonra, kimsenin kapısını çalmamışlar. Zaten sevgili annem de, hayatı boyunca hep evladının yasıyla yaşadı.

Avni İman: “Ali vefat edince, doktoru vurmaya kalktım”

Ali’nin ani vefatı, Dayı Avni İman’ı da fazlasıyla üzmüş, bu arada doktorun ihmalini öğrenince çileden çıkmıştı. Kontrolsüz bir tavrın içine girmek üzereydi. Her an elinden bir kaza çıkabilirdi.

Aile büyükleri, Avni İman’ın tavrından şüpheleniyor, kendisini teskine çalışıyordu. Yeğeninin vefatı sırasında henüz 30 yaşlarında olan dayı, aradan yarım asır geçtikten sonra o kasvetli günleri anlatırken, şunları söylüyordu:

Yeğenim Ali, gerek fizik olarak, gerek huy itibariyle, babası Sabri Bey’e çok benzerdi. Bir kış günü kar yağmış, çocuk rahatsızmış. Zaten, boğazından da problemli büyümüştü. Devamlı doktor gözetimi altındaydı. Aşılarını dahi, hep aynı doktor yapardı.

Bilindiği gibi bazı aşıların üzerine tetanos iğnesi yapılmaz. İnsanı öldürür. Doktor, Ali’yi babama tutturmuş. İğne yapıldığı an, çocuk çırpınmaya başlamış. Bunun üzerine doktor, Ali’yi kaptığı gibi hastaneye götürmüş. Ardından da babam ve Sabri Bey hastaneye koşmuşlar, ama çocuk, hastaneye ulaşırken rahmetli olmuş.

Bu acı olaydan ertesi gün haberim oldu. Gittik, çocuğu defnettik. Herhalde 30 küsur yaşlarındayım o zaman. Ali, çok sevdiğim bir yeğenimdi. O kadar hırslandım ki, “Doktoru vuracağım” diye kafama koydum. Ablama, adresini dahi sordum. O da, enişteme söylemiş. Eniştem, beni teskin ederken, “Bunu yaparsan, ne yüzüne bakarım, ne de sana hakkımı helal ederim” dedi.

Tabii, gençliğim var, o anda tahlil edemediğim düşüncelerin içindeyim. Ondan sonra doğan bir çocuğuma “Ali” ismini koyacaktım, ama ablam “yapma” dedi.

Abdullah Şişmanoğlu: “Sabri Bey Ali’nin vefatını, ‘takdir’ olarak değerlendirdi”

Ülker Ailesi’nin 14 yıllık apartman komşusu ve dostu Abdullah Şişmanoğlu da, ailenin dramını anbean yaşadı. Ali’nin peşinden hastaneye ilk gidenlerdendi. Acı haberi, Haseki Hastanesi’nde görevli bir dostundan aldı. Baba Sabri Ülker de ondan öğrendi:

Hayatımda iki ağabeyim var; bunlardan birincisi Sabri Bey’dir. Kendisi, dünyanın en iyi insanlarından biriydi. Münasebetlerimiz, ailevi dostluk içinde, aynı apartmanda 1974 senesine kadar devam etti. Çocuklarımız, çocuklarıyla kardeş gibi büyüdü. Komşuluk hukukunun yanı sıra adeta akraba gibi olduk. Bu dostane münasebetlerimiz hâlâ devam ediyor.

Şüphesiz, bu aile münasebeti içinde, en büyük sıkıntıyı sevgili evlatları Ali’nin kaybı sırasında yaşadık. Çok hareketli, sevimli bir çocuktu.

Aslında, Sabri Bey’in apartmana giriş çıkışları daima belirli bir düzen içinde geçerdi. Sabahın 6’sında asansör yukarıdan aşağıya iner; biliriz ki, Sabri Bey işine gidiyor. Yine aynı asansör, akşam 6’da yukarı çıkıyor; anlarız ki, Sabri Bey işten geliyor...

Bir gün yemekteyiz. Apartmandaki olağandışı bir hareketlilik üzerine meraklandım ve kapıcı Ahmet Efendi’ye “Hayrola? Bu hareketlilik nedir?” diye sordum. Ahmet Efendi, “Ağabey sorma, doktor geldi, Ali’yi arabasına koydu ve hastaneye götürdü” dedi. Nereye götürdüğünü sordum, “Haseki Hastanesi” cevabını verdi.

Sabri Bey, bu hareketlilik anında evde yoktu. Evet, her gün evinde bulunan kişi yoktu. Ailenin, Horhor semtinde muayenehanesi olan bir doktoru vardı. Ali rahatsızlanınca, durumu Sabri Bey’e bildirmişler, O da “Doktoru çağırın” demiş. Doktor gelmiş, bir iğne yapmış, çocuk komaya girmiş...

Koştum, Haseki Hastanesi’ne gittim. Kapıdan girdim, “Çocuk Kliniği neresi?” diye sordum. Koridorda, “Abdullah, hayrola?” diye bir ses duydum. Karşımda, eski bir dostum vardı. Durumu anlattım. O dostum yüzüme şöyle bir baktıktan sonra, “Abdullah, maalesef...” dedi.

Çocuk Acil’e gittim. Ali, oksijen çadırındaydı.

Baktım, kaskatı...

Acil’deki doktor, hocasını aradı. Ona bir şeyler sordu. Sonra bana döndü, “Yapılacak bir şey yok...” dedi.

Ben hastaneye geleli 5-10 dakika olmuştu ki, Sabri Bey ailesiyle birlikte ulaştı. Kendilerini kapıda karşıladım. Baktı; yüzümden anladı. Doğruca Çocuk Acil’e gitti. Ali’nin gözüne baktı, nefesine baktı, sonra alnından öptü...

Sabri Bey bana dönerek, “Abdullah, alınyazısı, takdir...” dedi. Sonra devam etti: “Senden bir ricam var. Sakın bu çocuk herhangi bir şekilde kullanılmasın!” Sabri Bey, herhalde oğlunun cenazesi üzerinde herhangi bir tıbbi inceleme yapılmasından endişe etmişti. Kendisine, “Merak etme ağabey, ben başındayım” cevabını verdim.

Sabri Bey’in “takdir”e razı olan, kuvvetli bir sinir sistemi vardı. Ağzından, hiç “of” çıkmadı. Evet; inançla, “takdir”e razı oldu. Tabii bütün bu yaşadıklarım, benim için de büyük bir derstir. Sabri Bey, asla isyankâr olmadı. Ne doktora isyan etti, ne de hadisenin seyrine...

Aile olarak, sabırla bu acıyı atlatmaya çalıştılar, ama yaşananlar, tarif edilemeyecek derecede bir acıydı.

Sabri Bey, doktor için de takibat istemedi. Ali’nin acısı yıllarca devam etti, ama kendisi hiçbir zaman hayattan kopmadı, bedbinliğe düşmedi.

Ahsen Özokur: “İyi ki Murat dünyaya gelmiş...”

Abla Ahsen Özokur, acısını bir teselli ile dindirmeye çalışıyor:

Annem; Murat’la ikimize, “Bak yavrum, siz, atın iki kulağı gibisiniz...” derdi. Ben de anneme, “Anneciğim, niçin ata benzetiyorsun?” diye sorunca, “Evladım, birbirinizden ayrılmayın. Bak, iki taneciksiniz zaten” cevabını vermişti.

Elhamdülillah, kardeşimle aramızda o gün bugün hiçbir olumsuzluk yaşanmadı, yaşanmaz. İlginçtir, hayatta olmasına en çok sevindiğim insanlardan biri, Murat’tır.

Ali’yle biz, iki kardeştik. Murat ise, sürpriz bir bebekmiş. Annemler önce biraz düşünmüşler, sonra Murat dünyaya geldi. Çok da iyi oldu.

Şimdi şükrediyorum; Murat olmasaydı, Ali de gittikten sonra çok yalnız kalırdım, bu işleri ne yapardım? Çünkü babamın işlerinden vazgeçmek istemezdim. Tek başıma, güç yettiremezdim. Murat, benim için hayatta, her bakımdan büyük bir piyango.

İstanbul’da, 1963 yılının Ocak ayında yaşanan o kasvetli kış, Ülker Ailesi’nin yuvasına bir kor taşıdı. Yıllar boyu sönmeyecek olan o kor, tüm yürekleri dağlayacaktı.

Baba, “Takdir” diyor, dede vefat ediyor, anne ise ömrünce dinmeyecek bir yasa bürünüyordu.

Güzide Hanım, bir yandan yasını tutarken, bir yandan da ebedi yolculuğa uğurladığı evladının ardından, Necip Fazıl’ın şiirleştirdiği şu mısraları mırıldanır gibiydi:

Kanadın yayılmış, çırpınmak için;

Bu kış yolculuk var, diyorsa için...

Yıl 1962. Ülker kardeşlerin fotoğrafları çekilirken Ali gülümsüyor, Murat ise yüzünü, şapkasının arkasına saklıyordu.

44. Hayat Böyledir, Şevket Rado, s. 106-117, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul, 1966.

45.Çocuk Eğitimi El Kitabı, Prof. Dr. Haluk Yavuzer, 24. baskı, s. 24, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2009.

46. 1963 yılının Ocak ayında İstanbul kışa yenik düştü. Şehir içi ve şehirlerarası kara ve demiryolu ulaşımı yapılamayacak hale geldi. Bu büyük kentte, 9 yıl önce, 25 Şubat 1954 Perşembe günü, Karadeniz’den gelip, Boğaz’dan Marmara’ya doğru yol alan buz kütleleri, İstanbulluları korkutmuştu. 1963 Ocak ayında da, insanları yine aynı korku sardı.

47. Tetanos; Fransızca kökenli bir hastalık ismi. İnsan ve hayvan vücuduna açık yaralardan giren, genellikle toprakta, gübrede yaşayan bir basilin yol açtığı, kasların sürekli ağrılı kasılmasıyla kendini gösteren bu ateşli ve tehlikeli hastalığa, halk dilinde “kazıklı humma” da deniliyor.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye