Devletler Ailesi Türkiye’ye göçerken, içinde altın bulunan yorgan ve eteği sokağa atıyor.

Hacı İslam Efendi, Kırım’dan Türkiye’ye gelebilmek için 10 yıl uğraştı. Bolşevik yönetimden gerekli izni aldıktan sonra malı mülkü elden çıkarıp, tüm yastık altı tasarrufunu “altın”a dönüştürdü. Servetini, bir yorgan ve eteğin içine diktirdi. Ailesiyle birlikte Odesa’dan hareket ederken, “Sibirya’ya sürgün” tehdidi alınca, bu yorgan ve eteği sokağa bıraktı.

Türkçede, “göç” konusunda birbirinden anlamlı atasözleri var. Bunlardan biri, adeta Devletler Ailesi’nin durumunu anlatmak için kurgulanmış gibi:

“Yurdun otlusundan, kutlusu (uğurlusu) yeğdir (tercih edilir).”

Yani, üzerinde yaşadığımız topraklarda mutlu ve güven içinde değilsek, bu topraklar güzel ve verimli olsa bile, bir anlam taşımaz.

Devletler Ailesi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşarken, 1912’de başlayan Balkan Savaşı nedeniyle o toprakları terk edip, ata yurdu Kırım’a döner. Ancak aile, göç ettikleri ülkede de özgürlüğü bulamaz. Çünkü onları, sürekli şekilde “Bolşevik yönetim terörü” tehdit eder. Korku ve tehlike, günlük yaşamlarının bir parçası haline gelir. Zaten korku ve tehlike, daima ayrılmaz iki dosttur.

Hacı İslam Efendi, eşi ve dört çocuğuyla birlikte daima sabreder. Önemli olan, her şartta o sabrı koruyabilmektir.

20. yüzyılın başında Lübnan’da yaşamış ünlü şair ve yazar Halil Cibran’ın, adeta Hacı İslam Efendi’nin hem iç dünyasını, hem de çektiklerini tek cümleye sığdıran güzel bir özdeyişi var:

“Büyük adamın iki kalbi vardır; birisi acı çeker, birisi ümit eder.”

Hacı İslam Efendi Ailesi, işte böylesine zorlu bir hayat mücadelesinin içindedir. Ancak, yaşadıkları ortamda hayat hakları da, sadece mücadele güçlerine bağlıdır. Hal böyle olunca, şimdi ailenin yaşadığı o koskoca Rusya İmparatorluğu, bakalım nereden nereye gelmiş...

Bolşeviklere yaranmak için isim değiştirenler de oldu

1917’de Rusya İmparatorluğu’nu deviren Bolşevikler, 1920’den itibaren de Kırım’a hükmetmeye başladılar. Aslında ihtilalciler, kendi içlerinde de öldüresiye bir iktidar mücadelesine düşmüşlerdi.

Rusya topraklarının diğer bölgelerine olduğu gibi, bu yarımadaya da kan ve gözyaşı taşıyan Bolşevikler, etrafa sürekli korku saçiyordu. O korku, bir süre sonra dalga dalga yayılacak, can derdine düşen insanlar her çareye başvuracaktı.

Kırım’da yaşayan Müslüman halktan bir kısmı “hukuksuz” ilan edildiği için vatandaşlık hakları ellerinden alınmış, bir kısmı da yeni rejime uyum sağlama mecburiyetinde bırakılmıştı.

Yönetimin baskısına boyun eğenler, Türkçe isimlerini dahi değiştiriyorlardı. Yeni isimleri seçerken, Bolşevik İhtilali’nin fikir babası Marx ile eylemin liderleri Lenin ve Stalin’in isimlerini çağrıştıran, anlamsız kelimeler üretiyorlardı.

Kırım’da yaptığımız inceleme sırasında, tespit edebildiğimiz bu isimlerden birkaçı şöyle:

  • Lenin’den üretilmiş: “Lenuar”, “Leniyar”
  • Stalin’den üretilmiş: “Susanna”
  • Marx ve Lenin’den üretilmiş: “Marlen”

Türk asıllı Devletler Ailesi mensupları ise, milli ve kültürel değerlerini korumak için direniyordu. Onlar; Hacı Hasan, Kurt Seyit, Dilaver, Rifat (Refat) ve Gülizar gibi isimlerini hiçbir şart ve şekilde değiştirmeyeceklerdi.

Bu arada, Bolşevik yönetim, bugünkü St. Petersburg’un adını “Leningrad”, Volgograd’ın adını da “Stalingrad” olarak değiştirmişti. Zaten “devrim” olarak nitelenen bu büyük değişim, o koskoca Rusya İmparatorluğu’nun her köşesinde kendisini şiddetle hissettiriyordu.

Bolşeviklerin, Kırım halkı üzerindeki baskıları her geçen gün artıyor, bu arada insanlar da yeni sınıflara ayrıştırılıyordu. Yönetimin, “kulak” adını verdiği ve kentlerde yaşayan eski zenginlerle köy ağaları sistemden dışlanıyor, komünist militanlardan oluşan yeni ve imtiyazlı bir sınıf ortaya çıkıyordu.

Özellikle aydınlar ve öğretmenlere karşı acımasız bir sindirme hareketine girişilmişti. Bunlardan bir kısmı Urallar’a sürgüne gönderiliyor, karşı koyanlar ise kurşuna diziliyordu.

18 Ekim 1921’de Sovyetler Birliği’ne bağlı olarak “Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” kuruldu. Bu cumhuriyetin kurucusu da aslında Moskova’daki fiili ve siyasi iradeydi. Ancak, göreve, göstermelik bir Türk başkan getirilmişti. Veli İbrahim adındaki bu başkan, 1928 yılında Türk milliyetçiliği yaptığı iddiasıyla kurşuna dizilecekti.

Hacı İslam Efendi Ailesi’nin Kırım’daki yıllarına ait elimizde sadece bir kare fotoğraf
bulunuyor. Bu fotoğraf karesinde, ailenin 1927 yılında hayatta olan tüm fertleri yer
alıyor. (Soldan sağa), İsmail Hakkı, anne Şakire Hanım, Asım, baba Hacı İslam Efendi,
Sabri ve tek kız evlatları Sıdıka... (Fotoğraf: Selçuk Berksan Aile Arşivi)

İbrahim’in ardından göreve getirilen ve “Sapojnik Memet” diye anılan ayakkabı tamircisi Memet Kubayev ise, 1931’e kadar Kırım’ı yönetti. Onun akıbeti de Veli İbrahim gibi oldu. Kubayev, Bolşevikler tarafından, 1937’de öldürüldü.

Asım ve Sabri’nin öğrenim hakları ellerinden alınıyor

1920’lerin başında Kırım’da hayat şartları iyice ağırlaşmıştı. Kurt Seyit Çalı’nın ifade ettiği gibi, Hacı İslam Efendi Ailesi’nin kalmak ile gitmek arasında bir tercih yapması gerekiyordu.

Aile, tercihini kısa sürede yaptı ve 1919’dan itibaren tekrar Anadolu’ya dönebilmenin çarelerini araştırmaya başladı.

Asım Ülker, ailenin hayat hikâyesini oğlu Selçuk Berksan’a anlatırken, özellikle Kırım’da yaşananlar konusunda ayrıntılı bilgiler vermiş. Şimdi, Berksan’dan, o bilgileri dinlemeye koyulalım:

Dedemler, 1919 yılında tekrar Türkiye’ye dönmek için teşebbüste bulunmuş. Ama resmi makamlardan, bu talepleri için olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap alamamışlar.

Efendi Babamız, 1919’dan, 1927’ye kadar tam sekiz yıl boyunca hayatının bir kısmını dağlarda, bir kısmını da hapislerde geçirmiş.

1927 yılına gelindiğinde, Türkiye’ye dönüş için ikinci başvuruyu yapmışlar.  Ancak, ellerindeki Osmanlı’ya ait nüfus cüzdanlarına daha önceden el konulduğu için, Hacı İslam Efendi’nin tüm aile fertleri, hem vatansız hem de belgesiz duruma düşmüş. Dolayısıyla aile, Kırım’da, resmi makamlara hiçbir konuda hak talebinde bulunamaz olmuş.

“Hukuksuz”luk, ailenin tüm fertlerini etkilemiş. Babam Asım Bey ile amcam Sabri Bey de devlet okulundan çıkarılmış. Yani, her iki çocuğun kaydı silinerek, öğrenim hakları ellerinden alınmış.

Ailenin büyük evladı Sıdıka da, kapsamlı bir eğitim aldıktan sonra, bir süre Rus okulunda öğretmenliğe başlamış. Ancak, daha sonra o da “hukuksuz” olduğu gerekçesiyle, görevine son verilmiş.

Hukuksuzluğun kol gezdiği Kırım’da, Hacı İslam Efendi’yi çok seven bir papaz varmış. Bu papazın kızı, özel bir okul açmış. Babam ve amcam, bu özel okula kaydedilmiş ve öğrenimlerini orada sürdürmeleri sağlanmış. Ancak, “hukuksuz” oldukları için, kendilerine herhangi bir belge verilmemiş.

1929 yılında, Türkiye’ye dönmek için yeni bir teşebbüste bulunan Efendi Babamın bu isteği de reddedilmiş. Çaresizlik içinde kalan aile, her kapıyı çalmaya başlamış. Önce, haklarını Moskova’da aramak istemişler. Dedeme itibar eden papazın Moskova’da, önemli bir görevde bulunan Türk asıllı bir damadı varmış. Babam, papazın damadına Rusça bir mektup yazarak, durumlarını anlatmış. Damattan da, “Konuyu, Türkiye Büyükelçiliği’nden araştırdım. Olumlu cevap aldım. Belgelerinizle birlikte hemen Moskova’ya bekliyorum” cevabı gelmiş.

Hacı İslam Efendi, Türklüğünü ispata çalışıyor

Hacı İslam Efendi, Kırım’dan Türkiye’ye dönebilmek için adeta bir mucizenin peşine düştü. Onu, yerde ve gökte aramaya başladı. Bu arada, papazın Türk damadından gelen mektup üzerine, Moskova’ya gitmeye karar verdi.

O dönemin şartlarında, Kırım’ın başkenti Akmescit ile Rusya’nın başkenti Moskova arasındaki yolculuk sadece trenle yapılabiliyor ve tam bir hafta sürüyordu. (Bu süre, 2000’li yıllarda 26 saate indi.) Tren, Kırım’ın yeşilliklerinden yola çıkar, bir süre sonra Rusya’nın o uçsuz bucaksız steplerinin içinde adeta kaybolurdu.

Hacı İslam Efendi, yolculuğunun yedinci gününde Moskova’ya ulaştı. Hiç vakit kaybetmeden, başkentte Türkiye’nin Moskova Büyükelçiliği’ni aramaya başladı. Rusçası kıt olduğu için adresi bulmakta zorlandı, ama neticede, çatısında Türk bayrağı dalgalanan bir binaya ulaştı.

Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nin çevresi, Rusya İmparatorluğu’nda yaşayan, ancak Bolşevik baskısından kurtulmak için Türkiye’ye göç etmek isteyen Türk asıllı insanlarla adeta kuşatılmış haldeydi. Büyükelçilik görevlileri, ellerinde “Türk vatandaşı belgesi” olmayan başvuru sahiplerini hiçbir şekilde binaya sokmuyorlardı. Dolayısıyla, taa Kırım’dan gelen öğretmen Hacı İslam Efendi de büyükelçiliğe giremedi.

Bir haftalık yol yorgunluğu içindeki Hacı İslam Efendi, büyükelçiliğin merdivenlerine oturdu ve ne yapacağını düşünmeye başladı. O sırada bir Türk memur, Hacı İslam’ın haline acıyarak yanına yaklaştı ve ne istediğini sordu. Hacı İslam da, “Türkiye’ye, vatanıma gitmek istiyorum” cevabını verdi.

Kırımlı öğretmenin cebinde, Osmanlı’dan kalma, tarihi geçmiş aile pasaportları ile Türkiye’den getirtmiş olduğu nüfus kayıt örnekleri vardı. Hacı İslam Efendi, eski Osmanlı pasaportlarını, seyahate çıkarken, eşi Şakire Hanım’ın ısrarı üzerine yanına almıştı.

Büyükelçilik görevlisi, “Efendi, sende, Türklüğünü ispat edecek herhangi bir belge yok mu?” diye sordu. O da, cebindeki eski pasaportları ile İstanbul’dan gönderilen belgeleri gösterdi. Aslında, Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmış, 1923’te de Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştu. Ancak, yeni Türkiye Devleti’nin görevli diplomatları, başvuru sahiplerinin eski Osmanlı pasaportlarını da kabul ediyordu.

Moskova’daki Türk görevli, Hacı İslam’daki pasaport ve belgeleri inceledikten sonra, onu büyükelçilik binasına aldı. İşlemler başladı, hiçbir tereddüde gerek kalmadan, Hacı İslam Devlet Ailesi’nin, Türk vatandaşı olduğuna hükmedildi.

10 yıl boyunca bitmek tükenmek bilmeyen sabır, Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nde, ailenin selamete ulaşmasını sağladı.

Artık, Hacı İslam Efendi ile eşi ve çocuklarına “Türkiye Cumhuriyeti Pasaportu” verilecekti. Ancak, işlemlerin tamamlanması için zamana ihtiyaç vardı. Bu durum karşısında Hacı İslam Devlet de, Kırımlı papazın Türk damadına vekâlet vererek evine döndü.

Devletler Ailesi’nin adresine, bir süre sonra, hem yeni Türkiye Cumhuriyeti pasaportları, hem de Rusya yönetimi tarafından tanzim edilmiş bulunan “Kırım’dan, yurtdışına çıkabilirler” ifadelerinin yer aldığı belge ulaştırıldı.

Aile, sevinç içindeydi. Türkiye’ye göç hazırlıkları başladı. Bu arada çok katı Rus bürokratik işlemlerinin halledilmesi için Kırım’daki Komünist Parti yöneticisine başvuruldu. Yönetici, ailenin elindeki pasaport ve belgeye rağmen, onlara Kırım’dan yurtdışına çıkış izni vermedi. Hacı İslam Efendi, bu keyfi engelleme üzerine yeni hal çareleri ararken, Komünist Parti Kırım yetkilisinin, görevli olarak Moskova’ya gittiğini öğrendi. Hiç vakit kaybetmeden, yetkili kişiye vekâlet eden şahsın kapısını çaldı.

Vekil, asilin daha önce incelediği, ancak Devletler Ailesi’nin yurtdışına çıkışına izin vermediği pasaportları ve belgeyi görünce, tereddüt etmeden olumlu bir kararla, onların yurtdışına çıkışlarının yolunu açtı.

Sevinç ve hüzün gözyaşlarıyla göçe hazırlandılar

Hacı İslam Efendi Ailesi için Türkiye’ye gidiş izninin çıkması, Sabri Ülker’in arkadaşı Kurt Seyit Çalı ile annesinde buruk bir sevinç yarattı.

Anne-oğul, ellerinde fotoğraflarıyla, Türkiye’ye gitme hazırlığı içinde olan aileyi ziyaret etti. Kurt Seyit Çalı, 1929 yılının Haziran ayı başında gerçekleşen bu ziyareti, 2011 yılının 2 Ağustos günü, çok ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu:

Ben, Sabri Bey’den bir yaş büyüğüm. İkimiz de Kırım’ın o zamanlarını hatırlayacak yaşlardaydık. Hacı Baba [Hacı İslam Efendi], hoca olduğu ve Bolşevikler de dini hayat istemedikleri için, onlara eziyet ederlerdi. Bu nedenle Hacı Baba ailesi, Kırım’ı terk ederek Türkiye’ye gitmek zorunda kaldı.

Anam, Hacı Babaların Türkiye’ye gideceklerini duymuş; beni de yanına alarak, Küçük Lambat köyüne götürdü. Giderken de, “Hadi oğlum, Hacı Baba sana babanı anlatsın” dedi. Annemin bu teklifine çok sevindim. Çünkü, yüzünü hiç görmediğim babamı, hayalimde resmetmek istiyordum.

Hacı Babaların evinde iki gece kaldık. Bana, babamı anlattı. Bu arada annem, babama götürmeleri için, bizim fotoğraflarımızı Hacı Baba’ya teslim etti.

O son ziyaretimiz sırasında, her iki aile fertlerinin ağlaştıklarını daha dün gibi hatırlıyorum. Bu, iç içe geçmiş sevinç ve hüznün akıttığı gözyaşlarıydı.

Kırımlı Devletler Ailesi’nin ilk evladı Sıdıka Hanım, Sabri Ülker’den
15 yaş büyüktü. Aile, Kırım’dan Türkiye’ye göç ederken
24 yaşında olan Sıdıka Hanım, yaşanan tüm trajik olayları yıllar
sonra yeğeni Ahsen Özokur’a ayrıntılı bir şekilde anlatmış.

Sabriler yol heyecanı yaşarken, ben de Hacı Baba’dan dinlediğim babamın hayalini kurmaya çalışıyordum.

Onlar gitti, biz kaldık... Eğer gitmeselerdi, Hacı Baba’yı ya sürgüne göndereceklerdi ya da ölüme...

Devletler Ailesi, “ata toprağı”nı terk ediyor

Geceler, artık Devletler Ailesi için sonsuz değildi. Her gecenin bir de sabahı vardı. Aile, yıllardır peşinden koştuğu o “sabah”a kavuşmuş olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Kim bilir, belki de hiçbir zaman unutulmayacak sevinç gözyaşları döküyordu.

Aslında Kırım, Devletler Ailesi’nin “ata toprağı” idi. Dedeleri, babaları orada doğmuş, orada büyümüştü. Evlatlarının bir kısmı dünyaya gözlerini Osmanlı topraklarında, bir kısmı da Kırım’da açmıştı.

Acaba, onların gönlündeki “vatan” neresiydi?

Vatan ve toprak sevgisi, anne baba sevgisi kadar doğaldı. Aile, Kırım’ı, “vatan” olarak benimsemişse, herhalde bu toprakları terk ederken üzüntü duyacaktı. Üzerinde yaşadıkları topraklarda, işte Kırımlı Devletler Ailesi’nin ilk evladı Sıdıka Hanım, Sabri Ülker’den 15 yaş büyüktü. Aile, Kırım’dan Türkiye’ye göç ederken 24 yaşında olan Sıdıka Hanım, yaşanan tüm trajik olayları yıllar sonra yeğeni Ahsen Özokur’a ayrıntılı bir şekilde anlatmış bu duyguyu anlatan güzel bir özdeyiş vardı. Ruslar “Vatanı olmayan kişi, ötmeyen bülbüle benzer” diyordu.

Hacı İslam Efendi, zamana karşı yarışıyor, bağını bahçesini, malını mülkünü elden çıkarıp, Kırım’ı terke hazırlanıyordu.

Önce, Küçük Lambat’tan Akmescit’e, oradan da trenle liman kenti Odesa’ya (Hacıbey) gidilecekti. 20. yüzyılın ilk yarısında, Sovyetler Birliği’nde en güvenli ve kolay yolculuk, trenlerle yapılıyordu. Zaten karayolu da yok denecek kadar azdı.

Akmescit’in yakınında Akyar (Sivastopol) Limanı vardı, ama orası, Rusya’nın büyük askeri deniz üssüydü.

Hacı İslam Efendi, eşini, çocuklarını toparladı, akraba ve komşularıyla vedalaştı, büyük bir randevu için yola koyuldu. O randevunun adresi belliydi: İstanbul...

Altından imal edilen semaverler, Rusya’dan kaçan insanların gelecek güvencesi oldu

1917 Bolşevik İhtilali, beraberinde o koskoca Rusya İmparatorluğu’na yeni bir ekonomik düzen getiriyordu. Artık, ferdi mülkiyete veda ediliyor, tüm üretim araçları devletin malı oluyordu. Bu durumdan çok tedirgin olan halkta, gelecek endişesi başlamıştı.

İhtilalin ilk dört yılında, Rus ekonomisi, kelimenin tam anlamıyla çöktü. Devlet Başkanı Lenin, ekonomiyi yeniden canlandırmak amacıyla eskiye dönüş yapmak zorunda kaldı ve “NEP” (Novaya Ekonomic heskaya Politika) adını verdiği ekonomi politikasını yürürlüğe koydu. Bu, Sovyet ekonomisini düzeltebilmek için başvurulan geçici bir yöntemdi.

Ülkeyi terk etme çareleri arayan halk ise, NEP politikasına asla güvenmiyor, çiftini çubuğunu, bağını bahçesini, hatta bir göz evini elden çıkarıp, “altın”a dönüştürmenin çarelerini arıyordu.

Bazı insanlar da, tasarruf ettiği altınları eritip, bakırla karıştırdıktan sonra elde ettiği yeni alaşımla semaver imal ettiriyor, ülkeyi resmi veya kaçak yollardan terk ederken, bu servet değerindeki semaverleri zati eşya olarak beraberinde götürüyordu.

Altından imal edilen Rus semaverlerine “misvar” adı verilmişti. Rusya’dan ve Kafkaslar’dan Türkiye’ye göç eden pek çok ailenin evinde, kalayla kamufle edilmiş altın misvarları görmek mümkündü. Zaten, semaverin anavatanı da Rusya’ydı. Bu arada altınla karıştırılıp, semaver yapılan bakıra da Kafkasya bölgesinde “mis” adı verilmişti.

Sabri Ülker: “Rusya’dan 10 rubleyle yola çıkabildik”


Devletler Ailesi, 1929 yılının 7 Haziran günü Rusya’yı terke hazırlanırken, ailenin en küçük ferdi 9 yaşındaki Sabri, yaşananları dehşetle izliyordu. Yaşı küçüktü, ama her şeye aklı eriyordu. Adeta olayların fotoğrafını çeker gibiydi. Odesa Limanı’ndan, kendilerini İstanbul’a götürecek şilebe binmeden önceki gözlemlerini, 74 yaşındayken, iş hayatına atılışının 50. yıldönümü münasebetiyle Asomedya dergisinin kendisiyle yaptığı söyleşide şöyle anlatacaktı:

Kırım’da durumun dayanılmaz hale gelmesiyle, rahmetli babam Türk pasaportlarını alarak Moskova’ya gitti ve oradaki bazı Ruslar ve elçiliğin yardımıyla anavatana dönüşü hallederek sevinçle geldi.

Altı nüfuslu bir aile idik. Şahıs başına 3 bin ruble [Rusya’nın para birimi] götürebileceğimiz bildirilmişti. O tarihlerde, 1 ruble, 1 Türk Lirası; 8 ruble de 1 sarı lira idi.

Çıkış kontrolünü G.P.U. [Rus Gizli Polisi] yapıyordu. Komiser, bütün paramızı alarak, çekmecesine soktu. G.P.U.’ya itiraz edilemezdi; G.P.U.’nun götürdüğü kimse, aranıp sorulamazdı. Tabancalarını, masanın üzerine koymuşlardı.

Ağabeyimin, “Yolda yiyecek bir şeyimiz yok. Yol da bir hafta sürecek. Şileple gidiyoruz” demesi üzerine, bizim paramızdan 10 ruble iade ettiler.

İstanbul’a geldiğimizde, şamandıraya bağlanan gemiden çıkmak için sandal paramız yoktu. Ne var ki, anne tarafından akrabalarımız bizi karşılamaya çıkmışlardı.

Ahsen Özokur: “Dedem; serveti değil, aileyi düşünmüş”

Hacı İslam Efendi, yıllardan beri “yastık altı”nda biriken güvencesini, o dönemin şartlarında acaba Türkiye’ye götürebilecek miydi? Bu sorunun cevabıyla birlikte, ailenin özgürlüğe yolculuğunun tüm ayrıntılarını Ahsen Özokur, halası Sıdıka Hanım’dan öğrenmiş.

Şimdi, kâh düşündürecek, kâh gülümsetecek detaylarla dolu, adeta kurgulanmış film senaryosunu andıran göç öyküsünü Ahsen Özokur’dan dinleyelim:

Aile, 1929 yılında Kırım’dan Türkiye’ye göç etmeden önce, Sıdıka Halam nişanlanmış. Hatta o kadar ki, çeyizi dahi hazırmış. Ama doğrusu, kiminle nişanlandı, bilmiyorum. Zaten ailede, bu gibi konular pek konuşulmazdı. Halam, hem nişanlısını hem de çeyizini Kırım’da bırakıp, ailesiyle birlikte İstanbul’a gelmiş. Dedem de bu şartlar altında herhalde kızını oralarda bırakamazdı.

(Grafik: Süleyman Perol)

Sıdıka Halam, ailenin Kırım’dan göç hikâyesini anlatırken, çok ilginç bilgiler vermişti.

Aile, yurtdışına çıkış izni alınca, sanırım yılların birikimini “altın”a dönüştürmüşler. Bu altınların bir kısmını kapalı bir kaba yerleştirip, evlerinin bahçesindeki tavuk kümesinin içine gömmüşler, bir kısmını da Türkiye’ye götürmek istemişler. Onun için halam, Türkiye’ye götürülecek olan altınların bir miktarını yorganın içine, bir miktarını da düğmeli eteğinin kıvrımlarına yerleştirip, etrafını dikmiş.

Aile, Odesa Limanı’nda gümrüğe girmek üzereyken, orada bulunan bazı kişiler, dedeme şu uyarıda bulunmuş:

“Üzerinizden para, altın gibi kıymetli eşya çıkarsa, sizi sorgusuz sualsiz hemen Sibirya’ya, sürgüne yollarlar.”

Dedem, limanda bu uyarıyı aldıktan sonra, aile fertlerine aynen şunları söylemiş:

“Yorganı da, eteği de bir duvar dibine bırakın. Çocuklarımın İstanbul’a ulaşıp, Galata Köprüsü’ne çıktıklarını görsem, o bana yeter. Çocuklarım, isterlerse dilensinler...”

Dedem, çok vakur bir insanmış. Her şeyden önce aile fertlerinin canını kurtarmak istemiş. Evet, çaresizlik karşısında, “Dilenci olsunlar, ama yeter ki canları kurtulsun” demiş.

Halamdan bu sahneleri çok ayrıntılı bir şekilde dinlemiştim. Dedemin, eşi ve çocuklarına yaptığı bu uyarıdan sonra, Sıdıka Halam, içine altın gizledikleri yorganı da, eteği de bir sokağın köşesine atmış.

Halam, bunları anlatırken, aynen şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Evet kızım, altınlı yorganı da, eteği de bıraktık. Onları kimseye veremezdik. Çünkü içindeki altınlar, herkesin başına iş açabilirdi. ”

Ailemiz, kendilerini tehlikeye sokacak eşyalarını bıraktıktan sonra gümrüğe girmişler. Rus gümrük memurları, babaannem ve halama, “Üzerinizde takı olarak ne varsa, çıkarın” demiş. Gümrük memuru, çıplak silahını da masanın üstünde tutuyormuş. Yani ailemiz, silah tehdidi altında yolculuğa çıkmak üzereymiş.

Babaannem ve halam, Rus memurun uyarısı üzerine küpe ve yüzüklerini çıkarıp, masaya koymuşlar, dedem de saatini... Memur, bu defa “Paranızı çıkarın!” demiş. Dedem, cebini masaya boşaltmış.

O sırada, Rusça bilen Asım Amcam, memura, “E, paramızı da aldınız. Bir hafta yol gideceğiz, biz gemide ne yiyip içeceğiz?”demiş. Memur da, sanki bağışlar gibi, dedemin masaya koyduğu paradan bir miktarını uzatarak, “Alın, bu size yeter” diyerek iade etmiş.

“Karadeniz’deki fırtına, İstanbul’a vuslatı geciktirmiş”

Babamlar, kendilerini İstanbul’a götürecek şilebe binerken, trajik bir başka sahneye tanık olmuşlar. Gemide bulunan bir erkek, limandaki bir kadın ile yanında bulunan çocuklara sürekli el sallıyor, onlara yüksek sesle bir şeyler duyurmaya çalışıyormuş. Karadakiler ise, hıçkıra hıçkıra ağlamaktaymış. Bizim aile fertleri, bu sahneyi seyrederken, dedem merak etmiş ve ilgililere sormuş; ortaya, çok acıklı bir ayrılık hikâyesi çıkmış...

Gemiden el sallayan kişi, karada hıçkırığa boğulan kadının kocası, çocukların da babasıymış. Baba, 1917 Bolşevik İhtilali sırasında yurtdışındaymış. Yıllardır yaşadığı gurbetten şilebe binmiş ve Odesa’ya gelmiş. Ancak, onun gemiden karaya inmesine izin vermiyorlarmış. Kadın ve çocukların hasret gidermek için gemiye binmelerine de izin yokmuş. O sırada bizimkiler gemiye binmiş. Yürek parçalayıcı bu sahne, geminin demir almasıyla sona ermek üzereyken, şilepte feryat eden adam, bir anda denize atlamaya kalkışmış. Dedem, tehlikeyi fark etmiş, hemen adamı sakinleştirerek, yanlış bir harekette bulunmasını önlemiş.

Bizimkiler çok heyecanlıymış. Geminin hareket düdüğünü bekliyorlarmış. Ama bir de bakmışlar ki, tekrar halatlar atılmış. Doğrusu çok merak etmişler. Çünkü bir an evvel oralardan uzaklaşmak isterken tekrar geminin iskeleye yanaşması, onların zihinlerine yeni “acabalar” getirmiş. Kim bilir; belki de, sokağa attıkları yorgan ve etekten kaynaklanan bir problemin çıktığını düşünmüş olabilirler.

Kısa süre sonra, mesele anlaşılmış: Kaptan, gece denizde fırtına uyarısı aldığı için, sabaha kadar yola çıkmamaya karar vermiş. Gece, beklenen fırtına patlamış, sabah ise deniz sakinleşmiş.

Öfkesi dinen Karadeniz’de, ailemizin “özgürlüğe kavuşma” yolculuğu başlamış.

“Rusya’ya komünizmi, aristokrat yaşantısı getirmiş”

Sıdıka Hanım, yeğeni Ahsen Özokur’a Rusya’daki Bolşevik İhtilali’nin nedenlerini anlatırken, “Kızım, bu ihtilal, boşuna olmadı” demiş. Yine, Ahsen Özokur, dünyayı sarsan o ihtilalin nedenlerini halasından öğrendiği kadarıyla naklediyor:

Aile büyüklerim, zaman zaman Kırım’daki yaşantılarını anlatırken, Bolşevik İhtilali’nden söz ederlerdi. Tabii, ihtilalden önce Kırım’da ve Rusya’da yaşanan ihtişamı anlatırlardı.

Sıdıka Halam, Rus hanımların kürkler, mücevherler içinde, sabahlara kadar çılgınca eğlendiklerini, yediklerini, içtiklerinin aklederdi.

Çarlık döneminde, ölçüsüz safahat varmış. Halam, o dönemde yaşadıklarını anlatırken, “Kızım, Bolşevik İhtilali boşuna olmadı” demişti. Bu vesileyle, şunu da ifade etmek istiyorum; ihtilal öncesi bizim ailemiz varlıklıymış. O dönemde, ailelerin at arabası sahibi olması bir ayrıcalıkmış. Ailemizin at arabası da varmış.

Ahsen Özokur’un, ailenin göçü sırasında 24 yaşında olan halası Sıdıka Hanım’dan dinlediği bilgiler bunlar... Aynı konuda bir başka bilgi kaynağı ise Selçuk Berksan.

Berksan’ın babası Asım Bey, bu tarihi şilep yolculuğu sırasında18 yaşındaymış. Olayları, dolu dolu yaşamış. Yıllar geçtikten sonra, ailenin başından geçenleri, çocuklarıyla paylaşmış.

Şimdi, Selçuk Berksan’ı dinleyelim:

Babamlar, kendilerini Odesa’dan İstanbul’a getirecek İtalyan bandıralı şilebi, tam bir hafta boyunca Karadeniz’deki bu liman kentinde beklemişler. Gemi gelmiş; yolcular, gümrükten geçerken üstleri başları didik didik aranmış. Hatta ayakkabılarının ökçeleri dahi sökülerek, pençe arasında altın veya kıymetli bir taş var mı diye bakılmış.

Efendi Babamın Kırım tebaasında Sovyet vatandaşı olan kardeşleri Seyit Ömer, Osman ve Mehmet ise, mecburen ata topraklarında kalmış. Türkiye Cumhuriyeti pasaportuna Moskova’da kavuşan Efendi Babam, kardeşlerini o kargaşa ortamında bırakmanın ıstırabı içinde yola çıkmış.

Aileyi Odesa’dan İstanbul’a getirmekte olan şilep, muhtemelen Karadeniz sahilindeki Romanya ve Bulgaristan limanlarına uğrayıp, taşımakta olduğu yükleri o ülkelere indirmiş ve yeni yükler almış.

Aile, Türkiye’ye beş parasız geliyor

Takvim yaprakları 15 Haziran 1929 Perşembe gününü gösteriyordu. İtalyan bandıralı bir şilep, Rusya’nın Odesa Limanı’ndan İstanbul’a yolcu ve yük getiriyor, Karaköy’deki Salıpazarı İskelesi açıklarında demir atarak bir dubaya bağlanıyordu.

Şilep, taşıdığı yüklerin yanı sıra sınırlı sayıdaki kamaralarınada yolcu almıştı. Yolcular arasında, Kırım’dan Türkiye’ye muhacir (göçmen) olarak gelen altı kişilik Devletler Ailesi de vardı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, İstanbul’da yeterli rıhtım olmadığı için, gemiler Marmara Denizi ve Boğaz’da açığa demirler, yolcularda sahile sandallarla taşınırdı.

Devletler Ailesi’nin karaya çıkabilmesi için ceplerinde sandalcıya verecek tek rubleleri dahi kalmamıştı. Çünkü son rublelerini de bir haftalık deniz yolculuğunda ekmek parası yapmışlardı.

Aile, parasızlık ve çaresizlik içinde, karaya çıkabilme imkânlarını düşünürken, rıhtımdan şilebe doğru yaklaşan bir sandal, onları özgürlüğe kavuşturmakla görevli kişileri taşıyordu.

Sandal yaklaşınca, içindeki kişiler net olarak seçilmeye başlandı. Evet, şilebe doğru gelmekte olan sandalda, anne Şakire Hanım’ın kardeşleri Ahmet Ziya Bey ile Hafız Rıza Bey vardı.

Akrabaları tarafından deniz ortasında karşılanan Devletler Ailesi, Salıpazarı’ndan Türkiye’ye adım atarken hayata “sıfır”dan başlayacaktı. Çünkü mazi, onlar için bir ders, ati ise hedefti...

Aile, bir anda evsiz barksız hale düşmüştü. Ancak, akrabalarına güvenerek yola çıkmış, koskoca Karadeniz’i aşmıştı.

Anayurt Türkiye, Devletler Ailesi için güvenli bir sığınak olacaktı. Geldikleri ülkede harp darp çok gerilerde kalmış, Kurtuluş Savaşı yaşanmış, Cumhuriyet’le birlikte, geleceğe umut ve güvenle bakan bir millet oluşmuştu.

Rus gümrükçülerin içine bakmadıkları kutudaki sır...

Devletler Ailesi, Kırım’dan ayrılıp Türkiye’ye doğru yola çıkarken, yanlarına taşınabilir ufak tefek eşyalar almıştı. Bu eşyalardan en hacimli olanı bir yorgandı. Ancak, o yorgan, daha Türkiye’ye ulaşmadan, Odesa’da bir sokağa terk edilmişti.

Şakire Hanım’ın yeğeni Nihat Öner, ailenin birinci ve ikinci kuşağıyla aynı dönemde yaşamış; Kırım hatıralarını da halası, eniştesi ve kuzenlerinden dinlemişti.

Nihat Öner, o dönemle ilgili anılarını anlatırken, halası Şakire Hanım’ın evindeki Rus yapısı bir semaverin varlığından sözediyordu. Ailenin ikinci kuşağından Ahsen Özokur ise, dedesinin evinde o semavere rastlamadığını, Kırım hatırası bu eşyanın, sık sık taşınmalar nedeniyle kullanımdan çıkarılmış olabileceğini ifade ediyor.

Nihat Öner’den semaver hikayesi dinlenirken, insan ister istemez, Rusya ve Kafkasya’dan Türkiye’ye kaçanların beraberinde getirdikleri misvarları hatırlıyor...

Devletler Ailesi’nin Kırım’dan Türkiye’ye getirdiği eşyalar arasında, kılık kıyafetin yanı sıra bir de kutu varmış. Odesa Limanı’ndaki Rus gümrük memurları, her şeyi didik didik aramalarına rağmen, o kutuya dokunmamışlar.

Ailenin tek kız evladı Sıdıka Hanım, yanından hiç ayırmadığı bu kutunun esrarını, aradan yıllar geçtikten sonra yeğeni Ahsen Özokur’a anlatmış.

Rusların el sürmediği o kutuda acaba ne vardı?.. Ahsen Özokur, hem o kutuyu görmüş, hem de hikâyesini halasından dinlemiş:

Dedem ve büyükannem, Kırım’dan gelirken, sanırım taşıyabildikleri giyim kuşam gibi zati eşyalarını yanlarına almışlar.

Bu eşyalar arasında, bir kutu ile kahve değirmeni ve şekerlik de varmış. Değirmeni ve şekerliği görmüştüm.

Tabii, bizim yetişme çağımıza kadar çok zaman geçmiş. Belki ufak tefek eski eşyalar da vardı, ama onları görmedim.

Gelen bu eşyalar arasında, halamın özenle koruduğu bir kutu bulunuyordu. Halam, o kutunun içinde muhtelif dualar ve İsm-iA’zam [en büyük isim – Allah’ın bütün isimlerini kendinde toplayan isim] olduğunu söyledi.

Kutuyu gösterirken de, “Bak kızım, gümrükte her nedense bu kutunun kapağını açıp bakma ihtiyacı hissetmediler. Diğer eşyaları ise, inceden inceye araştırmış, didiklemişlerdi. Belki bu kutumuzu, içindeki İsm-i A’zam korumuştur” dedi.

Ali Ülker: “Dedemlerin Kırım’dan iyi hatıraları yoktu”

Ailenin Odesa Limanı’nda başlayıp İstanbul’a uzanan gemi yolculuğunun ayrıntılarını, Ali Ülker de dedesinden dinlemiş.

Aslında Sabri Ülker, pek de iyi hatıralarla ayrılmadığını sık sık ifade ettiği Kırım’ı anmak ve anlatmak istemezmiş. Ancak, yeri ve zamanı gelince, orada yaşadıklarını; çocukları, torunları ve dostlarıyla paylaştığı olurmuş.

Sabri Ülker, torununa anlattığı hatıralarında, Rusya’dan yurt dışına çıkarabildikleri sınırlı miktardaki parayı gemide harcadıkları için İstanbul’a beş parasız ulaştıklarını, dolayısıyla ceplerinde, kendilerini karaya çıkaracak sandal paraları dahi olmadığını anlatmış.

Ali Ülker ise dedesinden dinlediği bir haftalık Karadeniz yolculuğunu şöyle naklediyor:

Dedem, “Kırım” ismini işitince, adeta kaskatı olur, orada yaşananları bizlerle paylaşmaktan kaçınırdı. Aile Kırım’ı terk ederken, dedem henüz 9 yaşındaymış. Ama her şeye aklı eriyormuş.

Dedemin sakin olduğu dönemlerde kendisinden, Kırım’ı terk ediş hikâyelerinin Karadeniz bölümünü dinlediğimde, bana şunları söylemişti:

“Bizi, Allah kurtardı. Deniz yoluyla İstanbul’a geldik. Gemiden karaya çıkmak için, sandala verecek paramız yoktu. Aslında bir miktar para saklamıştık, ama Kırım’dan ayrılırken gümrükten geçirmeye korktuk. Eğer Rus gümrükçüler bizi o halde yakalayacak olsa, akıbetimiz ya sürgün ya da ölüm cezası olacaktı. Bütün bunlara rağmen, rejimin müsaade ettiği çok az bir parayla yola çıktık. O paranın büyük bir kısmına, bu defa gümrük memurları el koydu. Sadece tayın [asker azığı, asker ekmeği] alabilecek kadar bir paramız kalmıştı. Onunla da 7-8 günlük Karadeniz yolculuğunda gemiden kuru ekmek aldık.

İstanbul’a geldiğimiz zaman, sandala verecek paramız olmadığı için karaya çıkamıyorduk. Ancak, akrabalarımız sandalla gelerek, bizi gemiden alıp memleketimize kavuşturdu. Salıpazarı İskelesi’nde vatan topraklarına adım attığımız zaman, hürriyetin kıymetini iyice anladık.”

Davutoğlu: “Sabri Amca, göç anılarını mahfuz tuttu”

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Ülker Grubu Başkanı Murat Ülker’in çocukluk ve okul arkadaşı. Davutoğlu, Ülker Ailesi’yle ilkokulu bitirdiği yıl tanışmış. Daha sonra, Ülker Ailesi ile Davutoğlu Ailesi dost olmuş; bu dostluk, hısımlığa kadar gitmiş; Ahsen-Orhan Özokur çiftinin evlatları Ahmet Özokur, Sare-Ahmet Davutoğlu çiftinin kızları Sefure ile hayatını birleştirmiş.

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, ortaokul yıllarından başlayarak, günümüze kadar yaşamının tüm safhalarında Sabri Ülker Ailesi’yle adeta kader birliği yapmış.

Davutoğlu, bu arada Sabri Ülker’i bir akademisyen titizliği içinde gözlemlemiş.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Sabri Ülker’den bahsederken, “Sabri Amca” diye hitap ediyor.

Ahmet Davutoğlu’nun, Sabri Ülker’le ilgili anılarında çok önemli kilometre taşlarının yanı sıra, bir bilim insanının tespit edebileceği gözlemler de bulunuyor. Bu gözlemler arasında, ailenin Kırım’da yaşadığı travmanın Sabri Ülker’in hayatındaki etkileri de yer alıyor.

Şimdi, Kırım’da, Bolşevik Devrimi’yle birlikte yaşanan trajik olayların, Sabri Ülker’e yansımalarını Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan dinleyelim:

Sabri Amca ile sohbet etme imkânı bulduğum zaman, birkaç şeyi merak edip, hep onları deşmeye çalışırdım. Bir tanesi, aile geçmişi itibariyle hep dikkatimi çekerdi; bir muhaceretin her zaman bir hikâyesi vardır, yani yerleşik olanın hikâyesi daha azdır, bulunduğu çevreyle alakalıdır, ama öyle veya böyle bir yerden bir yere göçmüş ve yeni bir hayata başlamışsa, hele geldiği yerde saygın bir aile geçmişi, konumu varken, başka bir mekâna gitmiş ve orada benzer bir saygınlık kurma çabası içine girmişse, bu hikâyenin kendisi bizatihi ilginçtir.

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, “Sabri Amca” diye bahsettiği
Sabri Ülker’in, Kırım’da yaşadığı travmalardan dolayı, radikal kırılmalardan
tedirgin olduğunu söylüyor.

O zaman, Sabri Amca’nın hayatının o kısmını kendisinden dinlemekten büyük haz duyardık. Ancak, Kırım’dan çok fazla bir şey anlatmadı. Bilemiyorum, belki bu, muhaceretle ilgili bir şeydir. Özlemle, hasretle ve mecbur kalarak zorla bir toprağı terk edenlerin çoğunda görülen bir hususiyet...

Sabri Amca, muhaceretle ilgili anılarını hep mahfuz [saklı] tutmak isterdi. Bazen biz sorduğumuzda da sanki bütün o hatıraları bize taşıyarak, o dönemi uyandırmak gibi olacağını düşünürdü belki... Dolayısıyla ben, bu hatıraları hep kaçırılmış bir fırsat olarak görürdüm. Belki Kırım’la ilgili daha fazla hatıralar dinleyebilseydik, o muhaceretin etkisini hissedebilirdik. Ama yine de bazı ipuçlarını Sabri Amca’nın sohbetlerinden çıkarırdık.

Ailenin Kırım’da bulunuşlarının geçici olmadığı aşikârdı. Ancak, Rus Devrimi sonrasında ailenin o dönemle ilgili ciddi acılar yaşadığını hissederdik. Bunun, Sabri Amca’ya bir şekilde devredildiğini, orada büyük bir kültürel kıyım yaşandığını, birazda ailenin ilmiye ekolünden gelmesi bakımından, o kaybedilen şeylerle ilgili bir ıstırap yaşadığını hissederdik. Ama bunu, olaylara döküp anlatmazdı. Belki de, bu sebepten Sabri Amca radikal değişiklik ve devrim vari şeylere biraz, eski söyleyişle, teenniyle [ilerisini düşünerek acele etmeme] dururdu. Olumlu ya da olumsuz olmasına bakmazdı. Belki orada yaşanan tecrübelerden dolayı, radikal kırılmalardan Sabri Amca tedirgin olurdu.

Sabri Amca’nın Kırım’da yaşadıkları, belki iş hayatına da yansıdı. Çok radikal kararlarla bir şeyden bir şeye geçivermek değil de, yeni bir alana girecekse, deneye deneye, yavaş yavaş, hissede hissede, benimseye benimseye, o alana girerdi. Bunların bir kısmı, sanki yaşanan aile tecrübeleriyle alakalı. Çok radikal bir değişimin, yapıcı olmaktan çok, yıkıcı unsurlar taşıyabileceği, bunun da hani o Rus Devrimi’ni müteakiben orada yaşananların, kök salmış bir ağacın yerinden sökülmesi gibi bir hissi, bu konulara çok girmemesine rağmen, her halinden hissederdik. Onun yaşadığı Kırım’ı dinleyebilseydik, bir tarihi vesika olurdu. Ama hep kendi hayatına, karakterine taşıyabilecek şekilde, bu tarz izler hissettik.

1916-1920 yılları arasında yaşanan olaylar

Hacı İslam Efendi’nin ailesi Kırım’da vatan özlemi çekerken, sığınmak zorunda kaldıkları Rusya İmparatorluğu’nda ise, bir ihtilalin ayak sesleri duyuluyordu. Ama, gidebilecekleri yeni bir yurt yoktu. Zaten, “vatan” bildikleri toprakları da düşman işgal etmişti. 1917-1923 yılları arasında her iki imparatorluk da tarih olacaktı...

  • 6 Haziran 1916 – İslam’ın kutsal toprakları Hicaz’da “Emir” olarak görev yapan Şerif Hüseyin Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli olduğu bir dönemde İngilizlerle anlaşıp, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyan hareketi başlattı. Bu isyan sırasında, Mekke, Taif ve Cidde şehirlerini ele geçirdi. Hicaz Emiri’nin ihaneti üzerine, Medine’de bulunan Korgeneral Fahreddin (Türkkan) Paşa komutasındaki Kolordu, Ravza-i Mutahhara’yı (Hazreti Muhammed’in kabri) koruma altına aldı. Bu koruma ve savunma, 13 Ocak 1919’a kadar devam edecekti.
  • 29 Aralık 1916 – Rus çarlarının çok itibar ettiği ünlü büyücü Grigori Rasputin, Çarlık Sarayı’ndaki bir davet sırasında önce zehirlenmek istendi, ardından esrarengiz bir şekilde öldürüldü. Rasputin, bir yandan büyücülük yaparken, bir yandan da devlet işlerine karışıyordu. Saray büyücüsü, Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman yanlısı olduğu iddiasıyla öldürüldü.
  • 16 Nisan 1917 – Yıllardan beri İsviçre’de sürgünde bulunan ve “Lenin” adıyla anılan Vladimir İlyiç Ulyanov, Rusya’ya dönerek, Sosyalist Devrim’in başlatılması çağrısında bulundu.
  • 22 Temmuz 1917 – Rusya’da Çar’ın tahttan indirilmesi üzerine Aleksandr Kerenski başkanlığında geçici bir hükümet kuruldu. Kerenski, 15 Eylül 1917’de de Rusya’da cumhuriyet ilan etti.
  • 10 Şubat 1918 – 34. Osmanlı Padişahı ve 99. İslam Halifesi II.Abdülhamid vefat etti.
  • 16 Temmuz 1918 – Rus Çarı Nikolay ile hanedan mensupları idam edildi.
  • 31 Ağustos 1918 – Vahideddin, son Osmanlı padişahı oldu. Osmanlı tarihinde son “kılıç kuşanma” töreni yapıldı.
  • 30 Ekim 1918 – Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu ile galip devletler arasında Mondros Mütarekesi imzalandı.
  • 13 Kasım 1918 – Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiliz, Fransız ve Yunan ordularına mensup tam 73 parçadan oluşan savaş filosu, bu defa herhangi bir engelle karşılaşmadan İstanbul’a kadar geldi ve limana demirledi. İşgalci devletlerin askerleri, Osmanlı komutanları ve Bahriye Mızıkası (Deniz Kuvvetleri Bandosu) tarafından karşılandı. Müttefik İşgal Kuvvetleri, 2 Ekim 1923’e kadar, yaklaşık beş yıl süreyle İstanbul’da kalacaktı.*
  • 16 Mayıs 1919 – Mustafa Kemal Paşa ve on sekiz arkadaşı, İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgalinden hemen sonra Milli Mücadele’yi başlatmak amacıyla Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti.
  • 11 Nisan 1920 – Osmanlı Sadrazamı (Başbakan) Damat Ferit Paşa, Kuvva-i Milliye aleyhinde bildiri yayımladı.

  • 23 Nisan 1920 – Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlattığı Milli Mücadele hareketi, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasıyla siyasi bir kimlik kazandı. Anadolu ve Trakya’daki halkın temsilcilerinden oluşan Meclis, 29 Ekim 1923’te de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunu ilan edecekti.
  • 22 Mayıs 1920 – Batı Trakya, Yunanlar tarafından işgal edildi.
  • 10 Ağustos 1920 – Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını hükme bağlayan Sevr Antlaşması, Fransa’nın başkenti Paris’e 3 km mesafedeki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde imzalandı. Kurtuluş Savaşı’nın Türklerin galibiyetiyle sona ermesi üzerine, 24 Temmuz 1923’te İsviçre’de imzalanacak olan Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılacaktı.
  • 7 Ekim 1920 – Adı daha sonra Resmî Gazete olarak değiştirilecek olan Ceride-i Resmiye gazetesi Ankara’da yayın hayatına başladı.
Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye