Sabri Ülker, “Ülker” markasını vatan sathına “Yol Arkadaşlarım” dediği bayilerle taşıdı.

Sabri Ülker, Ülker ürünlerini en ücra köşelere kadar ulaştırmak için birlikte çalıştığı bayilerle iş ilişkisinin yanı sıra, köklü, insani dayanışmaya da girdi. Bu sayede Ülker markası büyürken, bayiler de kazanıyor, mutluluklarını da paylaşarak artırıyorlardı.

Sabri Ülker, ağabeyi Asım Ülker’le birlikte 16 Eylül 1944’te “uzun yürüyüş” için yola çıkarken, çok heyecanlıydı. Zaten heyecan duyulmayan işlerde, başarı elde edilemeyeceğini de genç yaşta öğrenmişti.

Hızlı gitmek niyetinde değildi. Öyle olsa, yola tek başına çıkardı. Önünde ağabeyi, yanında üç arkadaşı vardı. İleri ki yıllarda bununla yetinmeyecek, yarım asır boyunca bu uzun yürüyüşünde kendisine yol arkadaşlığı yapacak yeni dostlar da seçecekti.

Sabri Ülker, tek başına mutlu olmayı asla düşünmüyor, o duyguyu çevresiyle paylaştıkça, mutluluğuna mutluluk katıyordu.

Aradan yıllar geçti. Ülker ürünleri, Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar ulaştı. Çocuklar, “Akşama babacığım, unutma Ülker getir” sloganıyla büyüdü. Aileler, “Ülker’siz çay saati düşünülemez” söylemiyle, konuklarını ağırladı.

Evet, Ülker, artık Türkiye’nin markası olmuştu. Bu markayı, vatan sathına ulaştıran Ülker bayilerine, Sabri Ülker “Yol Arkadaşlarım” diyordu.

Sabri Ülker, ekmeğini yalnız başına yemeyi düşünmemişti. Öyle olsaydı, yükünü de yalnız kaldırmak zorunda kalacaktı. Yol arkadaşlarıyla ivazsız (karşılıksız) ve tavizsiz dayanışma içine giriyor, başarı basamaklarını da birlikte tırmanıyordu.

O koskoca yarım asır, şimdi gerilerde kaldı. Herkes bir tarafa savruldu. Ama, yol arkadaşlarının Sabri Ülker’le yaşadıkları ve hafızalarında nasla silinmeyen birbirinden değerli anıları, adeta hazine gibi günümüze taşındı.

Anılarda, yaşamı boyunca tevazuu korumuş bir liderin derin izleri var. Şimdi, yol arkadaşları ile o izleri sürelim...

Fahri Öksüz: “Yanlış yapıp, geçici bir süre rakip bir firmanın malını satınca, Sabri Bey bana hiç gücenmedi”

Sabri Bey, işçi olayları sırasında akşam mototrene binip Ankara’ya gelir, ertesi gece tekrar İstanbul’a dönerdi. Kısacası, başını evindeki yastığına koyamazdı.

İş hayatına, baba mesleği olan “kuruyemişçilik”ten başladım. Sinema kapılarında kuruyemiş satarken, 1948 yılında “mükellef” oldum. Ufacık bir işyerim vardı. Ülker reklamlarına tanık oluyordum. Daha sonra Adana’dan Ülker ürünleri gelmeye başladı. Bu ürünlerin paketinde “Ülker Aile Bisküvisi Finger” yazısı vardı. Ayrıca pakette, Ülker’in imal edildiği yerin adresi de bulunuyordu.

Kuruyemişçiliğin yanı sıra, Ülker bisküvileri satmak için, yöneticilerle görüşmek üzere İstanbul’a gitmeye karar verdim. O yıllarda karayolu taşımacılığı gelişmemişti. Bizim arkadaşların “Büssing” marka bir kamyonu vardı. O kamyonla Antakya’dan İstanbul’a üç günde gidebildik.

Topkapı dışındaki Ülker fabrikasına ulaştım. Patronun kim olduğunu sorup soruşturdum. Beni, patronun huzuruna çıkardılar. Patronun başında, beyaz bir kep vardı; bir de önlük giymişti. Önce selam verdim, daha sonra Antakya’dan, Ülker ürünlerini pazarlamaya geldiğimi söyledim. Anlaşmamız sadece bir gün sürdü. El sıkıştık. Sandıklara yerleştirilmiş olan Ülker ürünlerini teslim alıp, atlı bir arabaya koyarak, Sirkeci’deki Ebusuud Caddesi’ne getirdik. O yıllarda nakliye ambarları Sirkeci’deydi.

Ambara teslim ettiğimiz paketlerde “Finger Aile Bisküvisi” vardı. Malı, peşin parayla almıştım. Ülker bisküvilerini Antakya’da kısa sürede sattım. Daha sonra on-on beş günde bir İstanbul’dan mal almaya başladım.

“Sabri Bey, ‘Dikkatli olun’ dedi ama, arabayı devirdik”

Ülker’in bizden önce Antakya’da herhangi bir satıcısı yoktu. İstanbul’a mal almaya gidince Sabri Bey’le karşılaşır, çay-kahve içer, ardından da yemeğini yerdik.

1954 yılından 60’lara kadar bu iş böyle gitti. Daha sonra ürünlerini kendi kamyonlarıyla Adana’ya getirdiler. İstanbul’dan Adana’ya Magirus kamyonlarla taşınan Ülker bisküvilerinden pazarlayabileceğimiz kadarını alır, Antakya’ya götürürdük.

Antakya Bölge Satış Acentası Fahri Öksüz

60’lı yıllarda ürün çeşidi çok kısıtlıydı. Her istediğimiz malı almamız mümkün değildi. Fabrikalardan veya depolarından yalvar yakar mal alıyorduk.

Ülker’in bisküvi alanında piyasa hakimiyetinin başladığı yıllarda, henüz çikolata üretimleri yoktu. Düşünebiliyor musunuz, bir sandık çikolata almak için taa İstanbul’a giderdik. Böyle bir seyahatim sırasında, Dolapdere’de Opel markalı bir araba gördüm. Taksitle satın almak istedim. “Kefilin var mı?” diye sordular, “Evet var, Ülker” dedim. Onun üzerine “Tamam” cevabını verdiler. Senetleri hazırlattım, Sabri Bey’e götürdüm. Hepsini tek tek inceledi ve imzaladı. Biz de sevinç içinde Antakya’ya döndük.

Araba sahibi olduktan sonra, onunla servise başladık. Dükkânlara mal dağıtınca satışımız da arttı.

Opel’i aldıktan on beş gün sonra, bu defa İstanbul’a, Sabri Baba’ya teşekkür ziyaretine geldik. Bizi misafir etti. Uğurlarken de, “Aman dikkatli olun” dedi. İstanbul’dan yola koyulduk, ama Aksaray’da arabamızı devirdik. Sabri Bey, kazayı haber almış. Üzerinde “Ülker Bisküvisi” yazan arabamızı, kendi atölyelerinde tamir ettirdi.

“İşçi olayları sırasında, Sabri Bey’in ömrü yollarda geçti”

1970’li yılların ikinci yarısından itibaren İstanbul Fabrikası’nda başlayan işçi olaylarını uzaktan da olsa izlemekteydik. İlginçtir, o olaylar sırasında, mal alma konusunda hiç sıkıntı çekmedik. Olaylar patlak verince, Sabri Bey tedbirini almış olacak ki, hemen Ankara Fabrikası’nı devreye soktu.

Dikkatimi çeken bir başka konuyu daha anlatmak istiyorum. Sabri Bey, bu olaylar sırasında sık sık Ankara Fabrikası’na gelir ama geceleri yolda, mototrende geçirir, gündüz işini bitirdikten sonra, yine mototrene binip, İstanbul’a dönerdi. Yani, o kritik günlerde, başını evindeki yastığına koyamazdı.

Ankara Fabrikası’ndan bize de hisse vermişti. Hisseyi alırken, peşin, nakit ödeme yapmadık, yıl sonu primlerimizden karşıladık.

Sabri Bey’le çalışırken, bir yanlış yaptım. Kulaktan dolma bilgilerle, kısa bir süre de olsa, rakip bir firmaya yöneldim. Ama Asım Ülker Bey de, Sabri Bey de bu tavrım karşısında bana hiç gücenmediler. O dönemde bir araya gelince, yine çok ilgi gördüm. Sonra o yanlıştan döndüm.

Kısacası diyorum ki; Sabri Bey’in eleştirilecek bir tarafını görmedim.

Faruk Dağyar: “Sabri Bey, başarı sırlarını anlatırken, ‘Kapıyı tutun, kasayı tutun’ derdi”

Sabri Bey, Antalya ziyaretinde dükkânımıza da gelmiş, müşteriyle münasebetlerimizi yakından izlemişti. O sırada şu mesajı verdi: “Faruk, bundan sonra biz, müşterinin ayağına gideceğiz.”

Antalyalıyım. İş hayatına, 1945 yılında, henüz 18 yaşındayken atıldım. İkinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkılmış, bu yüzden şeker, karaborsaya düşmüştü. O dönemde kalifiye bir işçinin yevmiyesi 5 lira idi. Bir gün çalışan işçi, yevmiyesi ile ancak bir kilo şeker alabiliyordu.

Aslında, ailemizin mesleği şekercilikti. Fakat şeker kıtlığı nedeniyle bakkallık yapıyorduk. Savaş yılları geride kalınca, baba mesleğine döndük. O yıllarda, şekerci dükkânlarında bisküvi de satılırdı. Piyasanın en tutulan bisküvisi ise, Lüks İdeal markalıydı.

1948 yılında İstanbul’da askerlik yapıyordum. O dönemde Sirkeci’deki Ebusuud Caddesi’ne doğru giderken, yol üstündeki bir şekerci dükkânı dikkatimi çekmişti. İçeride, kasada oturan kişinin, daha sonra Asım Bey (Ülker) olduğunu öğrenecektim.

Askerlik dönemimden bir süre sonra, bu defa kardeşim Cengiz, İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ne girdi. Tabii o da ister istemez bizim baba mesleği nedeniyle İstanbul’daki şekerleme piyasasıyla meşgul oluyordu. Cengiz, gönderdiği bir mektubunda, aynen şunları söylemekteydi:

“Ağabey, burada bir bisküvi çıkıyor. Adı ‘Ülker’. Piyasada çok tutuldu. Bu bisküviden size bir numune göndereyim.”

Antalya Bölge Satış Acentesi Faruk Dağyar.

Bir süre sonra, Ülker bisküvilerinin numunesi “Yeni Yıldırım” ambarı ile bize ulaştı.

Ülker ürünlerini beğenmiştik. Mektupla sipariş vermeye başladık. Daha sonra telefon devreye girdi. Genellikle siparişleri Asım Bey’e veya yardımcısı Cemile Hanım’a verirdik.

Tabii en büyük şikâyetimiz, teneke kutulardı. Bu kutular, boşaldıktan sonra fabrikaya iade ediliyordu. Köylü, bizden aldığı bisküvilerin teneke kutularına yumurta doldurur, dolayısıyla, kutular büyük ölçüde özelliğini kaybederdi. Teneke kutular müşteriler için cazip, bakkallar için eziyetti.

Böylesine bir gayret içinde çalışırken, Kalekapı civarındaki dükkânımızın önüne kocaman bir kamyon yanaşmıştı. Alman malı Kraft marka kamyon, herkesin dikkatini çekiyordu. Kamyonun şoför mahallinden kısa boylu bir kişinin inmeye çalıştığını gördüm. Baktım, Ülker’in Eminönü Ahenk Han’daki ofisinde tanıştığım Asım Bey... Asım Ülker, kamyonla bize mal getirmişti. Gelmeden öncede, hakkımızda piyasa etüdü yapmış, dolayısıyla gıyabımızda iyi not vermişti. Biz, o güne kadar bisküvileri deniz yoluyla taşıttığımız için, doğrusu karayolundan mal gelmesi, çok da hoşumuza gitmişti.

Ülker firmasıyla iş münasebetimiz, zaman içinde çok gelişti. Sabri Bey’le ise, 1957-58 yıllarında tanıştık. Sabri Bey, 1972’de de ailesiyle birlikte Antalya’ya geldi. Bu seyahatleri sırasında, kendilerini daha yakından tanıma fırsatı elde ettim. Beraberinde eşi Güzide Hanım, kızları Ahsen Hanım ve torunları Ali vardı. Ali, henüz 3 yaşındaydı.

“Sabri Bey’den uyarı: ‘Müşterinin ayağına gideceğiz...’”

Sabri Bey, Antalya’da bulunduğu sırada, bizim dükkâna gelip, müşteriyle münasebetlerimizi yakından izledi. Bu arada, bize şu mesajı verdi:

“Faruk Bey, işiniz çok güzel. Fakat, bundan sonra çalışma yöntemimiz böyle olmayacak. Biz, müşterinin ayağına gideceğiz. Teneke kutular da kalkıyor, yerine mukavva kutular geliyor.”

Sabri Bey’in mesajında çok önemli bilgiler vardı. “Bundan sonra müşterinin ayağına gideceğiz” cümlesi, doğrusu beni şaşırtmıştı. Kendisine, “Efendim, herkes buraya mal almaya geliyor; bizim, müşteriden şikâyetimiz yok” deyince, ısrarla, “Biz, onun ayağına gideceğiz” cevabını verdi.

Sabri Bey’in bu mesajı üzerine, biz de diğer bayiler gibi hemen bir kamyon satın aldık. Boş kutularımızı fabrikaya teslim ediyor, dolu kutuları Antalya’ya getiriyorduk. Ancak, müşterinin ayağına gitme işinde biraz ihmalkar davrandık. Bir süre sonra müşterilerimiz gelmemeye başladı. Biz de aklımızı başımıza aldık, müşterinin ayağına gittik.

Sabri Bey’le çeşitli vesilelerle bir araya gelir, durum değerlendirmesi yapardık. Bir görüşmemiz sırasında, “Sabri Bey, bakıyorum, Ülker’in alışveriş yaptığı tüm insanlar, gayet düzgün. Bu nasıl oluyor?” diye sordum. Kendisinden şu cevabı aldım:

“Faruk Bey, biz, düzgün insanlarla iş yaparız. Hiç kimsede paramızda kalmaz. Size, şu tavsiyede bulunmak istiyorum: Kapıyı tutun, kasayı tutun.”

Fuat Çanakçı: “Samsun Fuarı’ndaki görevlimiz tehdit edilince, Sabri Bey, Türkeş’ten yardım aldı”

2012’de vefat eden Fuat Çanakçı, kendisiyle 2006’da yapılan bir söyleşide şunları söylüyordu: “Sabri Bey’in en hassas olduğu konu kul hakkıydı. ‘Sakın ola ki, beni kul hakkıyla karşı karşıya bırakmayın’ derdi.”

Trabzonluyum. Öğretmen Okulu mezunuyum. 1952 yılından itibaren bir süre memleketim Trabzon’da öğretmenlik yaptım. Aynı görevi daha sonra Samsun’da sürdürdüm. Beş yıllık öğretmenlik ve yedek subaylıktan sonra, memuriyetten ayrılıp, ticarete başladım.

Samsun’daki ilk işim, bisküvi imalatıydı. “Atış Bisküvileri” adını verdiğimiz ürünümüzü, önce tüm Karadeniz Bölgesinde pazarlamaya başladık, ardından da, Kayseri ve Eskişehir’e kadar uzandık. Türkiye’de ilk kuru pastayı biz yaptık. Ürünlerimiz, Ankara’daki Gima’nın tüm şubelerinde satılıyordu.

Ürünlerimiz, o yıllarda bir arkadaşım vasıtasıyla Sabri Ülker Bey’e kadar ulaşmış. Sabri Bey, kuru pastalarımızı inceledikten sonra merak etmiş ve “Bunları kim imal ediyor?” diye sormuş.

“Ülker kardeşlerle üç gün görüşüp, el sıkıştık”

Ülker’le bir bakıma rakiptik ama, aynı zamanda da müşterisiydik. Ülker’in İstanbul Tahtakale’deki işyerlerinden kuru pasta için boş kutu alırdım. Bu alışveriş sırasında, Asım Ülker Bey’le muhatap oluyordum. Kutunun yanı sıra, vanilya ve gıda esansı da tedarik ediyorduk.

Aradan uzun zaman geçtikten sonra, 1974 yılında, Ülker’de satış elemanı olarak çalışan Sami Bey isimli bir arkadaşımız bana, “Ülker, Karadeniz Bölgesi’nde görevlendirilmek üzere bir sorumlu arıyor” dedi. Aynı arkadaşımız, bu arada Sabri Bey’e benden söz etmiş. Sami Bey’in teklifi üzerine İstanbul’a geldim. Ancak, seyahate çıkmadan önce kendisine, mutlaka Sabri Bey’le görüşmek istediğimi söyledim. Sabri Bey, bu arzumuzu olumlu karşılamış.

İstanbul’a ulaşınca, Ülker’in eski fabrika binasında Sabri Bey’i ziyaret ettim. Asım ve Sabri Ülker Beylerle birlikte, üçlü bir toplantı yaptık. İkametgâhım ve işyerim Samsun’daydı. Oysa Ülker, Trabzon’da tüm bölgeye hakim olacak bir depo açmak istiyordu.

Ülker kardeşlerle üç gün boyunca uzun uzun konuştuk; depoyu Trabzon’da açma konusunda mutabık olduk. Görüşmelerin son günü, son dakikalarda, Sabri Bey, bana şöyle bir teklifte bulundu:

“Fuat Bey, biz bu işi pek bilmiyoruz. Sizden öğreneceklerimiz var. Bölgeye hakimsiniz. Nasıl yapılması gerekirse, yapın. Bu arada, bir konuyu daha açmak istiyorum. Sizi tanımadan önce bizim fabrikada çalışan ve bölgeyi iyi bilen şoför bir arkadaşımıza Trabzon bölgesi için ortaklık sözü verdik. Bu mesele hakkında ne düşünürsünüz?”

Sabri Bey’in bu önerisi karşısında kendisine şu karşılığı verdim:

“Efendim, özür dilerim; takdir edersiniz ki, eşimi ben seçtim, müsaade ederseniz ortağımı da kendim seçeyim...”

Sabri Bey, bu sözüm üzerine hemen ayağa kalktı, “Fuat Bey, özür dilerim. Bu işi yok sayın. Hayırlı olsun.” dedi.

Asım ve Sabri Ülker Bey’le el sıkıştıktan sonra, Karadeniz Bölge Müdürü olarak göreve başladım. Bir yandan bize devredilen aksaklıkları gidermeye çalışırken, bir yandan da yeni pazarlar oluşturma gayreti içine girdik.

O yıllarda şehir içinde mallar, at arabalarıyla taşınırdı. Biz de önceleri bu araçlara başvurduk. Daha sonra İstanbul’dan bir kamyon gönderdiler. O kamyonu, şehirlerarası taşımacılıkta kullandık.

“Sabri Bey’in en hassas olduğu konu, ‘kul hakkı’ idi”

Sabri Ülker Bey’le uzun yıllar birlikte çalışma imkânı elde ettim. Bu zaman içinde, kendisinin üstün meziyetlerini öğrendim. Hemen hatırıma gelmişken söyleyeyim; Sabri Bey’in en hassas olduğu konu, “kul hakkı” idi. Sık sık, “Sakın ola ki, beni kul hakkıyla karşı karşıya bırakmayın” derdi.

Sabri Bey’in siyasi kanaatine gelince... Şüphesiz gönlünden bir parti geçmiştir. Ancak, günlük hayatında her siyasi kadroyla eşit mesafede olmuştur.

Şimdi, Sabri Bey’le siyaseten yaşadığımız ilginç bir olayı anlatmak istiyorum. Bir zamanlar, Samsun’da fuar vardı. Sabri Bey de her yıl fuarımızı ziyarete gelirdi.

1980 öncesi anarşi ve terörün zirve yaptığı dönemde Samsun Fuarı’nda teşhir alanımız vardı, ancak satış yapmıyorduk. Ülker’in standında, kardeşim Suat Çanakçı görevliydi. Bir akşam vakti, üç-beş kişi standımıza gelmiş, “Niçin satış yapmıyorsunuz?” diye baskı yapmış. Bu olay üzerine kardeşim, “Ağabey, ben bu durumdan korkuyorum. Artık fuara gitmeyeceğim” dedi. Aynı gece Sabri Bey’i evinden telefonla arayarak, durumu kendisine bildirdim. Bana, “Yarın bakarım” dedi. Evet, gerçekten de bakmış. MHP Lideri rahmetli Alparslan Türkeş’e telefon etmiş.

Ertesi gün, ortalık süt-liman...

Sabri Bey’i son defa 2004 yılında Adana’dan Zihni Uğurses, Sivas’tan Rıza Sepet ve birkaç arkadaşımızla beraber evinde ziyaret ettik. Lütfettiler, öğle yemeğini birlikte yedik. Eli titriyor, eskisi gibi net konuşamıyordu. Sabri Bey’i o haliyle görmekten çok büyük üzüntü duyduk. O gür sesli kişi gitmişti... 

Hasan Yozgat: “Mersinlilerin 1965’te tanıştığı ilk TIR, şehre Ülker bisküvileri getirmişti”

Geriye dönüp bakacak olursak; Ülker’den önce piyasaya giren firmaların kurucuları, paralarını har vurup harman savurdu. Sabri Bey ise, firmasını büyük bir azimle bugünkü noktaya getirdi.

Ülker’in ilk Mersin distribütörüyüm. Hiç okul hayatım olmadı. Okumam-yazmam yok, hâlâ da bir “Ayşe” yazamam, ama hesabım var.

İş hayatım, henüz 8 yaşındayken çıraklıkla başladı. Daha sonra “Lüks İdeal” bisküvilerinin satıcısı oldum. 1955-56 yıllarında, Sabri Bey beraberinde, Ülker’in Akdeniz Bölgesi sorumlusu Hüseyin Altıntak olduğu halde Mersin’e, ziyaretime geldi. İlk karşılaştığımız an, “Hasan Bey, sen niye Ülker satmıyorsun?” dedi. Bunun üzerine ben de kendisine, “Sabri Bey, gözümü Özbesi’de açtım. Onlar, bana yardımcı oldular, ben de mallarını pazarlıyorum” karşılığında bulundum. Bu durumu, Hüseyin Bey’e not ettirdi. Bir süre sonra, baktım, Sabri Bey’den BMC marka bir minibüs geldi. Ben de, bunun üzerine Ülker bisküvilerini satmaya başladım.

60’lı yılların başında, bisküviler 3-4 kiloluk kutularda satılırdı. Çünkü millet, henüz paketler içindeki bisküvilerle tanışmamıştı. Yurtdışında ise, bu tip ürünler paketlerde satılıyordu. Dış seyahatlere çıkınca, paketli örnek bisküviler getirir, Sabri Bey’e armağan ederdim. Zaten odasında da Avrupa’nın muhtelif ülkelerinden örnek olarak alınmış bisküvi ve şekerleme paketleri bulunurdu. İşte böyle bir dönemde Sabri Bey’e, “Efendim, niye pakete girmiyoruz?” dedim. Kendisi de bana, “Hasan Bey, acele etme; henüz Türkiye o noktaya gelmedi” cevabını vermişti.

“Sabri Bey siyasetle meşgul olmaz, hep iş düşünürdü”

Bisküviler önceleri teneke kutularda satılmaktaydı. Sonra, karton kutular devreye girdi. Zamanla 3 kiloluk kutular da küçülmeye başladı. Önce 1 kiloluğa dönüştü, ardından da pakete ulaşıldı.

İstanbul’a geldiğim zaman, Sabri Bey’le ancak öğle saatlerinde yemek paydosunda görüşme fırsatı bulabilirdim. Çünkü, kendisi çok yoğundu. Telefonlar dahil, bütün işlere Sabri Bey bakardı. Yemekhaneye girince, hem yemek yer, hem de konuşurduk. Yemek sohbetlerinden birisinde de çikolata üretimine girmelerini önerdim, “Etüt ediyorum” dedi.

İşlerimiz düzene girdiği zaman, Sabri Bey Mersin’e, ziyaretime gelmişti. Beraberinde Zihni ağabey de (Adana Distribütörü Zihni Uğurses) vardı. Sabri Bey’le sekiz saat birlikte olduğumuz güzel bir gün geçirdik. O sekiz saati hiç unutamıyorum. Kendisi, siyasetle hiç meşgul olmaz, hep iş düşünürdü, geleceği düşünürdü.

“Sektörde Sabri Bey’i geçebilecek kimseyi görmüyorum”

Yıllar yıllar önce İstanbul’dan Ülker ürünleri trenle gelirdi. Sandıkların içine yerleştirilen bisküvi paketleri 16 kutudan oluşmaktaydı. Malları istasyonda karşılar, daha sonra at arabalarıyla depomuza taşırdık. Teneke kutular boşaldıktan sonra, aynı yolla İstanbul’a gönderilirdi. Mersin’de seyyar satıcılığı 1958 yılında ilk defa ben başlatmıştım. Ufacık bir arabam vardı. 300 kilo mal alırdı. Bir süre sonra Özbesi ürünlerini satmaya başlayınca, bu firma Chevrolet marka bir araba göndermişti. Ülker bayiliğini aldığım zaman İstanbul’dan peş peşe beş minibüs geldi.

Zamanla Türkiye’de karayolları ağı oluşmaya başladı. Trenin yerini kamyonlar aldı. Onlar da yetmedi, devreye TIR’lar girdi. Mersin’e 1965’te gelen ilk TIR, Ülker ürünlerini taşıyordu. O koskoca TIR’ı gören Mersinliler, işi-gücü bıraktı, bizim fabrikanın avlusunda seyre başladı.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Türkiye’deki gıda sektöründe Sabri Bey’i geçebilecek böyle çalışkan bir kişi göremiyorum. Tabii işin en güzel tarafı, arkasında bıraktığı çocukları ve Ülker’in ekibi...

Geriye doğru dönüp bakacak olursak, Ülker’den önce piyasaya girmiş bulunan rakip firmalar çeşitli destekler ve kredilerle kurulmuştu. O tesislerin kurucuları zaman içinde paraları har vurup harman savurdular. Sabri Bey ise, firmasını büyük bir azim ve kararlılık içinde bugünkü noktaya getirdi.

Hilmi Durmaz: “Sabri Bey, babamın bakkal olduğunu öğrenince, beni Ülker’de işe aldı”

Sabri Bey’in çok zengin kültürü ve hayat bilgisi vardı. İktisat Fakültesi’nde hocam Mehmet Oluç’un derste anlattığı nazari bilgileri, kendisi bana otomobilde tatbiki olarak anlatırdı.

Ankara Fabrika (AGS) Genel Müdürü Hilmi Durmaz.

Sabri Ülker Beyefendi’yle ilk karşılaşmamız ve tanışmamız, 1967 yılında, Babıali’de, bir küçük gazetede çalışırken gerçekleşti. Söz konusu gazetede Ülker’in bir ilanı yayınlanmıştı. Sabri Bey’le, ilan parasını tahsil etmeye gidince karşılaştım.

Gazeteden 1972 yılında ayrılmıştım. İş arıyordum. Yine Babıâli’de, Ahmet Kibritçioğlu isimli matbaacı bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Sabri Bey’e gittim. Hiç unutmuyorum, tarih 28 Nisan1972 idi. Sabri Bey’e, arkadaşımın selamını ilettim. Beni, odasına aldı; çok ciddi bir mülakattan geçirdi. Ayrıntılı bir şekilde biyografimi öğrenmek istiyordu.

Ben anlattıkça, Sabri Bey, “Başka... Başka...” diyor, anlattıklarımın dışında bir başka özellik arıyordu.

Son cümlem şöyle olmuştu:

“Efendim, benim babam, Balıkesir’de, bir kenar mahallede bakkal. Çocukluğumdan itibaren onun yanında çalıştım. Daha sonra üniversite tahsili için İstanbul’a geldim” deyince, Sabri Bey, heyecanla, “Evet oğlum, ben bunu arıyorum” dedi.

Bir bakkalın oğluydum. Bakkal oğlu olmak, herhalde Sabri Bey için yeterli bir referanstı. Sabri Bey, benden tatmin olacağı bilgiyi aldıktan sonra konuşmaya başladı:

“Benim, Ankara’da bir fabrikam var. Oraya, imalat müdürü arıyorum. Eğer benimle çalışmak istiyorsan, yarın akşama kadar özgeçmişini yaz, bana getir. Ama, özgeçmişin bir sayfadan fazla olmasın.”

Sabri Bey’in cümlesinin içindeki “müdür” kelimesi, bana çok cazip geldi. Heyecanlandım. Ertesi gün özgeçmişimi hazırlayıp, Sabri Bey’in huzuruna çıktım. Kendisiyle, 16 Mayıs 1972 günü için randevulaştık. Aynı tarihte işe başladım.

İstanbul’da yaklaşık 2,5 ay staj yaptım. Sabri Bey bana her gün, “Bugün ne öğrendin?” diye soruyordu. Onunla da yetinmez, beni akşamları otomobiline alır, fabrikadan Kabataş İskelesi’ne gidinceye kadar sıkı bir imtihandan geçirirdi. Çok zengin kültürü ve hayat bilgisi vardı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İşletme Bölümü hocalarından Prof. Dr. Mehmet Oluç’un derste anlattığı nazari bilgileri, Sabri Bey bana otomobilde giderken, tatbiki olarak anlatırdı.

Sabri Bey, otomobilini Kabataş’ta park eder, daha sonra vapurla Anadolu Yakası’na geçerdi.

“Sabri Bey’in talimatı: ‘İki saatte toparlanıp Ankara’ya taşın’ ”

İstanbul’daki stajım tamamlandıktan sonra, bir cumartesi günü Sabri Bey beni çağırdı ve şunları söyledi:

“Sana, iki saat müsaade. Acele evini topla, Ülker’in fabrika sahasındaki deposuna getir. Eşyalarını, Ankara’ya göndereceğim. Sen de iki gün sonra, yani Pazartesi günü Ankara’da iş başı yapacaksın.”

Sabri Bey, talimat verirken, zamanı, önce iki saat, sonra iki günle sınırlamıştı. Hem heyecanlandım, hem de paniğe kapıldım. “Efendim,ben iki saatte Küçükpazar’a inemem” dedim. Bunun üzerine Sabri Bey, “Küçükpazar’da ne işin var?” diye sordu. Ben de kendilerine, “Efendim, eşyalarımı ambalajlamak için çuval, sandık ve ip temin edeceğim” dedim.

Sabri Bey, beni sükûnetle dinledikten sonra, “Sen merak etme, onların hepsini ben sağlarım” cevabını verdi. Fabrikadan bir kamyonet tahsis etti, eşyalarımızı toplayıp getirmem için, beni evi gönderdi.

Şaka gibi geliyor ama, evimi toplamam için sadece iki saatim vardı. Sultanahmet’te oturuyordum. Nefes nefese eve gittim. Eşime durumu anlattım. Alelacele evi topladık. Kamyonet geldi, eşyaları yükledik, fabrikaya gönderdik. İş, bununla da bitmedi. Eşimi alıp, Balıkesir’e götürdüm. Sabri Bey’in emrettiği şekilde pazartesi sabahı Ankara Fabrikası’nda işe başladım.

Anladığım kadarıyla Sabri Bey, benim taşınmamı dar bir zamana sıkıştırırken, aslında, zor anlarda neler yapabileceğimi de ölçmek istemişti.

“Akşam yatmasını bilmeyen, sabah kalkmasını bilmez”

Ülker’in Ankara Fabrikası, 1 Mayıs 1971’de üretime başlamış. Henüz bir yaşındaki fabrikada işe koyuldum. Fabrika alanında 60m2’lik bir lojmanda kalıyordum. Hiç unutmuyorum, o dönemde Ankara’da Adalet Partisi’yle Milli Selamet Partisi, aynı günde büyük kongrelerini yapıyordu. Başkentteki otellerde yer kalmamıştı. Sabri Bey de Ankara’daydı. Kendisine, bir otel odası dahi bulamadık. Sabri Bey, bu durum karşısında, yazıhaneye, “Bana bir somya getirin, burada istirahat edeyim” dedi. “Efendim, tenezzül buyurursanız, fakirhanemde istirahatinizi sağlayayım” teklifinde bulundum, kendisinden de, “Tabii olur” cevabını aldım.

Sabri Bey, lojmana gelince, “Yahu, burası da çok küçükmüş” dedi. Kendileriyle, akşam saat 22.30’a kadar çalıştık. Yorulmuştuk. Sabri Bey, “Akşam yatmasını bilmeyen, sabah kalkmasını bilmez” dedi ve istirahate çekildi.

Sabaha karşı kapım çalındı. Baktım Sabri Bey... “Hilmi Bey, çok geç kalkıyorsunuz” dedi. Henüz ortalık ağarmamıştı. Çevre köylerden ezan sesleri geliyordu. Hemen toparlandım, kendilerinden af diledim, sabah 6’da kahvaltılarını hazırladım. İşte o saatte yazıhaneye geçtiler ve çalışmalarına başladılar.

Sabri Bey, İstanbul’da da aynı hayatı sürdürüyordu. Evlerine sık sık evrak götürdüğüm için, günlük yaşantılarını biliyordum. Sabah namazıyla kalkıyor, kahvaltısını yaptıktan sonra, herkesten önce fabrikaya geliyordu.

“Sabri Bey’den not tutarak çalışmayı öğrendim”

Sabri Bey’le tanıştığımız günden itibaren iş hayatım boyunca yaklaşık 600 defa görüştüğümü, notlarımdan çıkardım. Bu görüşmelerimiz arasında, işçilerle birlikte yenilen toplu yemekler de vardı. Sabri Bey, hiçbir zaman “Ben bu yemeği yemem” yahut da “Bu yemeği beğenmedim” demedi. İşçi, hangi yemeği yiyorsa, kendisi de aynısını yedi.

Ankara’da göreve başladıktan iki yıl sonra, fabrika müdürü oldum. Sabri Bey’in maiyetinde çalışırken, kendisinden çok şey öğrendim. Bu öğrendiklerim arasında, en çok yararı, not almakta gördüm. Sabri Bey, hem disiplinli, hem de fikr-i takip sahibiydi. Yani, her konuyu titizlikle takip eder, unutmamak için sürekli muntazam şekilde not tutardı.

İşte Sabri Bey’in o meziyetini edindim, not tutarak çalışmanın hayatım boyunca çok büyük faydasını gördüm.

Hüseyin Güneş: “Suudi Arabistan’da bir TIR dolusu bisküvi kolisini Sabri Bey’le sırtımızda taşıdık”

Sabri Bey, bisküvi kartonunu taşırken düşüren bir işçiyi, elindeki silahı düşüren askere benzetir ve “Çünkü, düşen kutudaki bisküviler, kolinin içinde kırılır, ziyan olur” derdi.

Ülker’de göreve, 1981 yılında “Suudi Arabistan Temsilcisi” olarak başladım. O dönemde, Ülker’in bu ülkeye yılda 2 milyon dolarlık bir ihracatı vardı. Bu rakamı, bir yıl içinde 8 milyon dolar yaptık. Elde edilen başarı, Sabri Bey’in çok hoşuna gitmiş olacak ki, “Bizi katmerledin” dedi.

Aslında, ticaretten ve ihracattan anlayan bir kişi değildim. Akademisyen kökenliydim. Müşterilerle tevazu içinde ilişki kurabilme yeteneğimi kullanarak, işe koyuldum.

Piyasada, “Ülker, Suudi Arabistan’a ihracat yapmak istemiyormuş” dedikodusu dolaşıyordu. Oysa bu, çok yanlıştı. Çünkü, ülkesini düşünen Sabri Bey, başta Suudi Arabistan olmak üzere, her tarafa ihracat yapabilmek için didinmekteydi.

Suudi Arabistan’da üç yıldan fazla görev yaptım. Bu süre içinde, başta Suudi Arabistan olmak üzere, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Katar ve Bahreyn’de işleri damlaya damlaya oturttuk.

“Sabri Bey’in yanında ‘Yorulduk’ demeye utanırdık”

İşin başında, Suudi Arabistan kanunlarını bilmediğimizden, büyük sıkıntılar yaşadık. Yerli iş adamları, bizim işlerimize engel oldular. Tahsilatta zorluk çekmeye başladık. Bu problemleri çözebilmek için sık sık mahkemelere gidip geldim. Sıkıntılı dönemimizde 25-30 TIR mal, depolarda bekliyordu. Zamanla o sıkıntıları da aştık.

Suudi Arabistan’daki çalışmalarımı, hem Cidde, hem de Mekke şehirlerinde sürdürdüm. Sabri Bey, Suudi Arabistan’a gelince, gece-gündüz birlikte muhtelif şehirlere giderdik. Kendisi yorulmak nedir bilmezdi. Biz yorulsak dahi, Sabri Bey’in yanında “Yorulduk” diyemezdik. Çünkü, Sabri Bey’e “Yorulduk” demeye utanırdık.

Sabri Bey, bir müşteriyle karşılaştığında, “Sakın ha, benim iyi taraflarımı söylemeyin; beni yanıltmış olursunuz. Bana iyilik etmiş olduğunuzu zannedersiniz ama, bilakis bana zarar vermiş olursunuz. Benim eksiklerim, ayıplarım nelerdir, bunları dinlemek isterim. Övgülere ihtiyacım yok” derdi.

Sabri Bey’le Cidde’de yaşadığım bir anımı anlatmak istiyorum.

Bir Ramazan ayında, Türkiye’den Cidde’ye bir TIR dolusu Ülker mamulü gelmişti. Mal, ithalatçıya teslim edilecekti. Ancak, Yemen asıllı taşıyıcılar, “Biz, bu TIR’ı bugün boşaltamayız, yarına kalsın” dediler. Oysa Sabri Bey, TIR’ın hemen boşaltılıp, Türkiye’ye dönmesini arzu ediyordu. Baktık, olacak gibi değil, Sabri Bey, “Biz boşaltalım” dedi. Sabri Bey’le birlikte soyunduk, TIR’ın içindeki karton kolileri bir bir sırtımıza yükleyip, depoya taşıdık. İşte bu sırada Sabri Bey’den şu ilginç sözleri işittim:

“Hüseyin, bisküvi kartonunu düşüren bir işçi, elindeki silahını düşüren asker demektir. Çünkü, öyle durumlarda taşıyıcının sırtından düşen mal, kolinin içinde kırılır ve ziyan olur.”

Suudi Arabistan’daki görevimi tamamladıktan sonra İstanbul’a döndüm. Merkezde, İhracat Müdürü olarak görev aldım. O dönemde de Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika kıtalarında 60’ın üzerinde ülkeye Ülker ürünleri satacak seviyeye geldik. Taa Amerika’ya kadar şileplerle mal gönderdik. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Kafkasya ve Balkanlar’da yeni kurulan Cumhuriyetlerin insanlarına Ülker ürünlerini ulaştırdık.

Kadir Çeliktürk: “Yaşam kültürümü ailemden, ticari kültürümü Sabri Bey’den alarak büyüdüm”

Antalya’da firmamızın adı “Örnek”. Şehrimize gelen bir yolcu, taksiciye, “Ülker’e gitmek istiyorum” derse, doğruca bizim dükkâna getirir. Çünkü, kimse Örnek firmasını bilmez, ama Ülker’i bilir.

Asım ve Sabri Ülker Beylerle 1963 yılında Antalya’dan İstanbul’a, yükseköğrenime gittiğim zaman tanıştım. O yıllarda, babam bana, 75 lira aylık gönderiyordu. Ancak, bu aylıklar elime çok geç ulaşmaktaydı. Babamlar, bu gecikmeye bir çözüm buldular ve bana, “Her ay git, Ülker’in Eminönü’ndeki yazıhanesinden aylığını al” dediler.

Her ay Ülker’in Eminönü’ndeki yazıhanesine gider, Asım Bey’in yardımcısı Cemile Hanım’ın karşısına geçer, aile terbiyemin gereği olarak, ayakta, adeta esas duruşta “Aylığımı almaya geldim” derdim. Bu işyerinin sağ veya sol tarafında bir vitrin vardı. İçindeki bisküviler, çikolatalar, etrafa nefis bir koku saçıyordu. Henüz 18 yaşındaydım. Ülker’e her gidişimde bu ürünleri imrenerek seyrederdim.

İlk maaşımı aldığım zaman, gözüm Ülker ürünlerinde kaldı. Ben de yazıhaneden çıktıktan sonra yol üzerindeki ilk büfeden harçlığımla çikolata aldım ve büyük bir iştahla yedim.

“Sabri Bey, beni distribütör yaparken, ‘Esnaf olma’ dedi”

Ülker, 1994-1995 yıllarında, distribütörlük sistemine geçmeye başladı. O yıllarda 47-48 yaşlarındaydım. Sabri Bey beni çağırttı, İstanbul’a gidip, huzuruna çıktım. Karşısına oturttu ve konuşmaya başladı:

“Bak evladım, sana Antalya Distribütörlüğü vereceğim. Ama bundan sonra Faruk ağabeyin ile baban gibi esnaflık yapmayacaksın.”

Sabri Bey’in bu uyarısı üzerine, ister istemez “Neden?” demişim. “Faruk ağabeyim ve babam nerede yanlış yaptılar ki?..”

Sabri Bey, hemen araya girdi, “Hayır, hayır, onlar yanlış yapmadılar. Sen, sadece Ülker’e odaklanacaksın. Kırtasiye satmayacaksın, başka mal satmayacaksın. Bütün mesaini Ülker’e vereceksin. Bende o şartlar altında, seni Antalya Distribütörü görmek isterim” dedi.

Sabri Bey’in elini öptüm, teşekkür ettim ve odasından Antalya Distribütörü olarak ayrıldım. Yeni statümle işe başlayınca, diğer firmaların ürünlerini satmaktan vazgeçtim ve Ülker’e yoğunlaştım.

Babam gider, on çuval kestane alır, onu satardı. Sabri Bey, bana gerekli uyarıyı yaparken, “Bunları satmayacaksın” diyordu. Sabri Bey’in sözünü dinledim, belirlediği yolda gittim.

Uzun lafın kısası, çocuklarımıza da söylediğim bir söz var; yaşam kültürümü ailemden, ticari kültürümü Sabri Bey’den alarak büyüdüm.

“Sabri Bey, bizim şirkette hayatın bir parçasıydı”

Sabri Bey amca, son derece dirayetli, karşısındakini ikna edebilen bir insandı. Benim bir yanlışım varsa, hiç belli etmeden doğru yolu gösterir, “Kadir, evladım, şöyle olması gerekir” derdi.

Öğrenciliğim sırasında, her ay para almaya gittiğimde, mutlaka kısa bir süre de olsa Sabri Bey’le görüşme ve konuşma imkânı elde ederdim. Kendisi de para alırken sıkıldığımı fark eder, “Evladım, hiç sıkılmana gerek yok. Sen, bizden babanın parasını alıyorsun. Buraya her zaman rahatlıkla gelebilirsin. Erken de gelsen, geç de gelsen, benim sana çok itimadım var” derdi.

Biz ticareti babamın yanında, Faruk ağabeyimin yanında öğrendik. Ama, Sabri Bey, bizim şirkette hayatın bir parçasıydı. Şimdi, Sabri Bey yok ama, Murat Bey’le ve Ali Bey’le de aynı güven duygusu içinde münasebetlerimizi sürdürüyoruz.

Bugün gelinen noktayı şöyle özetlemek istiyorum. Firmamızın adı “Örnek”. Ama Antalya’ya otobüsle gelip, şehirlerarası garaja inen bir yolcu, “Ülker’e gitmek istiyorum” derse, taksiciler doğrudan doğruya bizim dükkâna getirirler. Çünkü, Antalya’da kimse bizim dükkânı “Örnek” olarak bilmez, “Ülker” olarak bilir.

Kemal Şentürk: “Vehbi Koç, işçi olayları sırasında Sabri Bey’e karşılıksız yardım teklifinde bulunmuş”

Sabri Bey, siyasetle hiç ilgili olmadı. Herkesle barışıktı. Bağırmadan, çağırmadan, otorite tesis etmişti. “Mızrak çuvala sığmaz” özdeyişini, zaman zaman kullanırdı.

İzmir’de şekercilik yapan bir babanın dört erkek evladından üçüncüsüyüm. Ülker firması ile ilişkilerimiz, 1956 yılında rahmetli pederimizle başlamış. O yıllarda, henüz on yaşında, ilkokula giden bir öğrenciydim. Ülker’le ilgili bir bilgiye sahip değildim. Ancak, babamın dükkânındaki Ülker ürünlerini yemekle meşguldüm.

Çocukluk yıllarımda, açık bisküvi satıldığı dönemlerde, İstanbul’dan bisküviler 16 kutuluk bir ambalajla gelir, 2,5-3 kiloluk teneke kutularda satılırdı.

Askerliğimi tamamladıktan sonra, iş arayışına girdim. Babam da yaşlanmıştı. O dönemde, Ülker’in İzmir’deki satış teşkilatının iyi yürümediğine dair bilgiler alıyorduk. Ailemizde, Ülker’in İzmir teşkilatına tâlip olma meselesi konuşuldu. Sabri Bey’le ailemizin münasebetleri iyiydi, fakat ticaretin de kendine göre kuralları vardı. Biz, küçük bir işletmeydik. Bu nedenle, talip olmaya niyetlendiğimiz böyle bir işin bize verilme şansının olmadığını düşünüyorduk.

Rahmetli babam, her şeye rağmen bu meseleyi görüşmek için İstanbul’a, Sabri Bey’i ziyarete gitti. Kendileri nezaket göstermişler ve cevaben, “Böyle bir şey olursa, sizi düşünürüm Süleyman Bey” demişler. Aradan aylar geçtikten sonra, Sabri Bey’i tekrar ziyaret etmeye karar verdik. Ama bu defa tâlip olduğumuz işi yürütecek profesyonel bir kişiyi yanımıza alarak... Sabri Bey, bu kez teşebbüsümüzün daha bir ciddiyet kazandığını gördü ve işi bize verebileceğini söyledi.

“İzmir sorumlusu olmadan, İstanbul’da sınavdan geçirildik”

Ülker’in İzmir sorumluluğunu almaya hazırlandığımız dönemde, bu gıda firması, Türkiye’nin belli başlı kuruluşlarından birisi haline gelmişti. Hatta o kadar ki, faaliyetleri Türkiye sınırlarını aşmış, Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde depo, Medine kentinde de satış teşkilatı kurmuştu.

İzmir’de işe başlamadan önce İstanbul’da sıkı bir imtihandan geçirildik. Bu işin profesyoneli olan arkadaşımla birlikte şirket merkezinde uygulama yaptık. İstanbul’da satıcılarla bakkal bakkal dolaştım. O dönemde, satışla Orhan Bey (Özokur) ilgileniyordu. Arnavutköy semtindeki bir satıcıyla çalışmaya başladığımız ilk gün, satıcı, arabayı 1,5-2 saatte boşalttı, mal bitince döndü. Merkezden takip edildiğimin farkında değildim. Ertesi gün Orhan Bey’in yanına çıktım. “Dünü nasıl geçirdiniz? Ben de İstanbul’da misafir olduğum dayımın evine gittim. İşiniz hangi saatte bitti?” sorusuna muhatap oldum. Ben de, öğleyin, 1,5-2’ye doğru bittiğini söyledim. Orhan Bey bu defa, “Sonra, nereye gittiniz?” sorusunu yöneltti. “Eve döndüm” dedim. Bunun üzerine Orhan Bey, “Keşke fabrikaya gelseydiniz. Yazık olmuş yarım gününüze...” uyarısını yaptı.

İstanbul’daki imtihanımız bittikten sonra İzmir’e döndük. Bize, İzmir ve Manisa bölgeleri verilmişti. Büyük bir şevk ve heyecanla çalışmaya başladık.

“Sabri Bey, meseleleri olumsuz noktaya ulaşmadan çözerdi”

Sabri Bey’in iş hayatında ekibe önem verdiğini, zaten ilk günden anladım. Nitekim, profesyonel bir ortak seçmemiz, işin bize verilmesinde tercih sebebi olmuştu. Neticede, aradan zaman geçince, başarı elde etmemiz, Sabri Bey’i çok sevindirdi. Dolayısıyla, İzmir bölgesindeki ciddi problemlerden kurtulması, kendisini çok rahatlattı.

Sabri Bey, çok kültürlü ve nezih bir insandı. Hiç boşa konuşmazdı. Örnek teşkil edecek bir aile yapısı vardı. Peşin hüküm vermezdi. Önce gözlemler, sonra kanaatini söylerdi. Önemli bir olayla karşılaştığı zaman, işin gidebileceği en olumsuz noktayı düşünür, tedbirlerini ona göre alır, dolayısıyla o olumsuz noktaya ulaşmadan, meseleyi çözerdi.

İzmir Bölge Satış Acentası (İzmir Bölge Müdürü) Kemal Şentürk.

Ülker’in İstanbul’daki fabrikasında 1979 yılında çok şiddetli işçi olayları yaşanmıştı. Bu olayların varabileceği olumsuz noktaları önceden hesap eden Sabri Bey, bir gece ansızın fabrikanın tüm makinelerini İstanbul’dan Ankara’ya taşıma kararı veriyordu. İşte bu taşınma sırasında, bir Çoko krem makinesi binanın üst katından vinçle indirilirken yere düşüp parçalanıyor, o sırada görevliler Sabri Bey’den çekinerek, “Eyvah, şimdi ne olacak?” diyordu. Sabri Bey’in bu olay karşısında değerlendirmesi şöyleydi:

“Makine düştükten sonra düşünmenin manası var mı? Kenara alın, işinize bakın...”

Daha sonraki yıllarda Sabri Bey’den dinlemiştim. İşçi olayları sırasında, rahmetli Vehbi Koç kendisini aramış, “Bizden nasıl bir destek istiyorsanız, hiçbir karşılık beklemeksizin size her türlü desteği vermeye hazırız” demiş.

Yine Sabri Bey anlatmıştı. Vehbi Bey’le bir uçak yolculuğunda tesadüfen yan yana oturmuşlar. Konu, dönmüş dolaşmış, aile şirketlerinin yönetimine gelmiş. Vehbi Bey, bu sohbet sırasında Sabri Bey’e şunları söylemiş:

“Sabri Bey, aile şirketinizi çok iyi derleyip toparladınız. Biz, zaman zaman sıkıntı çekiyoruz.”

“Sabri Bey, bir toplantıda, ‘Murat, pek ortaya çıkmaz’ dedi”

Şimdi, 90’lı yıllardaki Ülker’i anlatmak istiyorum. O dönemde Ülker, artık profesyonelleşme yoluna girmişti. İstanbul Polat Otel’de bir bayiler toplantısı vardı. Çoğu katılımcılar Murat Bey’i (Ülker) ilk defa o toplantıda görüyorlardı. Murat Bey, devamlı çay içiyordu. Bu, öğrenciliğinden kalma bir alışkanlıkmış. O sırada, Sabri Beyde, toplantıya katılanlara Murat Bey’i göstererek, esprili bir şekilde, “İşte arkadaşlar, bu da Murat Ülker... Kendisi pek ortaya çıkmaz, ortada görünmez...” demişti.

Murat Bey, henüz 18 yaş civarındayken, okul tatillerinde İzmir’e gelir, bize de uğrardı. İşte böyle bir ziyaret sırasında Murat Bey, ilginç bir tavır sergileyerek, Sabri Bey’in oğlu olduğunu gösterdi.

O yıllarda, İzmir caddelerinin köşe başlarında ışıklı reklamlar vardı. Biz de o reklam alanlarından istifade ederdik. Reklam yeri için bir ücret ödenir, ayrıca yakılan elektriğin parası da karşılanırdı. Elektrik hesabı ise, lamba sayısına göre yapılırdı. Bizim ortağımız olan reklam müdiresi hanımefendi, Murat Bey’le konuşurken, “Bu reklam alanında dört ampul var. Ama biz, iki ampul parası ödüyoruz” demiş. Bunun üzerine Murat Bey, aynen şu karşılıkta bulunmuş: “Hanımefendi, lütfen kaç ampul varsa, onun parasını ödeyin...”

Ali Bey ise, adeta çocuk yaştan itibaren fabrikanın çeşitli birimlerinde görünürdü. Okul tatillerinde fabrikaya gelir, önlüğünü giyer, bazen laboratuvarda, bazen muhasebede, bazen de satış ve imalat departmanında olurdu. Hiç unutmuyorum, o tarihlerde, Herr Volker adında Alman bir uzman vardı. Ali Bey’i, Herr Volker’in yanında da görürdüm.

“Sabri Bey, bağırmadan, çağırmadan otorite tesis ederdi”

Şimdi, Sabri Bey’in meziyetlerini anlatmak istiyorum. Sabri Bey,her kesimden insanla görüşürdü. Çünkü herkesle barışıktı. “Mızrak, çuvala sığmaz” özdeyişini zaman zaman kullanırdı. Bağırmadan, çağırmadan otorite tesis etmişti. Uzun yıllar kendisini tanıma, yakınında bulunma imkânı elde ettim.

Telefonda, “Sabri Bey arıyor” dedikleri zaman, Allah şahittir, telefonun ahizesini besmeleyle kaldırırdım. Bu uzun zaman dilimi içinde nadiren kendisini sinirli görmüşümdür. Böyle bir ruh hali içindeyken, tepkisini sadece, “Be kardeşim!..” veya “Peki efendim!..” sözleriyle gösterirdi.

Sabri Bey çok kanaatkârdı. İzzet ve ikramdan hoşlanmaz, kendilerine İzmir ziyaretleri sırasında “Efendim, ne yer, ne içersiniz?” dediğimiz zaman, “Yoğurt-ekmek varsa, bizim için yeter” derlerdi. Külfetsiz bir misafirdi.

Şunu özellikle belirtmek isterim ki; eğer benim bugün biraz kişiliğim varsa, bunun tamamını Sabri Bey’den aldım diyebilirim.

Kerami Mercan: “Sabri Bey Ticaret Bakanı olsaydı, Türkiye’nin ekonomisi düzelirdi”

Ülker’i ziyaretimizde Sabri Bey, hayatın içinden önemli mesajlar verir, “Eğer on senede gittiğiniz mesafeyi beş senede gitmek istiyorsanız, günde en az on sekiz saat çalışmanız gerekir” derdi.

1963 yılında, Keşan’da, üç kardeş bakkallık yapıyorduk. İşyerimizin ticari kimliği de “Mercan Kardeşler Kolektif Şirketi” idi. Kardeşlerim Nedim ve Sami Mercan’la birlikte işyerimizde otururken, kapıdan bir beyefendi girdi. Kendisini, “Buyurunuz Efendi Amca...” diyerek, misafir ettik. Misafirimiz, adının “Asım Ülker” olduğunu, İstanbul’da Ülker bisküvilerini imal ettiklerini, Keşan’a da bölge bayiliği vermek için geldiğini söyledi. Biz de, o yıllarda, iki ayrı bisküvi firmasının bayiliğini yapıyorduk.

Asım Bey, Keşan ziyareti sırasında, bizden önce bir başka işyerine uğramış. Orada, hiç ilgi görmemiş. Hatta, işyerinin sahibi elindeki kurşun kalemi açmakla meşgulmüş. Asım Bey, uzun süre ayakta beklemiş, sonra zoraki bir “Hoşgeldin” sözüne muhatap olmuş. Ardından da “Ben buraya, Ülker bisküvilerinin bayiliğini vermeye gelmiştim. Haydi Allahaısmarladık...” diyerek dükkânı terk etmiş.

Asım Bey, sakin bir kişiydi. Ama, anladığım kadarıyla, ilk uğradığı işyerindeki muameleden rahatsız olmuştu. İşte, Asım Bey’i böyle bir ruh hali içindeyken karşıladık. Kendisine gerekli ilgiyi gösterdik ve sohbetimizin akışı içinde de güvenini kazandık.

Asım Bey, bu kısa ziyareti sırasında bize Ülker Bölge Bayiliği verdi. Bunu, memnuniyetle kabul ettik ve Ülker ürünlerini Trakya’da 1978’e kadar on beş yıl kesintisiz pazarladık.

1978’de, üç kardeş, iş hayatımızla ilgili durum değerlendirmesi yaparken, “Artık bakkallığı bırakıp, zahirecilik yapalım” dedik. Bu arada, Ülker’e hiç sipariş vermedik. O dönemde, Ülker’den de bize “Niçin bisküvi almıyorsunuz?” diyen olmadı.

Trakya Bölge Satış Acentası merhum Kerami Mercan.

Zahireciliği denedikten üç ay sonra, tekrar eski işimize, bakkaliyeye döndük. O günlerde, İstanbul’a gittim. Eminönü’ndeki Ahenk Han’da Asım Bey’i ziyaret ettim. Ziyaretim sırasında, ticari hayatımızdaki değişiklikleri kendisiyle paylaştım. Asım Bey, beni dinledikten sonra, aynen şunları söyledi:

“Kerami Bey, biliyorum, siz bir süre işi bıraktınız. Ama, bıraktığınızı bize resmen bildirmediniz. Bu zaman içinde, sizin yaptığınız işe talip olan üç kişi müracaatta bulundu. Biz, sizden herhangi bir işaret almadığımız için, o müracaatlarla ilgilenmedik.”

İşte, Ülker’in ahde vefası (verilen sözde durma) bu idi.

Asım Bey’i ziyaretim sırasında, ara verdiğimiz Ülker’le iş münasebetlerine yeniden başladık. Bu ikinci çalışma dönemimiz de, 1978’den 1987’ye kadar devam edecekti. Ülker, bu dönemde bizi gerçek bayi, yani distribütör yaptı. O sırada, Ülker camiasında bize “3K’lar” derlerdi. Yani; Kayseri, Konya ve Keşan...

Her yeni yılın ilk günü, İstanbul’a, toplantıya giderdik. Bu toplantıya bölge müdürleri de katılırdı. Toplantıyı, Sabri Amca yönetir, herkesi dinler, ardından da kendi düşüncelerini bizlerle paylaşırdı. Aslında Sabri Bey, düşüncelerini büyük bir ustalıkla bizlere onaylatırdı. Yılbaşı toplantılarında belirlenen hedefler, 365 günün sonunda yüzde 90-95 tutardı. O dönemde, Ülker’in tutmayan bir-iki ürünü vardı. Nitekim, o ürünlerden sonuç alınamayınca, üretimlerinden vazgeçildi.

“İşçi olayları sırasında, gürültüye pabuç bırakmadık”

1970’li yıllarda Ülker Fabrikası’nda sık sık işçi olayları ve grevler yaşanırdı. İşte böyle bir dönemde, bana “Fabrikada mal var, bir iki kamyon tut, git, onları al” dediler. İki kamyon kiraladım, fabrikanın kapısına geldim. Önü, insan seli... Polisler de var. Kamyonun içindeydim. Fabrikanın kapısından girişte, bize, direnişçi işçiler, şu soruyu yönelttiler: “Çocuğunuz var mı?” Biz de, “Evet, var” dedik. Sonra devamını getirdiler: “İçeri girersen, şöyle olur, böyle olur...” Gürültüye pabuç bırakmadık, içeri girdik.

O sırada Ankara Fabrikası’na taşınmak üzere olan makineler kamyonlara yükleniyordu. Kamyonların arka tarafına makineler, ön tarafına ise bisküvi kolileri konulmaktaydı. Belki de bu tür yerleştirme, bir kamuflajdı. Fabrika sahasında kaldığımız süre içinde, bir yandan kendi kamyonlarımızı yüklerken, bir yandan da diğer kamyonların yüklenmesine yardımcı oluyorduk.

Biz, yükümüzü aldık, kapıdan dışarı çıkarken, bırakmadılar. Arabanın içinde bir gece yattık. Ertesi gün polisler geldi. Onların müdahalesiyle fabrikadan çıkabildik. Direnişçi işçiler, bu olaylar sırasında çevreye ve mallara çok zarar vermişler, bisküvi kutularının üzerine su sıkmışlardı.

“Hayat felsefemi ve ticari anlayışımı Ülker’den aldım”

Ülker’in bayiliğinden önce, İstanbul’un iki ünlü bisküvi markasının ürünlerini pazarlamak için Trakya’nın batısında çanta elimizde, dolaşırdık. Sonra, aynı tempoyu Ülker için devam ettirdik. Asım Amca, performansımı çok beğenmiş olacak ki, bana “Keşan Şeytanı” derdi. Bizleri çok severdi, biz de kendisini sayardık. Bu arada Sabri Bey, hayatın içinden çok önemli mesajlar verir, “Eğer herkesin on senede gittiği mesafeyi beş senede kat etmek istiyorsanız, 24 saat içinde 18 saat çalışmanız gerekir” derdi.

Şimdi, özellikle belirtmek istiyorum ki, hayat felsefemi ve ticari anlayışımı Ülker Grubu’ndan, Asım Amca ve Sabri Amca’dan almışımdır. Yıllardan beri hep söyleyip geliyorum; şayet, 60’lı ve 70’li yıllarda Nejat Eczacıbaşı Cumhurbaşkanı, Sabri Ülker Bey de Ticaret Bakanı olsaydı, Türkiye’nin ekonomisi düzelirdi...

Mehmet Ali Eroğlu: “Ülker Fabrikası’nın merdivenlerinde hiçbir politikacı görmedim”

Sabri Bey, “müşteri odaklı” bir yöneticiydi. Fabrikaya gelen her müşteriyle randevusuz görüşürdü. En keyif aldığı görüşmeler, Anadolu ve Trakya’dan gelen müşterilerle yaptığı sohbetti.

1983 yılında Sosyal Sigortalar Kurumu’nda müfettiş olarak çalışırken, Erzurum’da, teftişte bulunduğum bir sırada, Sabri Ülker Bey’den iş için görüşme daveti aldım. Ülker’in Ankara Fabrikası’nda çalışan bir arkadaşım benden bahsedince, Sabri Bey de “Görüşelim” demiş. Arkadaşım bana telefonla ulaştı ve durumu anlattı. Kendisinden, 24 saatlik bir düşünme süresi istedim. Düşündüm, taşındım, 24 saatin sonunda arkadaşımı arayarak, “Kusura bakmayın, gelemeyeceğim” cevabını verdim.

Erzurum’daki teftişim bittikten sonra, İstanbul’a döndüm. Bu arada, Sabri Bey’den ikinci bir görüşme daveti aldım. Topkapı’daki fabrikaya gittim. Günlerden cumartesiydi. Zaten Sabri Bey, bu tip görüşmelerini cumartesi günleri yaparmış. Kendisiyle uzun bir görüşmemiz oldu. Benim, Ankara’daki Anadolu Gıda Sanayi tesislerinde görev almamı arzu ediyorlardı.

Devlet memuruydum, ama özel sektöre geçersem, çok daha iyi bir ücret alacağımı biliyordum. Bu arada, Sabri Bey de, insana güven veren bir kişi olduğu için, problem yaşamayacaktım.

Eve geldim, Sabri Bey’le görüşmelerimizi eşimle paylaştım. Huzursuzdum. Tanımadığımız bir şehre gidecektik. Sabri Bey, görüşmemiz sırasında, “Yurt dışına gidiyorum, siz Ankara’ya intikal eder, genel müdür yardımcımız Hilmi Bey’le (Durmaz) görüşüp, göreve başlarsınız” demişti. Sabri Bey yurt dışındayken, Hilmi Bey’i aradım ve özür dileyip, göreve gelemeyeceğimi söyledim.

Ülker’den gelen iş teklifini, karmaşık duygular nedeniyle iki defa geri çevirmiştim. İnanılır gibi değil. Aradan bir buçuk ay geçti, bu defa Sabri Bey’in Özel Kalem Müdürü Adem Bey (Sezer) beni telefonla arayarak, “Sabri Bey sizlerle bir görüşme daha yapmak istiyorlar” dedi. Bir başka cumartesi günü Sabri Bey’le ikinci defa bir araya geldik. Ama bu sefer, İstanbul’da çalışmak üzere el sıkıştık.

“Beyaz önlüğü giydim, Ülker mensubu oldum”

Sabri Bey’le daha önce de uzun bir konuşma yaptığımızı söylemiştim. Evet, şimdi de uzun konuştuk ama, hiç iş konuşmadık ki... Çünkü işi bilmiyordum. Sabri Bey bana, “Kahve içer misin?” diye sormuştu, ben de çay rica etmiştim. Bunun üzerine, “Yeni nesil, kahveyi sevmiyor galiba” değerlendirmesi yapmıştı. Kısacası Sabri Bey, sanırım her cümlemi test ediyordu. Artık, dönüşü olmayan bir yola girmiştim. El sıkıştıktan sonra, Sabri Bey’den “Pazartesi günü gel” demesini bekliyordum. Ama, “Çarşamba günü gel” dedi. Erkenden gittim. Sabah saat 9 gibi Sabri Bey beni ofisine çağırdı. Üzerinde, beyaz bir önlük vardı. Beni ayakta karşıladı, “Hoş geldiniz Mehmet Ali Bey” dedi. Hemen o sırada Adem Bey benim için beyaz bir önlük buldu. Önlüğü giydim ve Ülker mensubu oldum.

İstanbul Satış Müdürü Mehmet Ali Eroğlu.

Sabri Bey’in beni Çarşamba günü işe başlatmasına bir anlam verememiştim. Onu da daha sonra çözdüm. Çarşamba günleri, İmalat Toplantısı yapılırmış. Öğleden önce 11’de başlayan toplantı, iki saat sürermiş. Önlüğü giydikten sonra, Sabri Bey beni yanına aldı ve üretim tesislerini gezdirmeye başladı. Aradan zaman geçtikten sonra Sabri Bey’den, “Satışçıların, üretimi ve ürünü biraz bilmeleri gerekir” cümlesini işittim. Aslında, işin başında nerede görevlendirileceğimi bilmiyordum. Oysa, Sabri Bey kararını vermiş ve benim, satışta görevlendirilmemi uygun görmüş.

Sabri Bey, “müşteri odaklı” bir yöneticiydi. Fabrikaya gelen her müşteriyle randevusuz görüşürdü. En keyif aldığı görüşmeler, müşterilerle yaptığı sohbetti. O yıllarda, İstanbul’un şehirlerarası otobüs terminali Topkapı’daydı. Ülker’in, Anadolu ve Trakya’da iki bin civarında müşterisi vardı. İstanbul’a gelen her Ülker müşterisi, sabahın erken saatlerinde kolaylıkla fabrika alanına ulaşır, görevliler tarafından ağırlanırdı. Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki, Topkapı’ya gelen her müşterinin, Sabri Bey’le görüşmeden gittiği vaki değildi. Kısacası Sabri Bey, bütün çalışmalarını müşteri odaklı yürütürdü.

“Sabri Bey, toptancının yerine, bakkalı ‘efendi’ yaptı”

Bundan yıllar önce bakkallar, toptancının ayağına giderdi. Onun için de mecburen dükkânını kapatır, cebine parayı koyar ve toptancının huzuruna çıkardı. Yani toptancı, “efendi” idi. Sabri Bey, bunu tersine çevirmek istiyordu. Yani, bakkalı efendi yapmak niyetindeydi. Bu iş için sadece beş kişiyle yola çıktı. Plasiyer teşkilatı kurdu. Dostları, Sabri Bey’i izliyor, üretimini artırdığını görünce, “Bu kadar ürünü kime satacaksın? Yoksa Haliç’e mi dökeceksin?” diyordu. Sabri Bey ise, dost eleştirilerine, “Gerekirse kapı kapı dolaşır, satarım” cevabını vermekteydi.

Sabri Bey bakkalın ayağına gitmeye hazırlanıyordu ama, o yıllarda böyle bir tavır pek hoş karşılanmazdı. Hatta, şu tip eleştiriler olurdu: “Siz, eşraftan birisiniz. Zenginsiniz. Bakkal da kim oluyor?..”

Evet, toplumda, bakkalı küçümseyen bir kesim vardı. Onlar, toptancının nazarında, “sinekli bakkal”dı. Bir başka ifadeyle, toptancı, bakkalın ayağına giderse, karizmayı çizdirmiş olurdu.

Sabri Bey, bu değerlendirmelerin hiçbirisine aldırış etmedi ve bakkalın ayağına gitmek için yola koyuldu. Önce, İstanbul haritası aradılar. Bulmakta zorlandılar. Sonra, zannediyorum İstanbul Belediyesi’nden, bir şehir haritası temin edip, plasiyerlerin yol haritasını çizdiler. Yani, “rut sistemi”ni kurdular, ardından da bakkalı, “efendi” yaptılar.

“Sabri Bey; nazik, uzlaşmacı ve demokrat bir yöneticiydi”

Sabri Bey, daima olumlu düşünürdü. Toplantılarda bir kısım arkadaşlarımız Ülker’in rakiplerini yok etmeye yönelik önerilerde bulununca, şu uyarıyı yapardı:

“Rekabetten niçin korkuyorsunuz? Bir rakibi yok ederseniz, ikincisi gelir. Şayet, rakibinize zarar vermeye kalkarsanız, on katı ile karşılaşabilirsiniz. Rekabetten korkmayın, ürün ve hizmet kalitenizi geliştirin.”

Sabri Bey, iyi bir öğretmendi, nasihatini az ve öz yapardı. Hataları, tekrarlamamak şartıyla hoşgörüyle karşılardı.

Çok nazik bir kişiydi. “Ben” kelimesini hiç kullanmazdı. Toplantılarda herkesin özgürce konuşabileceği bir ortam hazırlardı. Kısacası, demokrattı. Kırıcı üsluptan çok rahatsız olur, yoğun eleştiriye tabi tutulan bir arkadaşımız olursa, müşkül vaziyete düşmemesi için hemen onun yanında yer alırdı.

Çok iyi bir dinleyici, bir o kadar da gözlemciydi. Ticari ilişkilerinde köprüleri hiç atmazdı. Bu tavrını sadece müşteriler için değil, tedarikçiler için de uygulardı.

Sabri Bey’in katıldığı toplantılarda, asla politik konular konuşulmazdı. Kendisi, çalışanların politikayla uğraşmasını arzu etmez, “Siyaset yapmak isteyenler, bizden ayrılsın” mesajını nazikçe verirdi. Aslında, şüphesiz kendisinin de politik bir görüşü vardı ama, bu görüşünü hiç kimseye yansıtmazdı.

Burada bir tespitimi ifade etmek istiyorum. Sabri Bey’in pek çok siyasi liderle kişisel dostluğu olduğunu işittim. Ama, Ülker Topkapı Fabrikası merdivenlerinden, bildik, tanıdık, hiçbir ünlü politikacının çıktığını da görmedim ve duymadım...

Mustafa Acar: “Sabri Bey’le, Ankara’da sokak sokak dolaşıp, piyasa denetlemesi yaptık”

1970’li yıllarda yaşanan işçi olayları sırasında Sabri Bey’in evrak çantasında bir tabanca gördüm. Kendisine, “Hayrola efendim?” deyince, şu cevabı aldım: “Mustafa, faydası yok ama zorla verdiler...”

Liseyi bitirdikten sonra Erzurum’da askerlik yaparken, Yüksek Hız Telsiz Operatörlüğü’nü öğrendim. Terhis olunca, Emniyet teşkilatında bu görevi yapmak istedim. Ancak, 12 Mart 1971 Muhtırası’yla birlikte kamuya personel alımı durduruldu, ben de Ankara’da iş aramaya başladım. Şansım yaver gitti, bir vesile ile Sabri Bey’le tanışma imkânı buldum.

1972 yılının 4 Ocak günü Ülker’de, Satış Muhasebesi servisinde göreve başladım. İşin başında, Sabri Bey’le hiç maaş konusunu konuşmamıştık. Ancak ilk ay, elime 620 lira para geçti. Yeni evliydim. Bu parayla hayatımı idame ettirmem mümkün değildi. Sabri Bey, her hafta mutlaka Ankara’ya geliyordu. Bir gün cesaretimi topladım ve kendisine, geçim derdimi anlattım. Ne kadar maaş aldığımı sordu, ardından da “Tamam, bakalım” dedi. Bir ay sonra maaşım tam 1400 lira olmuştu.

Evet, Ülker’de işe başlayışımın ikinci ayında, hayatımın refah devresi başladı. Çok şükür, ondan sonra hiçbir maddi sıkıntı çekmedim.

İşe başladıktan bir süre sonra Satış Şef Yardımcısı oldum. Sabri Bey Ankara’ya gelişlerinde beni de yanına alır, başkentin çeşitli mahallelerinde piyasa denetlemesi yapardı. Bu denetlemeye, “Rut” diyorduk. Sabri Bey’le yaptığımız bir günlük rut sırasında, sokak sokak dolaştık. Otuz civarında müşteri tespit ettik.

“Sabri Bey’le Ankara’da esrarengiz bir yolculuk yaşadım”

1970’li yılların ikinci yarısında hem Ankara, hem de İstanbul’da işçi olayları diğer işyerleri gibi Ülker’i de tehdit etmeye başladı. O dönemde, DİSK militanları Sabri Bey’in peşine düşmüştü. Bir gün Ankara Fabrikasında Sabri Bey’le bu olayların kritiğini yaparken, evrak çıkarmak için açtığı çantasında bir tabanca gördüm ve “Hayırdır efendim?” dedim. Sabri Bey ise, şu karşılıkta bulundu:

“Mustafa, bunu bana zorla verdiler. Bir faydası da yok. Ama çantada taşıyoruz...”

Ankara Satış Müdürü Mustafa Acar.

Ankara günlerinde Sabri Bey’le birlikteyken, hâlâ zihnimde çözemediğim bir başka olay ise, şöyle gelişti:

Sabri Bey’in kırmızı bir Mercedes arabası vardı. Ankara’ya zaman zaman uçakla, zaman zaman da bu arabayla gelirdi. Arka koltuğunda yastığı dahi vardı. Hem yol alır, hem de istirahat ederdi. Bir gün başkent Ankara’da o kırmızı arabayla birlikte gitmekteydik. Arabayı, ben kullanıyordum. Stad Oteli’nin önüne gelince, durmamızı söyledi. Daha sonra, “Mustafa, Kızılcahamam’a doğru yola çıkalım” dedi. Sabri Bey, arkada oturuyor ama hiç konuşmuyordu. Ankara’dan çıktık, Kazan ilçesine kadar geldik. Daha Kızılcahamam’a epey yolumuz vardı. Ansızın, “Mustafa, buradan geri dön!” dedi. Döndük. Kendisini, Stad Oteli’ne bıraktım.

Bugün hâlâ düşünürüm; Sabri Bey, acaba o gün canını sıkan bir olaydan dolayı deşarj mı oldu diye...

Ömer Çetiner: “Sabri Bey, valinin karşılayacağını öğrenince, Şanlıurfa gezisini iptal etmişti”

Sabri Bey’le henüz 21 yaşındayken tanıştım. Bir tevazu abidesiydi. Cümleleri seçe seçe kullanıyordu. Çok nazikti. Sonradan öğrendim ki, Sabri Bey, ön plana çıkmaktan da hoşlanmazmış.

Urfalıyım. Memur bir ailenin çocuğuyum. Babam, atlı tahsildardı. Yani, at üzerinde köy köy dolaşır, devlete vergi toplardı. Hem okudum, hem de çalıştım. Gıda teknolojisi üzerinde yükseköğrenim gördüm. Henüz 20 yaşındayken Ülker’in Şanlıurfa Bayii oldum. Daha önce bir yağ firmasının bayiliğini yapıyordum. Ülker markasına karşı özel bir hayranlığım vardı. Ülker firmasına müracaat ettim, bayiliği aldım. Bayiliği alırken, şansım yaver gitti; bir başka ifade ile ayağıma kadar geldi.

Ülker’e başvurumu yapıp, gelecek cevabı bekliyordum. Bir gün kamu bankalarından birisinin Şanlıurfa şubesi müdürünü ziyarete gitmiştim. Aslen Mardinli olan müdür Necip Özbek’in bir misafiri geldi. Misafir, müdür beyin hemşerisi imiş. Oturdu, sohbete başladılar. Daha sonra adının Fazıl Özdöner olduğunu öğrendiğim misafir, banka müdürüne hitaben aynen şunları söyledi:

“Necip Bey, firmamıza başvuru yapan bir kişi hakkında sizden ticari bilgi almaya geldim. Piyasayı en iyi siz bilirsiniz.

”Müfettiş Fazıl Özdöner, hakkında bilgi toplamaya çalıştığı kişinin henüz ismini açıklamamıştı. Banka Müdürü devreye girerek, konuşmaya başladı:

“Fazıl Bey, işte sana genç, dinamik, atılgan bir bayi. Ben, kendisini tanıyorum. Kefilim. Bu delikanlı, bankamızın da iştirakçisi olduğu bir yağ firmasının Şanlıurfa bayii.”

Sıra, Müfettiş Fazıl Özdöner’in, hakkında bilgi toplamaya çalıştığı kişinin ismini açıklamasına gelmişti:

“Necip Bey, tabii öncelikle bize başvuruda bulunan kişi hakkında bilgi toplamam lazım. Çünkü, şirketimizin talimatı var. Önce ona bakalım, olmazsa başka değerlendirmede de bulunabiliriz. Bize başvuruda bulunan kişinin adı, Ömer Çetiner...”

Heyecanlı bir ortam oluştu. Müdür bey bana baktı, ben de kendisine... Sonra, Necip Bey konuşmaya başladı:

“İlahi Fazıl Bey, aradığın kişi, işte karşında oturuyor...”

“Müfettiş, hakkımda bilgi toplarken beni karşısında buldu”

Hakkında ticari bilgi toplamaya çalıştığı kişiyi bir anda karşısında bulan Müfettiş Fazıl Özdöner, hemen ciddiyetini takındı ve bana hitaben şunları söyledi:

“Ömer Bey, siz bize bayilik için başvurmuşsunuz ama, hakkınızda şikâyet dilekçeleri var. Sizin için ‘O kişi öğrencidir, tecrübesizdir. Gündüz kazanır, gece harcar. Siz, bu deneyimsiz gence nasıl bayilik verirsiniz?’ diyorlar.”

Müfettiş Bey’i dinledim ve son sözümü söyledim:

“Ben size, kendimi nasıl anlatayım. Şu anda tarafım. İstediğiniz gibi değerlendirebilirsiniz.”

Hava biraz gerilmişti. Devreye, banka müdürü Necip Bey girdi ve şunları söyledi:

“Fazıl Bey, benim esnafla belirli seviyede iletişimim olur. Ama bir yere kadar... Mesafeli davranmak mecburiyetindeyim. Burası, tarım bölgesi. Köylü-kentli, herkes benden kredi ister. Köylüler, köye davet eder, kuzu kesmek ister, ama gitmem. Fakat, bu çocuğa güvenirim. Hiç tereddüt etmeden kendisine bayilik verebilirsiniz.”

Evet, dedim ya, şans ayağıma gelmiş, Ülker müfettişi, hakkımda istihbarat toplamaya çalışırken, beni karşısında bulmuştu. Müdür Bey’in sözleri, müfettiş bey için yeterli referans oldu. Ama Fazıl Bey, müfettiş tavrı içinde nasihatini de eksik etmedi:

“Ömer Bey kardeşimiz, pekala, size bayilik verilmesi için olumlu rapor yazacağım. Sana kısa sürede mal gelir. Bedelini zamanında ödersen, kendini ispatlamış olursun. Ama ödeyemezsen, benim de yapacağım fazla bir şey yok.”

“21 yaşındayken, bir tevazu abidesiyle karşılaştım”

Ülker ürünleri gelmeye başladı. Büyük bir şevk ve heyecanla o nefis ürünleri Urfalılarla tanıştırdım. Aslında hemşerilerimin bu ürünleri tanıması gerekirdi. Ancak, bizden önceki bayiler herhalde yeterince çalışmamış olacak ki, depoları, satılmamış malla doluydu. Onları da devraldık ve piyasaya verdik.

Bir yıl boyunca çok sıkı bir çalışma yaptım. İyi sonuç aldım ama, aklım fikrim Hacı Sabri Ülker Beyefendi’yle tanışmaktaydı.

Bir İstanbul seyahatim sırasında, fabrikaya gittim. Sabri Bey’in Özel Kalem Müdürü Adem Bey’in kapısını çalarak, “Acaba Sabri Bey’le görüşmem mümkün mü?” dedim. Adem Bey, “Tabii mümkün” cevabını verince, bir anda heyecanlandım. Sabri Bey’in huzuruna girmeden önce Adem Bey’in bir küçük ricası oldu: “Ziyaretiniz kısa olursa, seviniriz”

Sabri Bey’in odasına girmiştim. Henüz 21 yaşındaydım. Karşımda bir tevazu abidesi vardı. Bu bir tanışma ve nezaket ziyaretiydi. Kendilerine, ticari hayatımızla ilgili hiçbir sorun taşımadım. Cümlelerini seçe seçe kullanıyordu. Çok nazikti. Urfa ile ilgili çok değişik sorular soruyordu. Kendileri, Güneydoğu Anadolu’yu daha önce ziyaret etmişler. Hem ilk ziyaretimde, hem de daha sonraları Sabri Bey’i Urfa’ya davet ettim. Davetime icabet edeceklerini söylediler, çok sevindim.

Urfa Toptancı Müşteri Ömer Çetiner.

Sabri Bey’in Urfa’yı ziyaret etmek istediği dönemde, Ziyaeddin Akbulut ilimizin valisiydi. Durumu, Vali Bey’e de intikal ettirdim. Memnuniyet duydu. Yardımcıları Hasan Duruel’i bu ziyaretle ilgili hazırlık yapılması için görevlendirdi. Sabri Bey’i korumalar karşılayacak, kendisine Mercedes bir makam arabası tahsis edilecekti. Bu gelişmeleri, Sabri Amca’ya telefonda anlattım. Olumlu veya olumsuz hiç tepki vermedi, ama o ziyaretini de gerçekleştirmedi.

Sonradan öğrendim ki, Sabri Bey ön plana çıkmaktan ve gösterişten asla hoşlanmazmış. Tabii bizi de üzmemek için, bu davete uymayacağını açıklamamış.

Aradan aylar geçtikten sonra, Sabri Amca Urfa ziyaretini gerçekleştirebileceğini söyledi. Ama, şu tembihatta bulundu:

“Oğlum Ömer Bey, Vali’nin Mercedes’inden bize ne? Eşimle birlikte geleceğiz. Havaalanında, öyle kalabalık bir karşılama arzu etmiyorum. Senin karşılaman yeter.”

Sabri Bey ve Hanımefendi, Urfa ziyaretlerini sessizce gerçekleştirdiler. Torunları Ahmet Özokur da yanlarındaydı.

Sabri Bey’in ziyareti sırasında biz henüz nişanlıydık. Nişanlımda Hacı Anne (Güzide Hanım) ile ilgileniyordu. Hacı Amca’ya nişan meselemizi açtım, düşüncelerini almak istedim. Kendilerinden şu cevabı aldım:

“Evladım, ben çok beğendim. Hiç zaman kaybetme, hemen evlen. Düşünmeye mahal yok...

”Hacı Amca’nın ısrarı üzerine, evlilik hazırlıklarımızı hızlandırdık. Daha sonra, kendilerinden İstanbul daveti aldık. Vaniköy’deki yalılarında misafir olduk. Bir haftalık misafirliğimiz sırasında, gündüzleri eşim; Hacı Anne ve Ahsen Hanım’la birlikte oldular. Biz de Hacı Amca’yla birlikte fabrikaya gidip geldik.

Sayılı günler, rüya gibi geçti...

“Ülker Ailesi’nde dededen toruna misafirperverlik var”

Sabri Bey döneminde Ülker’le yirmi yıl çalıştım. Ülker Ailesi’yle münasebetlerimiz hiç bitmedi. Murat Bey’den daima vefa ve yakın ilgi gördük. İstanbul’a her gelişimizde kendilerinin misafirperverlikleri karşısında hoşnut olduk. Aynı muhabbet, yeni nesilde de devam etti. O kadar ki, buluşma-görüşme arzusunu Yahya Ülker’den dahi aldık.

Kısaca diyebilirim ki; Sabri Bey’in varlığını, yüce duygularını ve misafirperverliğini Murat Bey aynen devralmış. Şimdi de, dededen toruna Yahya devralıyor...

Reşat Sözen: “Sabri Bey’deki kanaatkârlığı ve hakkı teslim hassasiyetini, hiçbir işadamında görmedim”

12 Eylül döneminde, bir grup arkadaşımla birlikte kurduğumuz Yalıtaş A.Ş.’ye, Ülker’in Yalova Toptancı Bayiliğini aldık. Daha sonra, şirketimizin Üsküdar’da şubesini açtık. Onu, 1989’da Bağcılar şubesinin açılışı izledi. O dönemde, Tayyip Bey [Erdoğan], şirketin yüzde 20 hissedarı olarak aramıza katıldı.

Yalova’nın Kadıköy beldesinde doğup büyüdüm, ilkokulu da orada okudum. Çok fakir bir ailenin çocuğu olduğum için ileriki yıllarda okuma şansı elde edemedim.

Okul hayatım, 11 yaşında bitti. Bunun üzerine ticarete başladım. O gün bugün ticaretle iştigal ediyorum. 30 seneye yakın, Tayyip Erdoğan’la siyaset yaptık. Bu sürenin bir kısmında ortak ticari hayatımız da oldu.

Siyasete, 1977 yılında, Erbakan döneminde Yalova’da başladım. Tayyip Bey de partimizin, yani Milli Selamet Partisi’nin İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanı’ydı.

1970’li yıllarda Büyükada’da ikamet ediyordum. Bu arada, Yalova’ya da devamlı gidip gelmekteydim. Yalova’dan mal alıp, Adalar’da satardım. Ticari hayatım, 1980’e kadar yaş sebze-meyve alım-satımı üzerine devam edecekti.

İstanbul Toptancı Müşteri Reşat Sözen.

12 Eylül 1980’de ihtilal oldu. O günün sabahı, yaş sebze-meyve işim bitti. İhtilalle birlikte Yalova’da partiler kapatıldı. O yıllarda Yalova, İstanbul’a bağlı bir ilçe idi. Milli Selamet Partisi’nin ilçe başkanını da gözaltına aldılar, ama o dönemde bana bir şey olmadı.

İhtilali takip eden yıllarda, Yalova’daki arkadaşlarla birlikte “Bundan sonra ne yapalım?” değerlendirmesinde bulunduk. Arkadaşlarım, “Bir ticari şirket kuralım” dedi. “Yalıtaş A.Ş.” adını verdiğimiz şirketi kurduk.

Grubumuzda, Arı Bisküvileri’nin satıcısı Hüseyin isimli bir arkadaşımız vardı. Hüseyin arkadaşımız, bana, “Ağabey, sen bu partinin (MSP) içinde uzun süre görev yaptın. Tayyip Bey’i tanır mısın?” dedi. Aynı zamanda İstanbul’dan birkaç isim daha verdi. Hüseyin arkadaşımıza, “Tanırım; peki, sonra ne olacak?” sorusunu yönelttim. Onun üzerine Hüseyin, “Ağabey, Ülker’in Yalova toptancılığını alsak” dedi, ardından sözlerini şöyle devam ettirdi:

“Eğer Ülker’in dağıtımını yaparsak, faaliyet alanımıza Bursa, Karamürsel ve Orhangazi’yi de ekleriz.

”Hüseyin’in bu teklifi üzerine, “Peki, İstanbul’a gidip, Tayyip Bey’le bir görüşmem lazım. Olur mu olmaz mı bilemem ama, kendisine gidip sorayım” dedim.

İstanbul’a geldim. O yıllarda Tayyip Erdoğan, Eminönü’ndeki Coşkun Sucukları’nın müdürüydü. Teşebbüsümüzü ve niyetimizi Tayyip Bey’e anlattım. Ülker’de bir tanıdığı olup olmadığını, özellikle Murat Bey’i (Ülker) tanıyıp tanımadığını sorarken, “Okuldan veya bir başka yerden tanışıklığınız var mı?” dedim. Kendisi de bana, “Murat Bey’le okullarımız denk gelmiyor” cevabını verdi.

Aslında, Murat Bey vasıtasıyla Sabri Bey’e ulaşmak istiyorduk. Tabii o yıllarda Murat Bey, belki de liseyi dahi bitirmemişti. Biz ise, geçmek için bir yol arıyorduk.

Tayyip Bey, Ülker Grubu’nda tanıdığı bulunmadığını, ancak Atilla Aydıner isimli eczacı olan bir arkadaşının, o müessesede tanıdığının olabileceğini söyledi. Halen Bayrampaşa Belediye Başkanı olan Atilla Aydıner’e Tayyip Bey’in tavsiyesiyle gittim. Böyle bir geçişle, Ülker Fabrikası’na ulaştık.

“Önce, Sabri Bey’in güvenini kazandım”

Fabrikadaki görevliler, bizi Sabri Bey’in damadı Orhan Bey’e (Özokur) yönlendirdi. Orhan Bey, o yıllarda Ülker’in satış müdürü idi. Ülker’e iki arkadaş gitmiştik. Orhan Bey’e ulaştık. Durumu kendisine anlattık. Orhan Bey, “Bu konu, benim boyumu aşar, Sabri Bey’le görüşün” dedi.

Sabri Bey’den gerekli randevu alınması için teşebbüse geçildi. Bunu da sağladık.

Sabri Bey’le karşılaşınca elini öptüm. Karşılıklı hal-hatır sırasında, Sabri Bey bana, kim ve nereli olduğumu, ne iş yaptığımı sordu, ben de kendilerine ziyaret sebebimi şu şekilde açıkladım:

“Biz, Yalova’da yeni bir şirketiz. Şirketi, bir grup arkadaşla birlikte kurduk. Aslında, herkesin işi-gücü var. Büyükada’da oturuyorum. Yaz aylarında Adalar’da işim var ama, kışın yok. Sizin ürünlerinizi dağıtmak istiyoruz. Gördüğümüz kadarıyla, Yalova’da, Eti Bisküvilerinin satışı birinci sırada. Ülker’in Yalova satışını bize verirseniz, mamullerinizin dağıtımını yaparız.”

Sabri Bey, bu görüşmemiz sırasında, bana, “Teklif ettiğin işi becerebilecek misin?” diye sordu. Ben de kendilerine, şu karşılıkta bulundum:

“Allah’ın izniyle, bugüne kadar girdiğim hiçbir işi yarıda bırakmadım.”

Sabri Bey’in yönelttiği son soruya cevap verirken, şimdiye kadar yapmış olduğum işleri de ayrıntılı bir şekilde anlattım.

Sabri Bey, beni dinledikten sonra, “Sen bayağı beceriklisin. Herhalde bu işi halledeceksin” dedi. Ben de kendisine, “Vallahi efendim, siz, bize güvenirseniz, olur. Biz, size güveniyoruz. Zaten, çoluğumuza çocuğumuza en çok götürdüğümüz bisküvi çeşidi Ülker. Allah’ın izniyle bu işi alırsak, İstanbul’dan İzmit’ten, Bursa’dan...” diye söze başladım. Onun üzerine Sabri Bey, “Yo, yo, orada dur bakalım. O kadar da değil!” dedi. Ben de kendilerine, “Siz, nasıl münasip görürseniz” karşılığını verdim.

Sabri Bey’in güvenini kazanmış, bayilik için olumlu işaret almıştım.

“Sabri Bey, pazarlama stratejimizi beğenince iş bitti”

Bu arada Sabri Bey’in “Yo, yo, orada dur!” ikazının nedenini sorma ihtiyacı hissettim. Bunun üzerine Sabri Bey, “Bizim, İzmit’te, Bursa’da, Balıkesir’de bayilerimiz var. Yalova’da da vardı ama onlar işi bıraktılar” dedi.

Netice itibariyle Sabri Bey, “Sizin için Yalova’yı düşünelim mi? Eğer bu işe girerseniz, araç meselesini nasıl halledersiniz?” diye sordu. Sabri Bey’e, bizim ortaklarımızın kamyonetleri olduğunu, onlara özel kasa yaptırabileceğimizi ifade ettim. Bütün bunları anlatırken, kafamızdan geçen çalışma planını da şöyle anlattım:

“Sabri Amca, o sözünü ettiğim kamyonetlerle Ülker mamullerini direkt olarak bakkala götürmek istiyoruz. Yani bakkalın, aracılardan mal almasını istemiyoruz.”

Sabri Bey, bu niyetimi beğenmiş olacak ki, “Çok güzel düşünmüşsün” dedi.

Sonuçta, Yalova sınırları içinde kalmak şartıyla, Ülker’in toptancı bayiliği yetkisini aldık.

Sabri Bey, işe başlarken, bize çok güzel davrandı. Zaten kendisinde “baba” yüzü vardı. Daha önceki ticari münasebetlerimde de onun gibi babacan büyüklerimizle karşılaşmıştım.

Ülker’le anlaşmayı imzaladıktan sonra, arkadaşlarımızla birlikte Yalova’ya çok mutlu bir şekilde döndük. Bu işe teşebbüs ederken, “Onlar size mal vermez” demişlerdi, ama Sabri Bey, öyle tahmin ediyorum ki, bizi sevdi ve malını verdi. Kendisiyle ticari münasebetlerimiz, 1984 senesinin Mayıs ayından, 2005 yılının ikinci ayına kadar devam edecekti.

Ülker, 1985 yılına kadar ürünlerini İstanbul’da kendi servisleriyle dağıttı. Bu tarihten itibaren ise, toptancılara mal vermeye başladı. Biz de, aynı yıl Yalova’dan sonra Yalıtaş’ın Üsküdar’da bir şubesini açtık. Bu yeni işyerimizde de Ülker mamullerini satmaya başladık.

Bir gün, Orhan Bey’den bir telefon aldım. Sabri Bey’in beni çağırdığını söylüyordu. Bu davet üzerine, merak ettim, “Acaba bir kabahat mi işledik?” dedim. Yalova’dan İstanbul’a geldim. Sabri Bey’i ziyaret ettim. “Reşat, seni niçin çağırdım, biliyor musun?” dedi. Bende, “Sabri Amca, inşallah bir kabahat işlememişizdir” cevabını verdim. “Yok, yok, sen kabahat işler misin?” diye söze başladı ve konuşmasına devam etti:

“Mayıs ayından itibaren İstanbul’da sadece toptancılara mal vereceğiz. Sen de taa Yalova’dasın. Yalova’da iyi bir satış yaptın. Üç-dört senede bizim ismimizi belirli bir noktaya getirdin. Epey aşağıdan yukarı çektin. Ben, satış raporlarını izliyorum. Şimdi, senin İstanbul’da toptancı olmanı istiyorum.”

Sabri Amca’nın bu söylediklerini sevinçle karşıladım.

Ülker bünyesindeki toptancılara, o yıllarda “Depo Müdürü” denilirdi. Bize de teklif edilmiş olan bu yeni görev, Depo Müdürlüğü idi. Daha sonra, distribütörlüğe geçilecekti.

“Rumeli Yakası’nda da toptancı oldum”

İstanbul’da Ülker’in toptancılığını yapmak, çok önemli bir imkândı. Artık, Yalova’daki satışımızı burada üçe, dörde katlayacağımızdan emindik. Zaten, öyle de oldu. Yalova’ya her hafta bir TIR dolusu mal gelirken, bu rakamı gerilerde bıraktık.

İki ay gibi kısa bir süre içinde dört servis arabasıyla çalışmaya başladık. Depomuz, Bağlarbaşı’ndan Üsküdar’a doğru inerken, Fıstıkağacı Camii’nin 100-150 metre ilerisindeydi.

Ülker, bize İstanbul’da muntazaman mal vermeye başladı. Ödemelerimizide düzen içinde yaptık, ticaretimizi çok ciddiye aldık.

1989 yılına geldiğimizde, Sabri Bey’e yeni bir teklif götürme ihtiyacı hissettim. Randevu istedim, verdiler. Her zamanki babacan üslubuyla karşıladı. Sabri Amca’yı ziyaretim sırasında, karşılıklı oturur, orta kahve içerdik ve sohbete başlarken, bana hep “Bugün yine neler var afacan?” derdi.

Bu ziyaretimde, kendilerine teklifimi şöyle açıkladım:

“Efendim, bildiğiniz gibi, İstanbul’un Anadolu Yakası’nda toptancılığınızı yapıyorum. Acaba, Rumeli Yakası’nda da toptancı dükkânı açmama izin verir misiniz?”

Sabri Bey’den şu karşılığı aldım:

“Reşat, istediğin yerde toptancı dükkânı açabilirsin. Bu, iki de olur, üç de... Bu konuda bir problem yok. Bizim için önemli olan, Ülker’in mamullerini satmak. Randevu istediğin zaman, Üsküdar’la ilgili bir problemi veya bir teklifini getireceğini zannetmiştim...”

“Tayyip Bey’i, ortak olarak aramıza aldık”

Ticari faaliyetimi Yalova’dan Üsküdar’a taşıyınca, siyasi çalışmalarımı da bu ilçede sürdürmeye başladım. Recep Tayyip Erdoğan, 62312 Eylül sonrası kurulan Refah Partisi’nin önce Beyoğlu İlçe Başkanı, daha sonra da İstanbul İl Başkanı olmuştu.

1987 yılında Tayyip Bey’den şöyle bir teklif aldım:

“Reşat ağabey, seni Adalar’a, Refah Partisi ilçe başkanı yapayım” Bu teklif üzerine, Tayyip Bey’e şunları söyledim:

“Adalar’a ilçe başkanı olayım ama, işim Üsküdar’da olduğu için, her gün buraya gelmek mecburiyetinde kalırım.”

Tayyip Bey, bu mazeretime şu karşılığı verdi:

“Sen, Adalar’a iş günlerinde sadece haftada bir gün gitsen, yeter. Çünkü Adalar’da bir teşkilatımız olsun istiyorum.”

1988 yılında Sabri Bey’den izin aldıktan sonra, Yalıtaş A.Ş.’nin, İstanbul’un Avrupa Yakası’nda, Bağcılar’da bir şubesini açtık. 1989 yılının sonuna gelince, bu defa Recep Tayyip Erdoğan’ı aramıza ortak olarak almaya karar verdik. Yalıtaş yönetimi, bu ortaklık için belirli bir hisse ayırdı, Tayyip Erdoğan da şirketimizin yüzde 20 hisse karşılığında ortağı oldu. Bu ortaklık gerçekleşirken, aynı anda, yeni bir şirket kurduk. Adını da “Burak Limited Şirketi” yaptık. Yani, Tayyip Bey’le ortaklığımız, yeni şirketin çatısı altında başladı.

Şirket ortaklık yapısındaki bu değişikliği, Sabri Bey’e bildirdik. Kendisi de bize, “Yeni ortağınızın siyaset yapması, bizi ilgilendirmez. Biz, ticaretle uğraşırız. İş yaptığımız kişiler, ticari münasebetleri düzgün götürdükten sonra, bizim için bir problem yok. Önemli olan, ticari hayatta ciddiyet ve satışın artırılmasıdır. Biz, sizi sürekli iki konuda sorgularız. Bunlar; ticari münasebetlerimizin ciddiyeti ve satışın artıp artmaması...” cevabını verdi.

“Basın üstümüze gelince, şirketimizi devrettik”

Ülker, 1995 yılının başında, “Depo Müdürlüğü” sisteminden “Distribütörlük” sistemine geçti. Bu yeni gelişme, bize de bildirildi. Hatta diyebilirim ki, bu konudaki ilk haber, bize tebliğ edildi.

Ülker’in o tarihte 150, hatta 200’e yakın toptancısı varmış. Yeni uygulamayla birlikte, pazarlama ağını 7-8-10 bölge haline dönüştüreceklermiş. Bize, İstanbul’da sadece bir distribütörlük verebileceklerini söylediler. Israr ettik, onun üzerine, “Yalova’yı verelim, iki olsun” dediler.

1995 yılında Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı. Üsküdar Emniyet Mahallesi’ndeki binada beraber oturuyorduk. Durumu, Tayyip Bey’le istişare ettik. “Tamam ağabey, o zaman Yalova’daki arkadaşlara Yalıtaş’ı bırakalım, İstanbul’da yeni bir şirket kuralım, burayı da birlikte devam ettirelim” dedi. Konuyu, daha sonra Yalova’daki arkadaşlara açtık. Onlardan da “Tamam” cevabını aldık.

Yalıtaş A.Ş.’yi Yalova’daki arkadaşlara bıraktıktan sonra, İstanbul’daki işimizi yürütmek için yeni bir şirket oluşturduk. Adını da “Emniyet Gıda Limited Şirketi” yaptık. Bağcılar’daki Burak Limited Şirketi’ni ise kapattık. Üsküdar’ın Emniyet Mahallesi’ndeki Emniyet Şirketi, beş kattan oluşan kendi binamızda faaliyet gösteriyordu. Binanın üzerinde üç apartman dairesi vardı. Bir katında Tayyip Beyler, bir katında da biz ikamet etmekteydik. Binanın altında depomuz vardı.

1995 yılının başından 2005 yılının başına kadar Tayyip Bey’le birlikte Ülker’in Üsküdar distribütörlüğünü birlikte yürüttük. Bu dönem içinde hiçbir sıkıntımız olmadı. Bu arada Murat Bey (Ülker), işin başına geçmişti. Zaman zaman kendisiyle görüşmelerimiz, toplantılarımız olurdu. Murat Bey’le de hiçbir problem yaşamadık.

Sabri Amca, iş yaptığımız dönemde, bize daima destek verdi. İhtiyacımız olduğu zaman yardımcı oldu. Allah razı olsun, Murat Bey’den de aynı desteği gördük.

Başbakanımız Tayyip Bey, 2005’te Akyazı’daki tesislerin açılışına geldi. O açılış sırasında, gazeteciler, Başbakanımızı Ülker’in ortağı gibi göstermeye başladı. Halbuki, hiç alakası yoktu. Türkiye’de, Ülker’in 300-400 distribütörü bulunuyordu. Bu yayınlar üzerine, biz, “400 distribütörden biriyiz. Niye ortağı olalım?” dedik. Sabri Bey, koskoca bir dev olmuş. Fabrikaları yoğunlaşmış, işyerleri yoğunlaşmış, Kurtköy’de fabrikalar kurmuş, Akyazı’da fabrikalar kurmuş, Maltepe, Gebze, her tarafta tesisleri var. Bizim ortak olmamız mümkün mü?

Tabii, basın bu şekilde üzerimize gidince, biz de ayrılmaya karar verdik. Murat Bey’e “Artık size zahmet vermeyelim. Çünkü basın, devamlı bu meselenin üzerine gidiyor” dedik. Sonra, konuyu Başbakanımızla ve Murat Bey’le istişare ettik. Murat Bey de, “İyi olur” dedi. Bize, malımızı devralacak, şirketimizi devralacak kişileri buldu.O arkadaşlarla anlaştık, 2005’te devrettik. Helalleştik, paramızı pulumuzu aldık. Tabii bu parayı, Ülker’den değil, şirketi devrettiğimiz arkadaşlardan aldık.

Ülker, hâlâ her gün evimizin, arabamızın, masamızın, çantamızın yiyeceği ve içeceği... Bir bakkala girdiğimiz zaman, Ülker ürünlerinden başkasına bakmayız. Bu, bir alışkanlık. Bir manava girsem, hemen meyveleri düzeltirim. Benzin istasyonuna gitsem, bisküvi ve çikolata tezgâhlarına bakar, Ülker ürünlerini düzeltirim. Ülker’in 21 yıl bayiliğini yaptım, Sabri Bey’deki kanaatkârlığı ve hakkı teslim hassasiyetini hiçbir işadamında görmedim.

Rıza Sepet: “Sabri Bey, toplantı sırasında Başbakanın telefonunu erteleyebilir, ama bakkalınkine cevap verirdi”

Sabri Bey, gerçekten başlı başına bir okuldu. İnsanları dinlemeye önem verir, iş toplantısı yapıyorsa, herkesin fikrini alır, sonuçta da ortak bir karar çıkmasını sağlardı.

İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden 1973 yılında mezun olduktan sonra, ülkemizin başlıca iki holdinginde görev aldım.1978 yılında ise, bir gazete ilanı ile Ülker’e başvurdum. Başvurum kabul edildikten sonra satış bürosunda işe başladım. Altı aylık acemilik devresini atlatınca önce satış şefi, hemen ardından da satış müdürü oldum.

Ülker’de çok iyi bir maaşla görev yapıyordum. Satış müdürlüğünü 1984’e kadar sürdürdüm. O yıllarda, özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde ciddi bir faaliyetimiz yoktu. Cesaretlendim, Sabri Bey’e, “Efendim, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Mesela, memleketim Sivas olabilir” dedim. Sabri Bey, bölgeyi dolaşıp, fikir sahibi olmamı istedi. Piyasa araştırma gezisine Sivas’tan başladım; ardından Erzurum, Van, Elazığ ve Malatya derken, tüm Doğu Anadolu’yu dolaştım.

O yıllarda Ülker, Doğu Anadolu Bölgesi’nde ayda sadece 20 kamyon mal satıyordu. Sabri Bey’e gezi izlenimlerimi anlatırken, “Efendim, ben o bölgede 100 kamyon mal satabilirim” dedim. “Ciddi misin?” deyince, “Evet, ciddiyim, bu işi yapabilirim” cevabını verdim.

1984-1996 yılları arasında Sivas merkezli bayilik yaptım. Aylık satışı da 130 kamyona kadar çıkardım. 1996 yılında ise, Ülker’in distribütörü oldum.

“Yetişmemizi ve tecrübemizi Sabri Bey’e borçluyum”

Sabri Bey’le 1978 yılından itibaren çok yakın çalıştım. Diyebilirim ki, şirkette, Orhan Bey’den (Özokur) sonra Sabri Bey’in yakınında çalışan ikinci kişiydim. Beş yıl boyunca Türkiye’den sorumlu satış müdürlüğü görevini yürütmüştüm. İşte o dönemde, Sabri Bey’den çok büyük dersler aldık. Maddi bakımdan kazancımızın dışında, Sabri Bey’den farklı şeyler öğrendik. Yani, okul gibiydi. Bugüne gelmemizde, yetişmemizde ve tecrübemizde Sabri Bey’in yüzde yüz payı vardır.

Doğu Anadolu Bölge Satış Müdürü Rıza Sepet.

Sabri Bey’le karşılaşmadan önce, kendisini 100-120 kiloluk, bastığı yeri sallayan birisi olarak tahayyül ederdim. Çünkü, bina içinde “Sabri Bey geliyor” denildiği zaman, herkes ceketini düğmeliyor ve tir tir titriyordu. Ancak, Sabri Bey’i gördükten sonra, fiziken normal bir beden yapısına sahip olduğunu gördüm, otoritesinin ise, kendisine duyulan saygıdan kaynaklandığını anladım. Yani, Sabri Bey’e karşı duyulan saygı, beraberinde disiplin getirmişti.

“Sabri Bey, iş toplantılarına çok önem verirdi”

Sabri Bey, gerçekten başlı başına bir okuldu. Her şeyden önce nezaket sahibiydi. Kendisini ziyarete gelen kişileri, oturduğu yerden kabul ettiğini hiç görmedim. Ziyaretçilerini daima ayakta karşılar, misafiri oturmadan oturmaz, boş meseleler konuşmaz, muhatabının anlattıklarını daima not alır ve sonucunu da takip ederdi.

Sabri Bey, insanları dinlemeye önem verir, iş toplantısı yapıyorsa, herkesin fikrini alır, sonuçta da ortak bir karar çıkmasını sağlardı.

Satış ve pazarlama konuları, Sabri Bey için çok önemliydi. Hiç unutmuyorum, satışla ilgili toplantı sırasında bir arkadaşımız Sabri Bey’e, “Efendim, müşteri ilişkilerimiz ne şekilde olsun?” sorusunu yöneltti. O tarihte Süleyman Bey (Demirel) Başbakandı. Sabri Bey, bu soruya şu cevabı verdi:

“Beyler, sekreterimiz Adem Bey, toplantı sırasında, ‘Efendim, Başbakanlıktan arıyorlar, Sayın Demirel sizinle görüşmek istiyormuş’ deseler, ‘Hemen beş dakika içinde kendilerine dönerim’ şeklinde cevap veririm. Ama İstanbul Bayrampaşa’dan falanca bakkal arıyorsa, ‘Çocuklar bana müsaade edin, şu telefona bir bakıp geleyim’ derim.”

“Güven duyulan özürlü bir işçi, olaylarda kışkırtıcılık yaptı”

Ülker, 1970’lerde bir fabrika kurmaya karar vermişti. Sabri Bey, fabrikanın yerini hangi kriterlere göre seçtiğini şu sözlerle anlatıyordu:

“O yıllarda Türkiye’de yetişmiş insan gücü sıkıntısı vardı. İstanbul’dan Ankara’ya mühendis ve ustalar getirmem gerekirdi. Onun için havaalanına yakın bir bölge seçtim. Ayrıca, fabrika sahası içine İstanbul’dan gelecek teknik ekip için lojman yaptım.”

1970’li yılların sonunda İstanbul’da işçi olayları baş gösterdi. Bu dönemde, çok üzücü ve beklenmedik sahneler yaşandı. Bunlardan bir örnek vermek istiyorum.

Fabrikada bedensel özürlü bir kişi vardı. Yönetim, bu özürlüye fazlasıyla güveniyordu. O kadar ki, özürlünün referansıyla Ülker’e pek çok kişi alınmıştı. İşçi olayları başlayınca, o özürlü kişi Sabri Bey’in yakasından tutmuş, “Hakkımı niçin vermiyorsun?” diye meydan okumuş. İş onunla da kalmamış, olay çıkaran işçilerin, bu özürlünün referansı ile fabrikaya alınan kişiler olduğu tespit edilmiş.

“Yerli rakip firmalara karşı daima hoşgörü beslerdi”

Sabri Bey, çok kanaatkârdı. Ticaretin acımasız kurallarına hiç itibar etmezdi. Rakip firmaları ezmeyi düşünmez, aksine onların ayakta kalması, hatta kalkınması için daima iyi duygular içinde olur, hoşgörü beslerdi.

Ülker’de görev yapan biz gençler, zaman zaman Sabri Bey’e, “Rakip firma yeni ürünler çıkardı. Onların piyasa hakimiyetlerini kıralım, yaşatmayalım” telkininde bulunurduk. Sabri Bey ise, “Bu, kesinlikle olmaz. Onlar da Ülker’in yanında, rafta duracak. Eğer yerli rakipleri ezersek, rafları bu sefer yabancı rakipler doldurur” derdi.

Yine 70’li yılların sonunda çikolata üretimine girip girmeme meselesini tartıştık. Türkiye, döviz darboğazı yaşıyordu. İthalat sıkıntısı had safhadaydı. Sabri Bey, Ülker’in şartlarını göz önünde bulundurdu ve bize şunları söyledi:

“Böyle bir dönemde çikolata imal etmek, lükstür. Ülkenin şartları buna elverişli değildir.”

Sabri Bey’le bir gün karayoluyla İstanbul’dan Ankara’ya giderken, Kızılcahamam’da yemek molası verdik. Otomobilimizi park ettiğimiz yerde, içkili bir lokanta vardı. Biz de “Sabri Bey, içkili lokantada yemek yemez” düşüncesine sahiptik. Lokantanın durumunu kendisine anlatınca, dersi aldım:

“O, onların dünyası; bu, bizim dünyamız. Biz, masamızda yemeğimizi yer, kalkarız. İnsanların içki içip içmemesi, kendi bilecekleri bir iş. İşyeri için de öyle düşünüyorum. Ülker’de çalışanlar arasında da mutlaka içki içenler vardır. Ben, sadece personelimin iş saatinde içki içip içmediğine bakarım. Sonrası beni ilgilendirmez.”

Şener Astan: “Ülker’de, Ticaret Hukuku’nun yanında bir de ‘Sabri Ülker Hukuku’ vardı”

Müşteri, Sabri Bey’e çok güvenirdi. Çünkü bir sorun olursa, Sabri Bey’in o konuya mutlaka el atacağını ve çözeceğini bilirdi. İşte bu, Ülker Müessesesi’ndeki “Sabri Ülker Hukuku”ydu.

Üniversitede okuduğum 1978’li yıllarda sürücü ehliyeti olanla, daktilo bilen kişi, meslek sahibi sayılırdı. O dönemde, yaz aylarında hem sürücü ehliyeti aldım, hem de bir fırında çalışmaya başladım.

Ülker’in İzmir acentası olan akrabamız Kemal Şentürk, bir süre sonra beni arayarak, işyerinde geçici statüyle çalışmaya davet etti. O yıllarda İzmir’de iş bulmak güçtü. Kemal Bey’in teklifini kabul ettim. Geçici de olsa plasiyerliğe başladım. Ancak, iş geçici olduğu için bir süre sonra işsiz kaldım.

İşsiz dönemimde Kemal Şentürk’ü ziyaret ettiğim bir gün, Ülker’in müfettişlerinden Suat Arın’la karşılaştım. Kendileriyle sohbet ettik. Suat Bey benden etkilenmiş olacak ki, ayaküstü Ülker’in plasiyer müfettişliği teklifinde bulundu. Hiç tereddütsüz “Evet” dedim. Henüz üniversite diplomamı almamıştım. İşe koyulduk. Kısa bir süre sonra Sabri Bey’le tanıştık. Sabri Bey’in, çok ciddi, vinsana güven veren, hem de şefkatli bir duruşu vardı. Tavrı ve ses tonu, beni olağanüstü etkilemişti.

Genç yaşımda, iş hayatına henüz atıldığım bir dönemde, çok önemli bir işyerinde göreve başladığımı fark ettim. Bu, benim için çok büyük bir şanstı.

Sabri Ülker, İstanbul Satış Genel Müdürü Şener Astan’la birlikte.

Göreve başladıktan kısa bir süre sonra, 1979 yılının Ağustos ayında İstanbul’dan pek de hoş olmayan bir haber aldık. “Sabri Bey, fabrikayı kapattı” dediler. Bu olaydan sonra, Ankara Fabrikası devreye girdi.

Ülker, müşterileri ürünsüz bırakmak istemiyordu. Onun için her tedbir alınmıştı. Böylesine kritik günlerden birinde, Sabri Bey İzmir’e geldi. Henüz 21 yaşındaydım. Kendisinin daveti üzerine, kalmakta oldukları otele gittim. Odasına çıktım. Çay içiyordu. Bana da ikram etti. Elim titriyordu. Bardağı zor tutuyordum.

Görüşmemiz sırasında Sabri Bey, İstanbul Fabrikamızın kapalı olması nedeniyle, ürün çeşitlerindeki eksikliğin sıkıntı yaratıp yaratmadığını sordu. Ülker’de, işe, beş-altı ay önce girmiştim. Beni karşısına almış, İzmir’deki eksiklikleri ve aksaklıkları tespite çalışıyordu. Çok genç yaşta olmama rağmen, Sabri Bey’in benimle bilgi paylaşımından dolayı hem mutluluk, hem de heyecan duymuştum.

Sahada on yıl kadar çalıştım. Daha sonra İstanbul’da görev aldım. Geçen zaman içinde kendileri bana yeni görevler verirlerdi. Görev değişikliği sırasında, Sabri Bey’i dinlerken, yüzüm kızarır, “Acaba nerede yanlış yaptım? Yoksa benim başka bir yerden iş teklifi aldığımı mı zannettiler?” düşüncesine kapılırdım.

Bu vesile ile şunu özellikle belirtmek istiyorum; Sabri Bey’in insan tanıma sanatı, insana verdiği değer ve özellikle çalışana verdiği değer, bence ifade edilemeyecek kadar farklıydı. Her şeyden önce Sabri Bey’in bulunduğu ortamda korku yoktu ama, ciddiyet vardı; kendini göstermeyen disiplin vardı. Sabri Ülker, İstanbul Satış Genel Müdürü Şener Astan’la birlikte.

Ülker’de her gün heyecan vardı. Bunu, bazı arkadaşlar “Ülker’de iş bitmez” tanımlamasıyla anlatırdı. Bazıları da, “Ülker’de inşaat bitmez” değerlendirmesi yapardı. Kısacası, Ülker’de boş günümüz olmadı. Hep heyecan oldu.

“Sabri Bey’e yanlış bilgi vermeye yeltenmezdik”

Sabri Bey, bizlere sorunlu bir konuyu sorduğu zaman, onu, en doğru şekilde anlatmaya çalışırdık. Çünkü Sabri Bey’in, işin doğrusunu mutlaka araştırıp, öğreneceğini bilirdik. Bu durum karşısında, emin olmadığımız konuda, eksik ve yanlış bilgi vermeye yeltenmezdik. Mutlaka hatamız olmuştur ama bunu bilerek ve isteyerek yapmazdık.

Müşteri, Sabri Bey’e çok güvenirdi. Kısacası, müşterinin gözünde Sabri Bey; bir sorun varsa, ona mutlaka el atacak, çözecek bir patrondu. Ülkede ticari hukuk vardı ama, bunun yanı sıra bir de milim sapmayan “Sabri Ülker Hukuku”, “Ülker Hukuku” vardı.

Tekin Kantarcı: “Ülker’in bakkallara pazarlanmasını babam gurur meselesi yaptı, işler açılınca ses çıkarmadı”

Sabri Bey’le hukukumuz ve muhabbetimiz çok iyiydi. Kendileri, muhterem bir ağabeyimizdi. Bir araya geldiğimiz zaman, Kayseri’nin ve Türkiye’nin meselelerini görüşürdük. Sakin bir kişiliği vardı. Yanına çok rahat girip, çıkardım. Her şikâyeti anlayışla karşılar ve çözüm üretirdi.

Babam Hayrullah Kantarcı ile birlikte Kayseri’de toptan bakkaliye işi yapardık. 1950’li yılların sonlarında, Ülker bisküvisi de satmaya başladık. Bisküviler o yıllarda teneke kutu ile gelirdi. Dolayısıyla, bu kutuların fabrikaya iade edilmesi gerekirdi. Bu teneke kutu meselesinden dolayı babam, Ülker’in satışına pek hoş bakmazdı.

Kayseri’ye gelen Ülker bisküvileri arasında Finger, Petibör, Marive Kremalı bisküviler vardı. Ayda topu topu dört sandık mal gelir, onu da zor satardık.

1960’lı yılların başında, Ülker’e bir mektup yazarak, Doğu’ya giden arabaların arkasına bizim için bir miktar çeşitli mal göndermelerini isterdik. İşte o sırada Sabri Bey Kayseri’ye geldi. Kendilerine, evimizde yemek verdik. Teneke kutunun zorluğunu anlattık.

Kayseri Bayii Tekin Kantarcı.

Sabri Bey’le Kayseri’de yaptığımız görüşme sırasında, bize, İzmir’de yeni imal edilen “TM 25” arabalarından söz ederek, “Size, o arabalardan birini göndereyim, bakkallara bisküvi dağıtımını onunla yapın” dedi. Babam, Sabri Bey’in bu önerisini gurur meselesi yaparak, “Beyefendi, her taş yerinde ağırdır. Biz, adamın kapısına kadar mal götüremeyiz” cevabını verdi. Sabri Bey, bu görüşmenin sonunda bize şunları söyledi:

“Yılbaşına kadar deneme yapın. Sizden arabanın parasını almayayım. Eğer bu tip pazarlamayı severseniz, araba sizde kalsın. Ama istemezseniz, arabayı Ankara’ya gönderebilirsiniz.”

Sabri Bey İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra, İzmir’den bize söz konusu araba geldi. Hemen motorize piyasaya çıktık. Baktık ki mal çok iyi gidiyor. Bunun üzerine araba sayısı önce iki, ardından da üç oldu. Piyasaya mal yetiştiremiyorduk. Bu arada babam, muhalefet etmekten vazgeçti ve hiç ses çıkarmadı.

“İşler açıldı, Kayseri bize dar gelmeye başladı”

Bir İstanbul seyahatim sırasında, hem Asım Bey’i, hem de Sabri Bey’i ziyaret ettim. Bu arada, mal siparişi de vermek istedim. Yetkililerden Hayati Bey, “Açık arabaya mal vermeyiz” dedi. Ben ısrar ettim. “Peki, mal verelim ama, irsaliyenin altına ‘İade kabul etmeyiz’ yazalım” önerisinde bulundu. Anlaştık. Malları kamyona usulüne uygun şekilde yerleştirdim. Sabri Bey, bu istifimi beğenmiş olacak ki, Hayati Bey’e, “Hiçbir şart koşmanıza gerek yok, malı Tekin Bey’e teslim edin” dedi. Kayseri Bayii Tekin Kantarcı.

Ülker’in adı duyulmaya başlamıştı. O sırada, İstanbul’dan Kayseri’ye elektrik direklerine asılmak üzere reklam levhaları da geldi. Onları astırdık. İşler gayet iyi gidiyordu. Kayseri, Orta Anadolu’nun ticaret merkezi olduğu için, çevre illerin, şehrimize yakın olan ilçelerine de Ülker ürünleri gönderiyorduk. Bunlar arasında Sivas’ın Şarkışla, Yeni çubuk ve Gemerek ilçeleri de vardı. Bir süre sonra, Sivas Bayii şikâyetçi oldu. Ardından Nevşehir ve Kırşehir’in ilçelerine girdik. Ancak, o illerin satıcılarından da tepki gelmeye başladı.

Kayseri’yle yetinmek istemiyorduk. Çünkü, satış alanımız iyice daralmıştı. Konuyu, telefonla Sabri Bey’e bildirdim. “Malatya’ya gider misiniz?” dedi. Gittik. Kısa sürede piyasaya girdik. Kapı kapı esnafı dolaştık. Rakip firmanın ürünleri arasında yer almayan yeni mamullerimizi Malatyalılarla tanıştırdık. Çok geçmeden Malatya’ya ayda bir kamyon mal sevk eder olduk.

“Plastik işine girince, Ülker’le vedalaştık”

Sabri Bey bize bir müddet sonra kapalı kasa bir kamyon gönderdi. Ankara Fabrikası’ndan mamuller geliyor, ancak o kamyon Ankara’ya boş gidiyordu. Sabri Bey, bunun da çaresini buldu. “Kamyonu Ankara’ya gönderirken, Kayseri Şeker Fabrikası’ndan toz şeker alın. Çünkü bizim ihtiyacımız var” dedi. Ankara’ya, bisküvi almaya giderken, kapalı kasa kamyona her seferinde 75’er kiloluk toz şeker çuvalları yüklemeye başladık.

Bir ara, Malatya’dan Elazığ piyasasına da girdik. Ama o uzun sürmedi.

Sabri Bey’le hukukumuz ve muhabbetimiz çok iyiydi. Kendileri, muhterem bir ağabeyimizdi. Bir araya geldiğimiz zaman, Kayseri’nin ve Türkiye’nin meselelerini görüşürdük. Sakin bir kişiliği vardı. Yanına çok rahat girip, çıkardım. Her şikâyeti anlayışla karşılar ve çözüm üretirdi.

Aradan yıllar geçti. Kardeşim, plastik işine girmemizi istedi; “İlla naylon işi yapalım” dedi. Yabancısı olduğumuz bir konuydu, ama girdik. Dolayısıyla üç nesil sürdürdüğümüz toptan bakkaliye işini ve bu arada Ülker bayiliğini bırakmak zorunda kaldık. Bu neslin son temsilcisi oğlum Mehmet, işi bir süre devam ettirdi, ardından da İzmir’e gitti. Böylece, Ülker’le vedalaştık.

Tevfik Arıkan: “Sabri Bey’den, krizdeki şirketlere tavsiye: ‘Pişmiş kurbağa’ durumuna düşmeyin’”

Sabri Bey, hiç boş konuşmaz, görüşmeleri sırasında pek iş dışına da çıkmazdı. Gerektiği zaman, hayattan alınacak dersleri, anekdotlar şeklinde anlatırdı.

Ülker Grubu şirketlerinde 1981 yılı Ağustos ayında Satış Müfettişi olarak göreve başladım. O tarihten itibaren 2000 yılının sonuna kadar zaman zaman Ankara, zaman zaman İstanbul’da çalıştım.

Sabri Bey’le ilgili anılarıma başlamadan önce, kendileriyle ilgili tespitlerimi anlatmak istiyorum.

Sabri Bey, güne çok erken başlayan, hızlı hareket eden, takipçi ve kararlı bir kişi. Azimli, cesur, tutumlu; ancak bir o kadar da cömert... Sabri Bey’in vasıfları bunlarla da bitmiyor: Mütevazı, dürüst, güvenilir ve son derece ketum... Eleştirilmeyi seven, fakat övülmeye itibar etmeyen; takdir etmeyi bilen, ancak şımartma derecesine gitmeyen bir yönetici.

Sabri Bey’in “şımartmayı sevmeyen” özelliğini, Mustafa Acar’la birlikte yaşadığımız bir olayla anlatmak istiyorum.

Sabri Bey, bir Ankara ziyareti sırasında bizlere, “Bu ay satışlar nasıl?” diye sordu; biz de kendisine, o günün rakamlarıyla “Efendim, 80 bin lira” veya “80 milyon lira” dedik. Bunun üzerine Sabri Bey’den, “Aferin, ama önümüzdeki ay hedef 100 bin olacak” cevabını aldık. Aradan bir ay geçti, Sabri Bey’le karşılaştığımız sırada, bize, hedefe ulaşılıp ulaşılmadığını hiç sormadı. Oysa; 100 hedefini aşmış, hatta 120’ye ulaşmıştık.

Sabri Bey’in Ankara’ya gelişinde, Mustafa Acar, kendisine ısrarla, “Efendim, bu ay satışımız 120 oldu” dedi. Ancak Sabri Bey hiç tepki vermedi. Mustafa Bey, günlük toplantıdan sonra aynı sözleri tekrarladı; tekrarlarken de, “Efendim, geçen ay bize 100 hedefi koymuştunuz, oysa 120’ye ulaştık. Sizlere, bu gelişmeyi bir kaç defa söylemeye çalıştım ama... “ dedi. Sabri Bey, her zamanki sakin tavrı içinde, şu cevabı verdi:

“Tamam evladım, söylediklerinizi işittim. Kırmızı ışıkta durursan ceza yazmıyorlar ama, geçersen ceza yazıyorlar. Sizinki de bir görev...”

Sabri Bey’den hem gerekli dersi, hem de mesajı almıştık.

Ankara Satış Genel Müdür Yardımcısı Tevfik Arıkan.

Sabri Bey’in güne erken başladığını tüm çalışanlar bilirdi. O temposunu, hem İstanbul’da, hem de Ankara’da yaşayarak görürdük. Ankara’da, fabrika sahasındaki lojmanda kalırdı. Dolayısıyla, sabahın çok erken saatlerinde fabrika sahasında dolaşır veya çalışma ofisine giderdi. İstanbul’da ise, Sabri Bey’in gelip gelmediğini otomobilinin varlığından tespit etmek mümkündü. İstanbul’un Fındıkzade semtinde oturuyordum. Evimiz, fabrikaya yakındı. Bir gün niyet ettim, “İşe, Sabri Bey’den önce gideceğim” dedim. Adeta şafak yeni sökmüştü. Alelacele evden çıktım, Topkapı’ya, fabrikaya ulaştım. Bir de ne göreyim... Sabri Bey’in arabası, fabrikadaki park sahasına çekilmiş bile... Bu manzarayı gördükten sonra, kendi kendime, “Biz, bu yarışı kaybettik” dedim.

Sabri Bey, fabrikaya gelen satıcılar, acenteler ve müşterilerden kendisinin de haberdar edilmesini isterdi. Bir gün, Antalya acentemiz Faruk Dağyar geldi. Durumu, sekreteri Adem Bey vasıtasıyla Sabri Bey’e bildirmek istedim. Adem Bey, bana şu karşılıkta bulundu: “ Sabri Bey, dün akşam Ankara’ya gittiler.”

Oysa, Sabri Bey’in arabası, otoparkta, yerinde duruyordu. Bizde bunu görünce, Sabri Bey’in işyerinde olduğunu zannediyorduk. Sonradan öğrendim ki, Sabri Bey yurtiçi veya yurtdışı seyahatlerine de gitse, arabasını mutlaka aynı park yerine koydururmuş. Belkide bu, bir şaşırtmaca idi...

Bu anımı şöyle bağlamak istiyorum. Sabri Bey az konuşur, öz konuşurdu. Ketumdu. Nereye gittiğini pek kimseler bilmezdi.

“Sabri Bey, misafirine, fark ettirmeden tasarruf dersi vermiş”

Sabri Bey’in gerektiği zaman cömert, ama genellikle tutumlu olduğunu söylemiştim. İşte buna bir örnek...

Bir gün Ülker’le iş yapan bir şirket yöneticisi gelmişti. Söz konusu yöneticiyi Sabri Bey’e götürdüm. Bizi, mütevazı makam odasında kabul etti. Görüşme uzadı. Bunun üzerine Sabri Bey, “Yan taraftaki toplantı odasına geçelim, orası biraz daha rahat ve ferah” dedi. Misafirimizle birlikte kalktık, makam odasından, toplantı odasına geçerken, Sabri Bey’in elektrikleri söndürdüğünü fark ettik. Tabii bu arada, ferah odanın ışıklarını da açmıştı. Uzun iş görüşmesi yapıldı. Toplantı bittikten sonra yeniden küçük odaya geçilirken, Sabri Bey aynı tasarruf tedbirlerini uyguladı ve ışıkları söndürdü.

Misafirimiz Hakan Bey, fabrikadan ayrılırken bana “Tevfik Bey, bugün hayatımın dersini aldım” dedi. Doğrusu merak ettim, “Hayırdır, ne dersi?” diye sordum. Hakan Bey, sözlerini şöyle sürdürdü: “Sabri Bey, öyle bir ders verdi ki, doğrusu kendimden utanır oldum.” Misafirimizin bu sözlerine hâlâ bir anlam veremiyordum. Çok merak içindeydim. “Hakan Bey, ne oldu, lütfen anlatır mısınız?” diye ısrar ettim. Onun üzerine, kendisinden şu cevabı aldım: “Görmediniz mi Tevfik Bey, Sabri Bey oda değiştirirken, sürekli ışıkları söndürdü...”

Tabii Sabri Bey’in bu hareketleri, yaşantısının doğal bir parçasıydı. Dolayısıyla bizler buna alışmıştık. Kendisi, her an, her konuda, israf üzerine bizlere ders verirdi. Su israfı, enerji israfı, kağıt israfı ve nihayet zaman israfı...

“Sabri Bey’in, krizdeki Amerikan şirketleri üzerine deneyi”

Sabri Bey, hiç boş konuşmaz, görüşmeleri sırasında pek iş dışına da çıkmazdı. Gerektiği zaman, hayattan alınacak dersleri, anekdotlar şeklinde anlatırdı. İşte bu tip sohbetlerinden birisinde, şirket yönetimiyle ilgili ders alınması gereken bir olayı anlattı. Olayın adı, “Pişmiş Kurbağa Hikâyesi”. Şimdi o hikâyeyi, Sabri Bey’den dinleyip, hatırımda kaldığı kadarıyla nakletmek istiyorum.

Amerika’da, şirketlerin ekonomik sıkıntılara girdiği bir dönemde, GM ve IBM’de büyük problemler oluşmuş. Uzmanlar, toplantı üstüne toplantı yapıp, o problemlerin nedenlerini araştırmaya başlamışlar.

İşte bu toplantılardan birisinde, ilginç bir fikir oluşmuş. Fikir şöyle:

Şirketler de, canlı bir organizmadır. Bilindiği gibi şirketlerde; ekonomistler, insan kaynakları uzmanları ve diğer görevliler çalışıyor. Şirket, canlı bir organizma olduğuna göre, biyologların da görev alması gerekmez mi?

Bu fikir, şirket krizlerini çözmeye çalışan, bunun için beyin fırtınası yapan uzmanlara çok câzip gelmiş. Şirketlerden birisi, hemen bir biyolog bulup, kadrosuna dahil etmiş. Biyolog, ilk gün uzmanları dinlemiş. Ardından da özellikle ekonomistlere ve insan kaynakları uzmanlarına şunu anlatmış:

“Önce, bahçenizdeki havuzu doldurun. Sonra, suyun içine belirli sayıda kurbağa bırakın, ardından da havuzu ısıtmaya başlayın. Havuz, kademe kademe ısınırken, kurbağaların yüzmeye devam ettiğini görürsünüz. Ancak, havuzun ısısı 10, 20 ve 30 dereceye doğru arttıkça, kurbağaların hareketi yavaşlar, 55 derecede ise, durma noktasına gelir. 60 dereceye gelince, kurbağalar suyun yüzeyinde çarpı işareti gibi görünür. Çünkü hepsi ölmüştür.

Deneyimiz bununla da bitmez. Aynı sıcaklıktaki havuza, ölen kurbağalar kadar, yeni, canlı kurbağalar bırakırsanız, hepsinin sıçrayarak dışarı kaçıştıklarına tanık olursunuz.

Kıssadan hisse: Yani, dış etkenler veya sizin fark edemeyeceğiniz bir takım nedenler, ‘İşletme Körlüğü’ diye tanımladığımız ve hareket kabiliyetinizi engelleyen bir durum oluşturabilir. ‘Pişmiş Kurbağa’ olayında olduğu gibi, lütfen, çevrenizdeki olaylara, çok önemsiz gibi görünen gelişmelere, tahlil edici yaklaşımda bulunun. Kısacası, pişmiş kurbağa durumuna düşmeyin.

”Zihni Uğurses: “Sabri Bey, işten çıkardığı personelin mağdur olmaması için, o kişinin eşi adına ev satın aldı”

Sabri Bey, 12 Eylül öncesi, anarşi ve terörün yoğun olduğu yıllarda Adana’ya geldi. Erciyes Palas Oteli’nde kalırken, güvenlik nedeniyle otel kayıtlarında gerçek ismini kullanmadı.

Sabri Ülker Beyefendi’yle 1971 yılında tanıştım. Adana’da, Ülker’e rakip bir firmanın bisküvilerini satıyordum. Bu sırada, Sabri Bey, Erden Çakır adında Ülker’in bir müfettişini gönderdi. Kendisiyle birlikte yemek yedik. Müfettiş, yemek sırasında, “Sabri Bey, sizinle görüşmek istiyor” dedi. Benden, “Düşünürüz” cevabını alınca, “Arzu ederseniz, sabah İstanbul’a gidin, görüşün” dedi. Her şey akşam yemeğinde oldu bitti.

Doğu Akdeniz Bölge Satış Müdürü Zihni Uğurses.

Sabah uçağıyla Adana’dan İstanbul’a gittim. Yeşilköy’den, doğruca Davutpaşa’daki fabrikaya ulaştım. O yıllarda Faruk Bey (Ülker), amcası Sabri Bey’in sekretaryasını yönetiyordu. Faruk Bey’le birlikte Sabri Bey’in odasına girince, “Çok gençmişsin, ben daha yaşlı birisini bekliyordum” cümlesiyle karşılandım. Sabri Bey, beni hemen yanı başına oturttu ve konuşmaya başladı:

“Zihni, bak; sana iş teklifi yapıyorum. Benim, Türkiye’de iş teklifi yaptığım az insan vardır. Senin bölgendeki Ülker acentesinden devamlı şikâyet geliyor. Şu anda elimde bu işi yapmak isteyen yirmi kişinin başvurusu var.”

Sabri Bey, bir yandan şikâyetlerini dile getiriyor, bir yandan da Adana’da göreve talip olan kişilerin dilekçelerini gösteriyordu.

Sonunda el sıkıştık. Sabri Bey’in yapmış olduğu teklifi kabul ettim. Bu arada, yerli bir tıraş bıçağının da pazarlamasını yapıyordum. Sabri Bey’e o konuyu açtım, “Benim işimi aksatmadığın takdirde, onu da yapabilirsin” dedi. Görüşmemizin sonunda Sabri Bey, bana bir ödeme yapacağını açıkladı. Bunun üzerine ben de kendisine, “Efendim, benim ihtiyacım yok. Daha doğrusu çalışmadan para alacak halim yok” dedim. Ona rağmen, Sabri Bey’in ısrarı üzerine aldığım parayla Adana’ya döndüm.

İstanbul’da Sabri Bey’le yapmış olduğum görüşme, kısa sürede Adana’da duyuldu. Ardından, Ülker’in görevlisi olan kişi, beni yakışıksız sözlerle eleştirirken, “Elimden ekmeğimi alıyorsun” siteminde bulundu. Ben de kendisine, Sabri Bey’in daveti üzerine İstanbul’a gidip, yapılan iş teklifini kabul ettiğimi söyledim. Söz konusu kişi, bana inanmamış olacak ki, Sabri Bey’i önce telefonla aramış, daha sonra da İstanbul’a gitmiş. Sabri Bey, bu kişinin sözleşmesi henüz sona ermediği için 11 aylık maaşını da peşinen ödemiş ve iş akdini feshetmiş.

“Sabri Bey, camiye girerken, ayakkabısını boyacıya emanet etti”

Sabri Bey’den bir gün sürpriz bir telefon almıştım. Bana telefonda, “Zihni, misafir kabul eder misin?” diye soruyordu. Merak ettim, “Efendim, misafir olarak kim geliyor? Mutlaka kabul ederiz” deyince, “Ben geliyorum” cevabını verdi. Sabri Bey’i havaalanında karşıladım. Depoya götürdüm. Çalışmalarımız hakkında uzun uzun bilgi sundum. Daha sonra, Çukurova’nın Akdeniz sahillerini gezdik, ardından da öğle vakti camiye girerken, önümüze bir ayakkabı boyacısı çıktı. Sabri Bey, ayakkabılarını namazdan sonra teslim almak üzere boyacıya verirken, espriyi patlattı: “Zihni, pabuçlar gitmesin haa!..”

Aslında Sabri Bey, çok ince espri yapardı. O kadar ki, insan, bazen Sabri Bey’in esprilerini gerçekmiş gibi algılardı.

Önceleri Gaziantep bölgesi, Adana’ya bağlıydı. Daha sonra oraya da iki atama yapıldı. Hatırladığım kadarıyla 1985 yılında, Sabri Bey’le Gaziantep’te buluştuk. Bu arada, iki çalışanın durumunu görüştük. Ülker görevlilerinden birisi, işini muntazam yapıyor, diğeri ise, eline geçen parayı içkiye yatırıyordu. Gaziantep’te buluştuğumuz sırada, Sabri Bey bana, işini aksatan kişinin durumunu yansıtırken, “Zihni, bunu sen göndermiştin, değil mi?” dedi. “Evet” cevabını verdim. Onun üzerine, “Bizi, bundan kurtar” serzenişinde bulundu.

Sabri Bey, bu kişinin özel yaşantısını takip ettirmiş. Her akşam pavyona gidiyormuş. Bu şahsı karşıma aldım, nasihat ettim. Özel yaşantısını düzene sokacağını söyleyen bu görevliye bir şans tanıdık. Ancak maalesef iki ay sonra yine kontrolsüz bir hayatın içine girdi.

Bütün bu gelişmeleri Sabri Bey’e bildiriyordum. Kendisi, inisiyatifi tamamen bana bırakmıştı. Ancak, bu görevlinin yaşantısını düzeltmenin mümkün olmadığı kanaatine varınca, “Zihni, bu iş, bu adamla yürümeyecek” dedi.

Tabii Sabri Bey, çok vicdanlı bir kişi olduğu için, işi aksatan kişiyi görevden alırken, onun ve ailesinin geleceğini de düşündü. Sabri Bey’in talimatıyla işten çıkarılan bu kişinin eşinin üstüne bir ev alındı ve o sayfa da kapandı.

“Sabri Bey, Ülker’in bayilerini Ankara’da sanayici yaptı”

Sabri Bey, Adana’ya sık sık gelirdi. 1980 öncesi anarşi ve terörün yoğun olduğu yıllarda, bilindiği gibi İstanbul’daki fabrikada da işçi olayları Ülker’i, dolayısıyla sahiplerini tehdit ediyordu. Öyle kritik bir dönemde yine Adana’ya gelen Sabri Bey’e “Sizi evde misafir edelim” dedimse de, kabul ettiremedim. O yıllarda Adana’nın en iyiotellerinden birisi Erciyes Palas’tı. Sabri Bey, bana “Erciyes Palas’ta kendi adına bir yer ayırt” dedi. Öyle yaptık. Sabri Bey, hedef olmamak için gerçek kimliğini gizleyerek, Adana’daki otelde kaldı.

Sabri Bey, bayilerine çok itibar eder, onların kalkınmasını isterdi. Nitekim, 1970’lerde Ankara’da kuruluşunu gerçekleştirdiği ve bugün “Ülker Fabrikası” adıyla anılan Anadolu Gıda Sanayi’nin yüzde 35 hissesini bayilerine verdi. Onlardan, hisse senetleri karşılığı nakit para almadı, borçlarını sene sonu primi ile ödemelerini sağladı. Kısacası Sabri Bey, bayilerini sanayici yaptı.

Ziya Yıldız: “Babamın karşı çıkmasına rağmen sürdürdüğüm siyaseti, Sabri Bey bıraktırdı”

Şunu anladım ki; Ülker Ailesi, bugünkü konumuna, herhangi bir kimsenin malını, mülkünü, parasını ve nüfuzunu suistimal ederek değil, çalışarak ve tasarruf ederek gelmiş.

Kütahya’da, 1873 yılından beri toptan gıda ve ihtiyaç maddeleri satan Yıldız Anonim Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı’yım. Bugün, halen, dedemden bu yana dördüncü nesil iş başında. Dedem, bugünkü Hukuk Fakültesi’ne eşdeğer olan Medresetü’l-Kuzat (Kadılar Okulu) mezunuymuş. Hayata, ticaret yaparak atılmış. Bunun yanı sıra, evinin yanı başındaki bir camide de yirmi beş yıl imamlık yapmış. İmamlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanıp maaş almaya başlayınca, “Ben parayla namaz kıldırmam” demiş ve imamlıktan ayrılmış.

Bizim, Ülker’le münasebetimiz, 1952 yılında başladı. Rahmetli babam Ahmet Bey, İstanbul Eminönü’nde Sabri Bey’in kayınpederi Hacı Muharrem İman’dan baharat temin ederdi. Dolayısıyla, Ülker Ailesi’ni de tanıyorduk.

Babamla birlikte 50’li yılların ortasında İstanbul’a gittim. Babam, İstanbul’dan mal alacaktı. Alışverişler genellikle peşin yapıldığı için, babam, yola çıkarken paralarını, beline sardığı kuşağın içine yerleştirmişti. İstanbul’a ulaştığımız günün hemen ertesinde Hacı Muharrem İman’ın işyerine gittik. Muharrem Bey, iri yarı, hafif sakalı olan, her haliyle olgun bir beyefendiydi. Babam, kuşağından paraları çıkardı, Muharrem Efendi’ye teslim etti.

Babamla birlikte Eminönü’ndeki ikinci durağımız Ülker’in yazıhanesiydi. Orada, Asım Bey’le birlikte, yardımcısı Cemile Hanım bulunuyordu. Babam, Ülker firmasıyla da hesabını görmek istedi. Bu arada Cemile Hanım, babama hitaben “Ahmet Bey, teneke borcunuz var” dedi. Yani, bisküvi tenekesi borcu... Babam, tenekeleri Demiryollarıyla gönderdiğini söyledi. Anlaşılan, bisküvi tenekeleri Ülker’e ulaşmamış, belki de çalınmış. Babam, ödemeyi yaparken, kayıp teneke hesabının, içindeki bisküvi bedelinden fazla tuttuğu ortaya çıktı. Babamın Ülker’e teneke parası ödemesine bir anda sinirlendim. Gençtim. Tecrübesizdim. Yaşanan olayların değerlendirmesini yapamıyordum.

“Sabri Bey, 250 litre sütü, bir sinek yüzünden imha etti”

Babamla İstanbul’a ikinci gidişimde, Sabri Bey’le tanışma fırsatı elde ettim. Ülker Fabrikası’na ulaştıktan sonra, Sabri Bey bizi, tesislerin bulunduğu bölgede gezdirmeye başladı. Yolumuzun üstünde, içi sütle dolu dev bidonlar vardı. Sabri Bey’le babam önde, ben arkada yolumuza devam ederken, birden bire bir bağırma işittim. Baktım, Sabri Bey, oracıkta çalışan işçilerden birisine 250 litrelik süt bidonunu göstererek, “Dök şunu!” diye uyarıda bulunuyordu. Baktım ki, sütün içine sinek kaçmış. İşçi, elini süt bidonuna daldırdı, sineği yakalayıp, yere attı. Sabri Bey, çılgına döndü. “Dök diyorum!” ikazında bulundu. Ve nihayet işçi, bidonu kanala boşalttı.

Bu olaydan sonra Sabri Bey’in ofisine geçtik. Oturduk, karşılıklı sohbet başladı. Sabri Bey’in sinirli olduğu her halinden belliydi. Babama hitaben şunları söyledi:

“Ahmet Bey, kendimizin yemediğini, yemeyeceğini, satmayız. Bir ürün, buradan çıkıp, insanların kursağına girinceye kadar malın sahibi ve sorumlusu biziz.”

“Sabri Bey’in Mercedes’ine talip olunca, ilk dersimi aldım”

İstanbul’a gelip gittikçe fabrikaya uğrar, kısa süreli de olsa Sabri Bey’i ziyaret etme imkânı bulurdum. 1957 yılında 20 yaşında ve yeni evliydim. Sabri Bey’in Mercedes otomobilini satışa çıkardığını öğrendim. Otomobile talip oldum. Bunun üzerine Sabri Bey, “Nereden duydun?” dedi. Ardından da, bu arabayı ne yapacağımı sordu. Ben de kendisine, “Efendim, otomobilinizi satacakmışsınız. Değeri neyse bedelini ödeyip, almak istiyorum.” dedim. Sabri Bey, ısrarla “Sen bu arabayı ne yapacaksın?” sorusunu yöneltti. Sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti:

Bineceğim efendim.

Ziya, nerede bineceksin?

Efendim, çoluğu çocuğu alıp, gezmeye götüreceğim.

Pekâlâ, bu arabayı işte de kullanacak mısın? Yani, her gün gidip gelme mecburiyetinde olduğun bir mesafe var mı?

Hayır, yok.

Bak Ziya, sen bu arabayı alma. Eğer işinle ilgili bir arabaya ihtiyacın olursa, yenisini alalım.

Sabri Bey’le bu konuşmamızdan sonra, adeta oturduğumuz odanın tavanı başıma göçmüş gibi oldu. Doğrusu, Sabri Bey’in anlattıklarından, o günün şartlarında ne demek istediğini anlayamamıştım. Öyle ya, Sabri Bey malını satılığa çıkarmış, biz de bedeli neyse alalım, diyoruz. Ama Sabri Bey ise, “Alma” diyor.

Sabri Bey’in odasından kelimenin tam anlamıyla bozulmuş bir vaziyette çıktım. Aradan seneler geçti. Yaş kemale erince, Sabri Bey’in o günkü mesajını ancak anlayabildim.

Şair şöyle demiş:

“Dilerim, fani dünyada hiç kimse ömrünü mihnetle telef etmesin, Kâmil insan olmak isterse eğer, elem çektiğine esef etmesin.”

Bu anlattıklarım, gençlikte anlaşılabilecek şeyler değil. İnsan, taş yiye yiye, bir noktada düşünceleri değişiyor, görüşü değişiyor.

Aradan yıllar geçtikten sonra anladım ki, Mercedes araba kullanmak, öyle her yiğidin kârı değil. Bir defa, Anadolu’da oturuyorsun. Hiç kimsenin altında Mercedes araba yok. Mercedes’e binersen, bütün nazarlar üzerinde olacak. O tarihte Kütahya’da kafamızı sokacak bir evimiz ve ufacık bir de dükkânımız vardı. Buna Mercedes’i eklerseniz, kim bilir manzara nasıl şekillenecekti...

İşte bu olaydan sonra, şunu anladım:

Ülker Ailesi, bugünkü konumuna, herhangi bir kimsenin malını, mülkünü, parasını ve nüfuzunu suistimal ederek değil, çalışarak ve tasarruf ederek gelmiş.

Sabri Bey’den aldığım ders, bununla bitmedi. Yine bir İstanbul seyahatim sırasında, Ülker’e gittim, Sabri Bey’i ziyaret ettim. O tarihte Sabri Bey’in Kütahya Lisesi’nden sınıf arkadaşları Ahmet Mahir Ablum ile Mesut Erez, Adalet Partisi’nden milletvekili ve ardından da bakan olmuşlardı. Ben de, AP’nin Kütahya İl Yönetim Kurulu Üyesiydim. Aynı zamanda Ticaret ve Sanayi Odası’nda da görevim vardı.

Sabri Bey, öğrencilik yıllarını anlattı. Bu sırada, Ahmet Mahir Ablum’un bakanlık telefon numarasını ezbere bildiğim için, Sabri Bey’e “İsterseniz Mahir Bey’i arayayım” dedim. Sabri Bey de eski arkadaşıyla görüşebileceğini söyledi. Mahir Bey’e telefonda “Sabri Bey, sizlerle bir araya gelmeyi arzu ediyor” dedim. Mahir Beyde, “Önümüzdeki cumartesi günü İzmir’e gidiyorum, orada müsait olurum” cevabını verdi. Bir cumartesi günü, saat 15 için randevulaştık.

Bakanla konuşma bittikten sonra, Sabri Bey bana, “Ziya Bey, sen siyasetle mi uğraşıyorsun?” sorusunu yöneltti. “Evet ağabey, AP’nin Kütahya İl Yönetimindeyim. Aynı zamanda Ticaret ve Sanayi Odası’ndayım” dedim. Bundan sonra Sabri ağabeyle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Ziya Bey, senin siyasetten bir beklentin var mı? Yani milletvekili veya belediye başkanı olmayı düşünüyor musun?

Hayır efendim, onlar bizim işimiz değil.

Ziya Bey, siyasete saygım var ama, onu yapacak kimsenin ticaretle uğraşmaması lazım. Yani, her ikisi birbiriyle bağdaşmıyor.

Kütahya’ya döndükten sonra, Adalet Partisi’nin ilk İl Yönetimi Kurulu toplantısında elime kağıdı kalemi aldım ve tüm siyasi görevlerimden istifa ettiğimi yazdım. İstifa mektubumu okuyan arkadaşlar, çok şaşırdılar. Adeta şok oldular. “Ziya Bey, bir hata mı yaptık?” dediler. “Hayır, öyle gerek gördüm” demekle yetindim.

Babam da siyaset yapmama karşıydı. Sık sık “Oğlum bırak şu siyaseti, ne işin var senin siyasetle” derdi. Bırakamamıştım. Ama Sabri Bey’in bir çift sözü ile siyasete veda ettim.

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye