Berksan kardeşler, “Ülker” bisküviyi 16 Eylül 1944’te üretmeye başlıyor.

Asım ve Sabri Berksan, İkinci Dünya Savaşı’nın zor yıllarında Sirkeci’de şekerleme imalatı yapan bir işletmenin sahipleriydi. Berksanlar, 1944’te, bisküvi üretimine girmeye de karar verip Eminönü’nde ilkel bir atölye satın aldılar. Artık, Türk halkının “Ülker”le tanışma zamanı gelmişti...

  • Berksan kardeşler, 1944’te bisküvi üretimine geçerken, ürünlerine de “Ülker” ismini verdiler. Anadolu esnafı, bu markayı üreticilerin soyadı gibi kullanınca, Berksan Ailesi “Ülker” soyadını aldı.
  • Sabri Berksan, henüz “Ülker” soyadını almadan önce askere gitti. Müstakbel eşini görebilmek için askerden firar etti. Bir ay hapis cezası aldı. Evlendi, üç çocuk babası oldu. Evlatlarından birini kaybetti.
  • Tahtakale’deki ilkel bir imalathanede bisküvi üretmeye başlayan Ülker firması, 1950’lerin sonunda Topkapı dışına çıktı. Önce Sağmalcılar, ardından da Davutpaşa’da fabrikalar kurdu.
  • Ülker, kuruluşundan 20 yıl sonra ülkenin saygın bir sanayi kuruluşu oldu. Ancak, 1974’ten 1979’a kadar süren işçi olayları, fabrikadaki can ve mal güvenliğini tehdit etmeye başladı. Bunun üzerine İstanbul fabrikası, bir gece ansızın Ankara’ya taşındı.
  • Ülker Ailesi’nden ikinci kuşak, 1970’lerde görev almaya başladı. Bir süre sonra, birinci kuşakla ikinci kuşak arasında yönetim anlayışı farklılıkları oluştu. Bu durum karşısında, iki kardeş ve yeğenler, karşılıklı oturup, ayrılmaya karar verdiler.

Avusturya’da, 1881-1942 yılları arasında yaşamış olan ünlü edebiyatçı, biyografi yazarı ve gazeteci Stefan Z™eig’ın dünya klasikleri arasına girmiş olan bir kitabı var. Z™eig, bu kitabına, Yıldızın Parladığı Anlar adını vermiş. Kitapta, insanlık tarihinde iz bırakmış, on iki ünlü şahsın yıldızlarının parladığı an anlatılır. Z™eig, kitabına, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethiyle başlar; 1917’de koskoca Rusya İmparatorluğu’nda Bolşevik İhtilali yapan Lenin’in öyküsüyle bitirir.

Evet, insanların, yıldızlarının parladığı an... Bu, bir okul başarısı da olabilir, bilimsel bir keşif de... Hatta bir işe teşebbüs veya bir isim seçimi de...

Hikâyemiz, 71 yıl önce Kırım’da başlamıştı. Geçen zaman içinde, hikâyemizin kahramanları, varlık da gördü, yokluk da...

Onlar, tam dört büyük savaşın ve bir ihtilalin mağduru oldular. Yılmadılar. Dünyanın, sıkıntılarla dolu bir ev olduğunu kabullenmişlerdi. En kötü durumda bile, iyi şeyler görmeye çalışıyor, kemale erecekleri ümidiyle sabrediyorlardı.

Irmaktan geçmek için, başkasının köprü yapmasını beklemediler. Çünkü çalışmanın, hayatın kanunu olduğunu biliyorlardı.

Hızlı gitmek gibi bir ihtirasın içinde de olmadılar. Ailece, uzun gitmek için birlikte yola çıktılar. Bu arada, önemli bir karar aldılar. Kararları, bir bakıma onları başarıya götürecek yol haritasıydı. Kararlılıklarını şöyle açıklıyorlardı:

“Yolumuzu her gün değiştirirsek, gideceğimiz yere varamayız.” Asım Berksan, yıllar önce Besler’in Eminönü’ndeki fabrikasında şekerleme imalatını öğrenmiş, ardından da kendi tezgâhını kurmuştu. Sabri Berksan ise bir yandan öğrenimini sürdürüyor, bir yandan da ağabeyine yardımcı oluyordu.

Asım Berksan’ın Sirkeci’de başlayan teşebbüsü, kısa sürede meyvelerini vermeye başladı. Ürünler, önce İstanbul piyasasında, daha sonra Anadolu pazarlarında benimsendi. Bunun yanı sıra Asım Bey’in ticari ehliyeti de, iş çevrelerinde kabul gördü.

Sabri Berksan ise, yükseköğrenimini tamamladıktan sonra, kısa zamanda iş hayatında atılım yapma ihtiyacı hissetti. Genç yaşta hayatın sırlarını öğrenmişti. Başarının, o sırların içinde saklı olduğunu da biliyordu.

Sabri, henüz 24 yaşındaydı. İkinci Dünya Savaşı sona ermek üzereydi. Başta İstanbul olmak üzere, tüm ülkede gıda sıkıntısı vardı. Özellikle ekmek ve şeker karneyle veriliyordu.

Sıkıntıların hep böyle gitmeyeceğini tahmin eden Asım ve Sabri Berksan kardeşler, zoru seçtiler. Bu yokluk ve kıtlığa rağmen, cesur davranıp yollarını değiştirmediler.

Eminönü’nün Küçükpazar semtindeki Nohutçu Han’ın üçüncü katında bulunan bir bisküvi imalathanesini devralmaya karar verdiler. Aslında, bisküvi imalatını Sirkeci’deki işyerlerinde başlatmak istiyorlardı. Ancak burası, böyle bir imalata elverişli değildi.

Eminönü’ndeki imalathanenin bulunduğu bina, küçücük bir handı. Hanın üçüncü katında odun ateşiyle çalışan bir fırında, bisküvi imal ediliyordu. İmalathane, Rum asıllı bir Türk vatandaşına aitti. Adı da “Üçyıldız”... Berksan kardeşler, imalathaneyi, adıyla birlikte devralmak istediler, firmanın sahibi de buna olumlu cevap verdi.

Sabri Berksan’ın okuduğu romandan doğan marka: Ülker

1940’lı yıllarda ticaret hayatında kontrat veya sözleşme yapmak, alışılagelmiş bir iş değildi. Her şey, sözle hallediliyordu. “Üçyıldız”ın sahibi, hem bu ilkel tesisi hem de ismi, 25 bin lira karşılığında Berksan kardeşlere devretme sözü verdi. Ancak, parayı aldıktan sonra “Üçyıldız” ismini vermekten vazgeçti.

Verilen sözün yerine getirilmemesi karşısında, Berksan kardeşlerin yapabilecekleri tek şey, yeni isim arayışına girmekti. Bu arayış sırasında, önce “Acaba ‘Tekyıldız’ olmaz mı?” dediler. Daha sonra, hem Kırım asıllı olmaları hem de o dönemde, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini sağlayacak olan tarihi Yalta Konferansı’nın dünya gündeminde bulunması nedeniyle, “Yalta” ismini düşündüler. Bir ara, iki kardeşin isimlerinin baş harflerinden oluşan “AS” şeklinde logo dahi yaptırdılar. Sonuçta, yıldızlarını parlatacak bir ismi buldular: “Ülker.”

 

Ülker Ailesi’nin firma isimlerine esin kaynağı olan Ülker Fırtınası romanının yazarı Safiye Erol, 1902 yılında Edirne-Uzunköprü’de doğdu. İstanbul’da, Alman Lisesi’nde okudu. Daha sonra, Almanya’nın Münih Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndükten sonra, pek çok edebi eser yazdı. 1944’te Kenan Matbaası’nda basılan ve Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan 182 sayfalık Ülker Fırtınası romanı, aynı zamanda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildi. Eserlerinde, Doğu ve Batı medeniyetini kaynaştırmış olan yazar, 1964 yılında vefat etti.

 

Asım ve Sabri Berksan kardeşlerin, “Ülker” markalı ilk ürünleri olan “pötibör” bisküvilerinin üretimine, Sabri Berksan’ın 24. doğum gününe rastlayan 16 Eylül 1944’te başlandı.

Şimdi, Ülker’in doğuş hikâyesini, Berksan kardeşlerin kuzeni Mualla Öner’den dinleyelim:

Sabri Ağabeyim, yüksekokulu bitirince, iki kardeş Eminönü’nde bir dükkân satın aldılar. Bu dükkânın kapısında, sacdan yapılmış bir tabela vardı. Üzerinde de, eski firmanın adı yazılıydı. İki kardeş, bu işyerine, yeni bir tabela yaptırmanın masraflı olacağını dahi düşündüler. Ancak, tabeladaki isme sahip olamamışlardı. Dolayısıyla, o ismin değişmesi gerekiyordu.

Bisküvi imalathanesine yeni isim aranırken, o sırada Sabri Ağabeyim, akşamları bir roman okuyordu. Romanın adı da, Ülker Fırtınası idi. Dönemin ünlü yazarlarından Safiye Erol Hanımefendi’nin yazmış olduğu bu kitabı, Sabri Ağabeyim, akşamları büyük yemek masasının bir köşesinde açar, okurdu.

Güzel bir tesadüf olacak ki, oturdukları evin orta katında yaşayan ailenin küçük kızının adı da Ülker’di. Berksan ailesinin tüm fertleri Ülker’le karşılaştıklarında o minik kızı çok severlerdi

Kuzenlerim, yeni bisküvi firmalarına marka oluşturmak için, yıldızlardan yola çıkıp, Safiye Erol’un romanı Ülker Fırtınası isminden esinlenerek, “Ülker”de karar kıldılar.

 

Kırımlı Devletler Ailesi’ni, Rusya İmparatorluğu’nun Odesa Limanı’ndan Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a götürecek İtalyan bandıralı şilep, 7 Haziran 1929 Cuma günü demir alıp sefere çıkarken Karadeniz’de müthiş bir fırtına patlamıştı.

Aile, o topraklardan bir an önce uzaklaşmak istiyordu. Ama bu beklenmedik fırtına, seyahatlerini engellemişti. Fırtına, ertesi gün sabaha karşı dinecek, Devletler Ailesi de Türkiye’de özgürlüğe kavuşmak için önlerinde adeta okyanus gibi duran o uçsuz bucaksız Karadeniz’e açılacaktı.

Devletler Ailesi’nin torunu, bu gemi sefere çıkarken, henüz 9 yaşında olan Sabri’nin tek kız evladı Ahsen Özokur, 84 yıl önce yaşanan ve büyüklerinden dinlediği bu olayı değerlendirirken şunları söylüyordu:

Ailemiz, Rusya’daki Bolşevik zulmünden kaçarken, Odesa’dan bindikleri şilep, hareketinden bir süre sonra fırtına nedeniyle limana geri dönmüş. Acaba bu, “Ülker Fırtınası” mıydı dersiniz?40

Selçuk Berksan: “Amcam, gece gündüz çalışırdı”

Berksan kardeşler, Eminönü’ndeki bisküvi imalathanesinin tabelasına yazılacak isim arayışından kurtuldular. Çünkü “Ülker”i hemen benimsemiş ve yeni ürünlerinin markasını tescil dahi ettirmişlerdi. “Ülker” markasıyla, çok ilkel bir atölyede yoluna devam edecek olan Berksan kardeşler, savaş yıllarının şartlarında temin ettikleri sınırlı un, yağ ve şekerle bisküvi üretip pazarlayacaklardı.

Eminönü’ndeki imalathane ilkeldi, ama bisküvi hammaddesi tahsis kontenjanı vardı. Zaten bu kontenjan, Berksan kardeşlerin Üçyıldız firmasını satın almayı tercih etmelerinin de nedeniydi. Ülker’in logosuna gelince... Bu yeni markanın renkleri, kırmızı ve maviden oluşuyordu. Aynı anda hem kırmızı hem de mavi renkler ayrı ayrı da kullanılabiliyordu.

Kırmızı, Türkiye’nin sevdiği renkti. Bir süre sonra maviden vazgeçilip yola kırmızıyla devam edilecekti.

Şimdi, Eminönü’ndeki Nohutçu Han’da, Sabri Bey’le birlikte sadece üç işçinin gece gündüz çalışıp, 1944’ün son dört ayında tam 75 ton Ülker pötibör bisküvisinin üretildiği bu mütevazı imalathaneyi, Selçuk Berksan’la birlikte gezelim ve görelim:

Babamların devraldığı imalathanede, bir bisküvi makinesi vardı. Çocukluğumda, bu imalathaneye giderdim. Amcam Sabri Bey, gündüzleri yoğun bir şekilde çalışır, iki çuval un işler; gece, sabaha kadar da ustayla birlikte bisküvi imal ettikleri makinenin bakım ve tamiratıyla ilgilenirdi.

O civarda, “Pandeli” isminde bir usta vardı. Amcam, makine tamiratını, Pandeli Usta ile birlikte gerçekleştirirdi.

Amcam Sabri Bey’in o ilkel şartlardaki imalat sırasında sergilediği olağanüstü gayretleri unutamıyorum. Çünkü gecesi gündüzüne karışırdı. Gün boyu bisküvi imal eder, gece de makinenin tamiratıyla uğraşırdı. Bisküvi imalathanesinin fırını, duvarın içindeydi. Bisküviyi, makineden tavayla çıkarır, daha sonra o tavayı duvarın içindeki fırın bölgesine sürerlerdi. Bir süre sonra da tavayı ters çevirip, bisküvilerin altının ve üstünün aynı derecede pişmesini ve homojen olmasını sağlarlardı. Anlatmaya çalıştığım teknolojiden önce, bisküviler el zımbasıyla yapılırmış. O dönemi hatırlamıyorum, ama zımba işi şöyle olurmuş: Önce yufka açılır, sonra da bu yufkalara el zımbasıyla vurulurmuş, dolayısıyla, bisküvi şeklen ortaya çıkarmış.

Amcamın, şirket kuruluşu sırasında yaptığı yoğun çalışmaları da çocukluğumdan itibaren çok yakından izledim. Aslında, babamın da, amcamın da gece gündüz diye bir ayrımları yoktu. Durmaksızın çalışırlardı. Birçok konuda, zor kararları, kısa zamanda vermek mecburiyeti içindeydiler.

Sabri Bey, Eminönü’ndeki bisküvi imalathanesinde çalışmakla yetinmez, bir yandan da Sirkeci’deki şekerleme imalathanesine koştururdu. Bu arada babam Asım Bey ise, hem şekerleme hem de bisküvilerin pazarlanması için Anadolu yollarına düşerdi.

Aynı bölgede iki ayrı imalathanede hazırlanan ürünler, Sirkeci’de toplanır, babam ve amcam tarafından sandıklara yerleştirilerek, sevkıyat için hamalların sırtına verilirdi.

Hamallar, Ülker mamullerini, Türk insanına ulaşması için o zamanki nakliye ambarlarına götürürlerdi. Ambarlar da sandık sandık ürünleri, tüm vatan sathına taşırdı. Okul tatillerinde, bu imalathanelere gider, babamlara yardımcı olurdum.

Ürünlerin müşterilere sevki için tahtadan özel sandıklar imal edilirdi. Bunlara; “8’lik sandık”, “16’lık sandık” denilirdi. Yani, 8 bisküvi kutusu alan sandık ve 16 bisküvi kutusu alan sandık... Zaten hamallar da bundan daha fazla yükü kaldıramazdı. Her kutu 5 kiloydu. 16’lı sandık, 80 kilo ederdi.

Sırt hamalı ne kadar yük taşır, onu bilemiyorum ama bisküvilerin yerleştirildiği teneke kutuların ağırlığı 1 kiloydu. İçinde de yaklaşık 4 kilo bisküvi bulunurdu. Ancak, kremalı bisküviler daha ağır çekerdi. O bisküvilere “kaymaklı” denilirdi.

Müşteriler, genellikle bir sandığın içinde hem bisküvi, hem şeker, hem de çikolata paketi isterdi. Sandıklar, sipariş durumuna göre tanzim edilir, üzerlerine adresleri yazılırdı.

1940’lı yıllarda hem bisküvi hem de şekerleme imalatı, özel bir ustalık istiyordu. Ancak, İstanbul piyasasında bu işleri ehliyetle yapabilecek Türk asıllı ustalar hemen hemen yok gibiydi. Bu nedenle işin gayrimüslim ustalarla götürülmesi gerekiyordu. Bu arada özellikle şunu belirtmek istiyorum; hem babam hem de amcam asla Müslim-gayrimüslim ayrımı yapmazlardı.

 

1950’nin başında, imalat ve satışların arttığını, şirketin de büyüdüğünü görüyoruz. İşte bu tarihten itibaren “Asım Berksan, Sabri Berksan ve Ortakları” şirketi kuruluyor. Şirkete daha 203 sonra Parasko Rakiros ile Hayim Nahum isimli gayrimüslim iki ortak alınıyor

Asım ve Sabri Berksan kardeşlerin ortaklarından Hayim Nahum Musevi asıllıydı. Her nedense bu ortakları “Mösyö Vitali” diye anılırdı. Kendisi, şirketin para işlerine bakardı.

Babamların şirketteki dördüncü ortakları Parasko Rakiros da gayrimüslimlerdendi. Aynı zamanda şekerleme ustası olan Rakiros’un ortaklığı 10 Nisan 1953’e kadar sürecekti.

Mösyö Vitali ise, Parasko Rakiros’un şirketten ayrılmasından sonra dokuz yıl daha ortaklığını devam ettirdi. Ülker’de yaklaşık 16 yıl süren ortaklığı 26 Aralık 1962’de sona erdi.

“Sabri Bey üretir, Asım Bey Anadolu’da pazarlardı”

Berksan kardeşler, şekerleme ürünleri ve bisküvinin yanı sıra çikolata da imal ediyorlardı, ama iş bununla bitmiyordu. O ürünlerin herhangi bir zarar görmeden tüketiciye ulaştırılması gerekiyordu. Ürünler için, hem hijyen şartlarına dikkat etme, hem de iklim şartlarının etkilerinden koruma zorunluluğu vardı. Ayrıca, bu gıdaların, dış darbelerden koruyan dayanıklı kutulara yerleştirilerek tüketiciye ulaştırılması da icap ediyordu.

1940’lı yıllarda, henüz Türkiye’de karayolları örgütü kurulmamıştı. Yollar, standart dışıydı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ülke büyük bir ekonomik krizin içindeydi. Otobüs veya trenle seyahat eden insanlar şanslıydı. Çünkü çoğu insan, uzun yollara kamyon kasalarında gidiyordu.

Otobüsler, tıklım tıklım dolardı. Hatta bazı yolcular otobüslerin üst kısmındaki bagaj ve eşya yüklü bölümde seyahat ederdi.

Selçuk Berksan, babası Asım Bey’den, Ülker’in ilk yıllarında Anadolu’ya açılma öyküsünü uzun uzun dinlemiş. Asım Bey, o dönemde yaşadıkları büyük sıkıntıları anlatmış. Asım Berksan, Ülker ürünlerinin tanıtımı ve sipariş alma işleri için tüm yurdu adeta karış karış dolaşmış.

Selçuk Berksan, babasından dinlemiş olduğu pazarlama öykülerini şöyle aktarıyor:

Tahtakale’de bisküvi, Sirkeci’de ise lokum, akide şekeri ve drajeden oluşan şekerleme imalatı, amcam Sabri Bey’in yönetiminde o günün şartlarının izin verdiği ölçüde devam ederken, babam Asım Bey de, ürünlerin Anadolu’da pazarlanması için sık sık seyahatlere çıkıyormuş.

Babam, Anadolu esnafına güven vermek için, çalıştıkları bankanın müdüründen aldığı referans mektubunu da yanında taşır, ihtiyaç halinde müşterilerine gösterirmiş. Babamın yanı sıra, 1946 yılında yanlarında çalışmaya başlayan Hüseyin Altıntak adındaki satış elemanı da pazarlama amacıyla Anadolu’yu dolaşırmış.

Bu seyahatler, genellikle trenlerin 3. mevkii kompartımanlarında ve otobüslerde gerçekleşiyormuş. 1940’larda karayolu ulaşımı yaygın olmadığı için otobüs sayısı sınırlıymış. Bu vasıtalar tıklım tıklım dolar, oturacak koltuk bulamayanlar, otobüsün üstünde seyahat ederlermiş. Babamdan dinlemiştim; çoğu yolculuğunu otobüs üstünde gerçekleştirir, köprüye veya telgraf tellerinin bulunduğu bölgelere geldikleri zaman, otobüsün üzerine yüzüstü yatarak, kendilerini muhtemel bir kazadan korurlarmış

Üretici firmaların sınırlı sayıda olduğu dönemde, henüz pazarlama teknikleri de gelişmemiş. Ancak, babam o kısırdöngüyü kırmak için 67 vilayeti dolaşmaya başlamış. Anadolu insanını “Ülker” ürünleriyle tanıştırmış ve buluşturmuş. Çok iyi hatırlıyorum, babam sık sık seyahatlere çıkar, en erken bir hafta sonra dönerdi.

Bu arada, Anadolu esnafıyla ticari bağlantı sağladıkça, aldığı siparişleri telgrafla Sabri Bey’e bildirirdi. Sabri Bey de iş planlaması yapar, bir süre sonra Asım Bey’e “Ağabey, sipariş almayı kesebilirsin, çünkü şu anda elimizde üç aylık sipariş oldu. İstanbul’a dön” mesajı gönderirdi.

İki kardeşin ortak olduğu “Asım Berksan Toptan Perakende Şekercilik Ticareti” müessesesi, 29 Ocak 1946’da resmen tescil edilmiş. Aynı yıl imalat hızla büyüyüp, ürün çeşitleri de arttığı için bitişik dükkânlar da kiralanarak ambalaj işine girilmiş.

Aynı yılın 31 Mayıs tarihinde de “Asım Berksan Şekerleme ve Karamela Ambalajcılığı” firmasının tescili yapılmış. Bu firmada, yaklaşık on beş kişi çalışıyormuş. İmalathanenin ustabaşısı olan Parasko çeşitli ürünler yaparken, Aleko Usta da şekerleme üretimine bakıyormuş. Şeker kazanları, havagazı ocaklarında kaynatılır, imalathanede fondan ve karamel şekeri ile lokum ve badem şekeri imal edilirmiş.

Bu arada, Heybeliada’dan yaşlı bir ustabaşı da gelip, şekerleme işinde ekibe yardımcı olurmuş. Tüm bu şekerlemelerin ambalajları da aynı imalathanenin çatısı altında hazırlanırmış.

“Eski ortağımız, şantaja kalkıştı”

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte baş gösteren kıtlık ve yokluğun getirdiği ağır şartlar nedeniyle yıllarca piyasada mali bir terör de hüküm sürdü. Normalleşme, kolay olmadı. Ticari hayattaki sıkıntılarla mali baskılar, ister istemez 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti döneminde de sürdü.

Savaş sırasında Hazine’ye kaynak oluşturmak için çıkarılmış bulunan Varlık Vergisi, beraberinde pek çok haksızlık ve yolsuzluk da getirmiş, ticaretle uğraşan Müslim ve gayrimüslim pek çok kişi Aşkale’ye sürgün ve hapsedilme tehditleri altında inim inim inlemişti.

Piyasadaki o dumanlı hava döneminde akıl almaz şantajlar da kol geziyordu. Selçuk Berksan, şimdi de babası ve amcasının yaşadığı böyle bir şantaj olayını naklediyor:

Ülker’in tarihçesini anlatırken, verilen mücadelelerin yanı sıra, karşılaşılan güçlükler ve olumsuzluklardan da söz etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Şirkette hem ortak statüsünde hem de ustabaşı olarak çalışan Parasko Rakiros, bir süre sonra imalathanenin yüksek iş temposuna ayak uyduramayarak ortaklıktan ayrıldı. Geçen süre içinde elde etmiş olduğu kazancını da yeterli buldu. İşyerinden ayrılırken, “Artık yoruldum, Ada’ya gidip, rahat bir hayat yaşayacağım” diyordu.

Amcam, Parasko Usta’nın işten ayrılışından sonra, şirket muhasebe defterinin kaybolduğunu fark etmiş. Bunu, bir müddet Asım Bey’e söylememiş. Rahmetli babaannem Şakire Hanım, amcamın sıkıntısını her nasılsa hissetmiş ve “Asım, Sabri’nin çok büyük üzüntüsü var. Ben anlayamıyorum, devamlı düşünüyor” demiş. Babaannemin bu uyarısı üzerine, babam da amcama sıkıntısının sebebini sormuş. Sabri Bey, nihayet olayı ağabeyiyle paylaşmış.

Ülker şirketinin muhasebe defterinin kaybolduğu yıllarda, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ekonomik hayat büyük sıkıntılar içindeydi. İşbaşında bulunan Başbakan Şükrü Saracoğlu Hü- kümeti, çeşitli ekonomik önlemler alıyor, bu arada Hazine’ye kaynak oluşturmak için 1942’de Varlık Vergisi Kanunu’nu TBMM’den çıkarttırıyordu. İşte böylesine sıkıntılı bir dönemde, Ülker imalathanesinin hammaddesini teşkil eden un ve şeker, devletin kontrolü altında karneyle dağıtılıyor; zaman zaman pasta, çörek ve benzeri yiyecek maddelerinin yapımı ve satışı da yasaklanıyordu.

Harp yıllarında işyerleri sıkı denetim altındaydı. Muhasebe defteri tutmayan şahıs firmaları ve şirketlerin sorumluları derhal hapse atılıyor, yargılandıktan sonra ağır hapis ve para cezasına mahkûm ediliyordu. Böylesine kritik bir dönemde, Ülker firmasına ait defterin bir anda kaybolması, babam ve amcamı hem çok üzmüş, hem de ister istemez endişeye sevk etmiş.

Böylesine kâbus dolu bir dönemde, nasıl oldu bilemiyorum, Parasko Usta ile devreye giren bir arkadaşı, babamlara, kaybolan defterleri nedeniyle şantaj yapmaya kalkışmışlar, “Şu kadar para verirseniz, o defteri bulup getirebiliriz” demişler. Babamlar, olayı sükûnetle halletmek istiyorlarmış; talep edilen şantaj miktarını ödeyebileceklerini söyleyerek Parasko Usta ve arkadaşını işyerine davet etmişler

Kaybolan defter nihayet işyerine gelmiş, taraflar buluşmuş, defter ve para alışverişi için hazırlıklara girişilmiş. Defter ve para, masanın üstündeymiş. Rahmetli babamın anlattığına göre, babam el çabukluğuyla defteri ve parayı masadan alıp kasaya kilitlemiş, Parasko Usta ile suç ortağı da işyerini terk etmek zorunda kalmış

Varlık Vergisi’nin yanı sıra 1940’ta yürürlüğe giren Milli Korunma Kanunu da, Türkiye üretiminin can damarı olan İstanbul’daki iş âleminde çok büyük tedirginlik yaratmış. O yıllarda özellikle dış ticaret gayrimüslimlerin elindeymiş. Hükümet, vergi kaçakçılığıyla amansız bir mücadeleye girişmiş. Onun için vergi memurları, başta gayrimüslimler olmak üzere, tüm işyerlerinin muhasebe kayıtlarını didik didik arıyormuş. İşte böyle bir havada şantajcılar da kol geziyormuş.

Polis ve maliyecilerin esnafa göz açtırmadığı dönemde, babamı da başka bir nedenle ihbar etmişler. Bunun üzerine polisler, kendisini apar topar nezarete atmış. Sorgu sual yok; bekliyormuş. Nezarethanedeki bir kişi, babama, “Şu kadar para verirsen, seni buradan çıkarttırım” demiş. Denize düşenin yılana sarılması misali, babam da o teklifi kabul etmiş, parayı vermiş ve nezaretten çıkmış

Hale bakın; nezaretteki adam, sözde, kendisiyle aynı konumda olan bir başka kişiyi nezaretten çıkarttırabiliyor. İnsan, ister istemez nezaretteki bu kişinin görevli olabileceğine hükmediyor.

Nihat Öner: “Sabri Ağabey, 360 derece düşünürdü”

Sabri ve Asım Berksan kardeşlerin kuzenleri Nihat Öner de, Ülker’in kuruluş yıllarında görev almış kişilerden biri.

Öner, o dönemde yaşadıklarını günümüze taşırken şunları anlatıyor:

Asım ve Sabri ağabeylerin, Sirkeci ve Tahtakale’deki şekerleme ve bisküvi imalathanelerinde işler yoğunlaşınca, ben de yanlarında çalışmaya başladım. Hem muhasebe defterlerinin tutulmasına yardımcı oluyor, hem de İstanbul’u adeta adım adım dolaşarak bakkallardan boş bisküvi tenekeleri topluyordum

Harp yıllarında şekerleme ve bisküvi üretimi çok zor şartlarda yürütülmüştü. Çünkü un ve şeker tedariki, devletçe karneye bağlanmıştı.

Çoğu insan, çayını, kuru üzümle içiyordu. Buna rağmen Asım ve Sabri ağabeyler, hem şekerleme hem de bisküvi imalatı işini geliştirmekte hiç tereddüt etmiyorlardı. Aslında, özellikle bisküvinin hammaddesini oluşturan un ve şekeri bulmak, hemen hemen mümkün değildi.

Albaylıktan emekli olan Ülker çalışanı

Asım ve Sabri Berksan, işyeri sahibi olunca, Hacı İslam Efendi, Büyükmanika köyünde yaşayan bacanağı Ahmet Dinçsoy’a, evini İstanbul’a taşımasını önerdi.

Ahmet ve İsmet Dinçsoy çifti, bu davet üzerine çocuklarını alıp İstanbul’a geldiler. Asım Bey, aileye, Vefa Stadı’nın karşısında bir ev kiraladı.

Köyden şehre gelen Dinçsoy ailesi için işyeri de hazırdı. Baba Ahmet Dinçsoy ile üç çocuğu, Berksanların Sirkeci ve Eminönü’ndeki şekerleme-bisküvi imalathanelerinde çalışmaya başladılar.

Dinçsoyların üç ferdi tam zamanlı çalışırken, ailenin en küçüğü Hayri, Kuleli Askeri Lisesi’nde okuduğu için kuzenlerinin işyerlerine tatil zamanlarında gelebiliyordu.

Nohutçu Han’daki imalathanede, Sabri Ağabey günde sadece iki çuval undan bisküvi imal edebiliyordu. Sabırlıydı, azimliydi ve kararlıydı. Un ve şeker sıkıntısı çekmesine rağmen, hiç yılgınlık içinde görülmüyordu.

Savaş bitince, un ve şeker sıkıntısı da kademeli olarak sona erdi. İnsanlar, kıtlıktan çıkmış gibiydi. Gıda ürünleri, yine insanların hayatındaki başköşesinde yerini alacaktı. Bütün bu gelişmeleri, sanıyorum Sabri Ağabey, daha önceden hesap etmişti. Öngörülüydü. Kısacası Sabri Ağabey, 360 derece düşünen bir kişiydi.

Albaylıktan emekli olan Ülker çalışanı

Asım ve Sabri Berksan, işyeri sahibi olunca, Hacı İslam Efendi, Büyükmanika köyünde yaşayan bacanağı Ahmet Dinçsoy’a, evini İstanbul’a taşımasını önerdi.

Ahmet ve İsmet Dinçsoy çifti, bu davet üzerine çocuklarını alıp İstanbul’a geldiler. Asım Bey, aileye, Vefa Stadı’nın karşısında bir ev kiraladı.

Köyden şehre gelen Dinçsoy ailesi için işyeri de hazırdı. Baba Ahmet Dinçsoy ile üç çocuğu, Berksanların Sirkeci ve Eminönü’ndeki şekerleme-bisküvi imalathanelerinde çalışmaya başladılar.

Dinçsoyların üç ferdi tam zamanlı çalışırken, ailenin en küçüğü Hayri, Kuleli Askeri Lisesi’nde okuduğu için kuzenlerinin işyerlerine tatil zamanlarında gelebiliyordu.

Askeri okullarda öğrenimini tamamladıktan sonra, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çeşitli kademelerinde önemli görevler alan Hayri Dinçsoy, ordudan “Kıdemli Albay” rütbesiyle emekli oldu. Dinçsoy, Ülker’de çalıştığı yılları şöyle anlatıyor:

Büyükmanika köyünde doğdum. İlköğrenimimi köy okulunda tamamladım. Babam Ahmet Dinçsoy çiftçiydi. 1946 yılında, eniştemiz Hacı İslam Efendi’nin teşvikiyle köyden İstanbul’a taşındık. Dolayısıyla, çalışmak için ilk müracaatımızı da onların işyerine yaptık.

Babam, kuzenlerimin Nohutçu Han’daki bisküvi imalathanesinde işe başladı. Hamdi Ağabeyim ise zaten çocukluğundan beri Asım ve Sabri ağabeylerin işyerinde tezgâhtar olarak çalışıyordu

Kuleli Askeri Lisesi’ne giderken, tatil dönemlerinde, üzerimdeki resmi elbiseyi çıkarır, doğruca Sabri Ağabey’in yanına giderek, boş bulunan herhangi bir birimde göreve başlardım. Sabri Ağabey’in kuzeni olmama rağmen, çalışanlar arasında herhangi bir ayrıcalık gözetilmediğinden, ister istemez her işi kabullenir, bu durumu olağan karşılardım.

Çalışma dönemlerim sırasında, bir ara bisküviler için hazırlanan teneke kutuların imalat bölümünde görev aldım. O işlerin başında Onnik Usta vardı. Tenekeden kutu imal etmek çok zor bir işti. Zaten o yıl çok zorlanmıştım.

Fabrikanın yanındaki imalathaneye levhalar halinde saclar gelir, makinelerde kesilir, bükülür ve çeşitli işlemlerden geçer, ardından da teneke kutuya dönüşürdü. Teneke imalathanesinde çalışırken ellerim kesik içinde kalırdı.

Şeker atölyesinde, mesleğini çok iyi bilen Parasko isminde bir usta vardı. İşi öğrenmeniz için çaba harcar, yeni gelen elemanlara da çok iyi davranırdı.

O zamanlar şeker, önce kazanlarda kaynatılır, daha sonra mermer tezgâhın üzerine dökülür, soğuyunca hamur haline getirilir ve rulo yapılırdı.

Şeker rulosunu 90 derecelik açıyla çapraz olarak kesince, akide şekerleri ortaya çıkardı. Çocuk yaşta yaptığım bu iş, bana mutluluk verir, ailemizin sınırlı bütçesine de katkı sağlardı.

Bir işçi mektubu: “Sabri Bey, karıncayı dahi incitmedi”

Besler ve Ülker’in Sirkeci ve Eminönü imalathanelerinde, 1943- 1948 yılları arasında çalışan, işe başlarken henüz 14 yaşında olan, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesi Velimeşe kasabası halkından İbrahim Avcu, o dönemi, aradan yarım asır geçtikten sonra, Sabri Ülker’e hitaben yazdığı bir mektupla anlattı:

Sevgili Sabri Ağabey;

Ben, Tekirdağ Çorlu’nun Velimeşe kasabasından İbrahim Avcu. 1943-1948 yılları arasında sizinle çalışma şerefine nail olmuştum. Eminönü’ndeki fabrikada, on kişi birlikte bisküvi üretimi yapıyorduk. O yıllarda ben, 14 yaşlarında bir çocuktum. O yılları, sizi ve diğer arkadaşları hiç unutmadım.

Hayatımda tanıdığım en onurlu, en anlayışlı, karıncayı bile incitmeyen bir insan olarak sizi hep andım. “Bir patron değil de, hep bir ağabey, hep bir baba gibi bizlere güzellikle yakla- şan bir Sabri Bey vardı” dedim. Ben, her andığımda, torunlarıma anlattığımda, gülerek anlatırız sizleri. Bu gülümsemelerimizi, size de yansıtmak istedik.

Hatırlarsınız; bisküvi fırınında İzzet ile Cevdet, büyük silindirde Mehmet, yaprak silindirde de ben çalışırdım. Bir de paketleme yapan kızlar... Hatta kızlardan biri Ermeni idi. Bir gün, hiç unutmuyorum, o Ermeni kızı ile dans ederken, bizi yakalamıştınız. Eğilip kulağıma, “Sakın bu kıza kapılma haa!..” diye uyarmıştınız da, çok utanmıştım. Ama sonra çok gülmüştük.

Bir başka olayı daha hiç unutamıyorum. Hamura kattığımız çavdar unu fazla kaçmış, siz de bana uyarıda bulunmuştunuz. Bu uyarı sırasında ben, “Fazla değil” diye kendimi savunuyor, siz de fazla olduğunu, emin bir şekilde söylüyordunuz. İşte, bu tartışma ortamında, her zaman üzerinizde bulunan beyaz önlüğünüz, hamur silindirine yapışmış, sizi zor kurtarmıştık. Bu olayda dahi, bize gülümseyerek tepki vermiştiniz.

Cumartesi günleri, yarım gün çalışılır, paydos edilince ben öğleden sonra da işyerinde kalarak makinelerin temizliğini yapardım. Siz de bana, Eminönü’ndeki çarşıdan armut, mandalina ibi meyve alır, getirirdiniz. O yıllarda, meyve bulmak çok zordu. Sizin getirdiğiniz meyveler beni çok sevindirirdi

1948 yılında, izinli olarak köyüme gittim. Orada attan düşüp kalça kemiğimi kırdım. Bir daha yanınıza geri dönemedim. O dönemde sizden birkaç mektup aldım. İşyerine dönmeyi istiyordum, ama olmadı. Bugün olsa koşa koşa gelirdim.

İyiliklerinizi, anlayışınızı, güzelliklerinizi hiçbir zaman unutmadım. Ölene kadar sizi, güzel kişiliğinizi hep hatırlayıp bir ağabey, bir baba olarak anmaya devam edeceğim. Keşke sizinle birkaç kez daha görüşme imkânımız olsaydı. Kim bilir, ömrümüz vefa ederse, belki güzel anıları bir kez daha birlikte anıp, gülümseme şansımız olur

Sizi tanıdığım için çok mutluyum. Rabbim, size her şeyin güzelini nasip etsin.

1944-1946 yılları arasında yaşanan olaylar

Türkiye, 1944 yılının ikinci yarısından itibaren nispeten rahatlamaya başladı. Kapımıza kadar dayanan savaş hızını kesmiş, her an saldırısına maruz kalabileceğimiz Hitler Almanyası’nın ordusu ise geriye çekilmişti. Piyasa hareketlendi. Hem kamu sektörü hem de özel sektör, yeni yatırımlara girişti; Berksan kardeşler de “Ülker” markalı bisküvilerini üretmeye başladı.

Şimdi, 1944-1946 yılları arasında Türkiye ve dünyada ses getiren olayları izleyelim:

  • ™™™7 Ocak 1944 - Mareşal Fevzi Çakmak 20 yıl Genelkurmay Başkanlığı yaptıktan sonra Silahlı Kuvvetler’den emekliye ayrıldı.

  • 14 Ocak 1944 - Ünlü şair, düşünür ve Türk Ocağı’nın ilk kurucu genel başkanı Mehmet Emin Yurdakul vefat etti. ™

  • 15 Mart 1944 - Çıkarılan bir kanunla Varlık Vergisi kaldırıldı. ™

  • 3 Mayıs 1944 - Türk siyasi tarihine “Turancılık Davası” adıyla geçen olaylar nedeniyle tutuklamalar başladı. Türkçülük Hareketi Davası’nın İstanbul’a getirilip, tutuklanan sanıkları arasında Üsteğmen Alparslan Türkeş de vardı. ™

  • 2 Ağustos 1944 - Türkiye, savaş halindeki Almanya ile diplomatik ilişkilerini kesti.

  • 1 Kasım 1944 - İkinci Dünya Savaşı nedeniyle konulan unlu gıda maddeleri imal yasağı kaldırıldı.

  • 3 Kasım 1944 - İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye genelinde uygulanan ışıkları karartma tedbirleri kaldırıldı.

  • 7 Mayıs 1945 - Almanya teslim oldu, İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da sona erdi.

  • 26 Haziran 1945 - Türkiye, BM Anayasası’nı kabul etti.

  • 9 Temmuz 1945 - Türkiye’nin tüm ormanları kamulaştırıldı.

  • 1 Kasım 1945 - Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM’de yaptığı açış konuşmasında, “Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında, bir parti bulunmamasıdır” diyerek, bir anlamda çok partili siyasi hayatın başlayabileceğini ilan etti.

 

 

  • 7 Ocak 1946 - Eski Başbakanlardan Celal Bayar ile Adnan Menderes, Profˆ. Dr. Fuat Köprülü ve Reˆfik Koraltan, Demokrat Parti’yi kurdu. Parti’nin ilk genel başkanlığına Celal Bayar getirildi. 21 Temmuz 1946'da yapılacak olan milletvekili genel seçimlerinde, DP 61 milletvekilliği kazanacaktı.

  • 5 Nisan 1946 - ABD’de, görevi başında vefat eden Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesi, Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne ait Missouri savaş gemisi ile İstanbul’a getirildi. Dünyanın en büyük savaş gemisi, Haydarpaşa Limanı’na demirledi. ABD, Türkiye Büyükelçisi’nin cenazesine bir savaş gemisini tahsis ederken, Sovyetler Birliği’ne “Boğazlar’dan ve Doğu Karadeniz’den hak talep etmeye kalkışma. Biz, Türkiye’nin yanındayız” mesajını da vermek istiyordu.

  • 8 Ağustos 1946 - Sovyet Rusya, Türkiye ve ilgili devletlere başvurarak, “Boğazlar Rejimi”nin değiştirilmesini, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının müşterek olarak korunmasını teklif etti. Türkiye, teklifi reddetti.

  • 7 Eylül 1946 - Cumhuriyet tarihinin ilk büyük devalüasyonu yapıldı. 1 Amerikan Doları’nın değeri, 131,5 kuruştan 280 kuruşa yükseltildi. Karar, tarihe “7 Eylül Kararı” olarak geçti.

  • 9 Eylül 1946 - Ocak 1942’de Ankara, İstanbul ve İzmir’de başlayan “ekmek karnesi” uygulamasına son verildi.

 

Asım ve Sabri Berksan kardeşlerin, Eminönü’ndeki Nohutçu Han’da bulunan bisküvi imalathanesinin kapısına 'Ülker Bisküvileri' tabelası takıldı, Potibör türü ilk bisküvilerin imalatına da 16 Eylül 1944’te geçildi.

40. Ülker Doğumu Fırtınası, her yıl 10 Haziran’da esmeye başlar, üç gün devam eder, 12 Haziran’da da diner.

 

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye