İstanbul’daki fabrikanın makineleri bir gece ansızın TIR’larla Ankara’ya taşınıyor.

Sabri Ülker, 1979 yılında Ülker Fabrikası’nda yaşanan olaylar üzerine, stratejik bir planlama yapıp, lokavt kararı aldı ve bazı makinelerin Ankara fabrikasına taşınması talimatını verdi. Makineler gece yarısı söküldü, TIR’lara yüklenip, başkente doğru yola çıkarıldı.

Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte, yıllarca sürecek “akıl tutulması” yaşamaya başladı. Sadece 20 yıl içinde iki darbe, iki darbe teşebbüsü ve bir de askeri muhtıra, ülkenin tepesine adeta kâbus gibi çöktü.

Bazı ünlü düşünürler ve devlet adamları, siyasetin, kılıcı yeneceğini söylüyordu; ama Türkiye’de yenemedi. Çünkü ülke, uzun süre 27 Mayıs tehdidinden kurtulamadı.

1961 yılında Demokrat Parti’nin devamı olarak kurulan Adalet Partisi, “itilen-kakılan”ların partisi gibi görülüyordu. Seçimi kazansa dahi, iktidarın bu partiye verilmeyeceği söyleniyordu.

AP, 10 Ekim 1965’te yapılan seçimleri, ezici bir çoğunlukla kazandı. Tek başına iktidar oldu. Sanayileşme hamlesi başlattı.

Çukurovalı ünlü bir işadamı, “İnsanlar, iki dönemde zengin olur. Birincisi, ülke kalkınırken; ikincisi de ülke batarken...” diyordu. Bu işadamının ifade ettiği gibi, sanayileşmeyle birlikte insanların cebi para görmeye başladı. Köylünün yüzü gülüyor, ülke kalkınıyordu. Kara saban, kara öküz devri kapanmış, traktör devri başlamıştı. Bu, Türkiye için çok önemli bir kilometre taşıydı.

Aslında, 1965 Türkiye'sinde, henüz ulaşım sağlanamayan köyler ve kasabalar da vardı. Cumhuriyet’in 42. yılında okullaşmanın ancak yüzde 65’i halledilebilmişti. 50. yıl hedefinde ise; tüm köylerin hem okula, hem öğretmene ve hem de elektriğe kavuşması bulunuyordu.

1961 Anayasası’nın temel ilkesi, “Bütün fertlerin kaderde, kıvançta ve tasada, ortak, bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplanması...” şeklinde tanımlanıyordu. Oysa, birbirine kırgın, küskün bir toplum oluşturulmuştu. Bu toplum, kaderde, kıvançta ve tasada nasıl ortak olabilirdi ki...

Orhan Özokur: “DİSK içindeki rekabet, bize de yansıdı”

Ülkemizin 70’li yıllardaki durumu böyleydi. Bakalım, aynı dönemde Ülker cephesinde neler oluyor...

1974 yılında İstanbul’daki Ülker Fabrikası’nda direnişe geçen işçiler, tesislerin girişindeki demir kapıları kaynak makineleriyle kapatmış, bu eylemlerini de “Anayasal hakkımızı kullanıyoruz” şeklinde izah etmişlerdi. Oysa, 1961 Anayasası, hiç kimseye, hak ararken fabrika kapısına kaynak yapma, ayrıca işyeri sahibine tuzak kurma imtiyazı vermiyordu.

İstanbul polisi, kaynak makineleriyle sabitlenen demir kapıları panzerlerle açmış, ancak, bu işyerinde çalışma barışı telafisi mümkün olmayacak şekilde bozulmuş, daha düne kadar ağabey-kardeş, baba-evlat ilişkisi içinde olan işçi ve işverenler arasında güven krizi başlamıştı.

Rekabet halindeki sendikacılar, iş barışını bozmak için olağanüstü çaba harcıyorlardı. Bu çabalar kısa sürede semeresini veriyor, hem işçi, hem işveren ve hem de ülke ekonomisi kaybediyordu.

1974’ten 1979’a kadar ülke genelinde sergilenen anarşi ve terör, Ülker Fabrikası’na da misliyle yansıdı. Dolayısıyla mertlik bozuldu, işçiler olayları tırmandırırken, işverenler de öncelikle ailelerinin can güvenliğini sağlamak için olağanüstü önlemler aldı. Fabrikadaki böylesine gergin bir ortamda son sözü yine Sabri Ülker söyleyecekti.

Ülker Fabrikası’nda 1979 yılının Ağustos ayında başlayıp, aylarca devam edecek olan olaylar, Türkiye’nin çalışma hayatında ders alınması gereken sahnelerle doluydu.

Şimdi; içinde, tehdit, şantaj ve meydan okuma bulunan bu olaylara büyük bir stratejik planlamayla karşılık veren Sabri Ülker’in uyguladığı müthiş operasyonu, olayları birebir yaşayan ve işçilerin boy hedefi haline gelen Orhan Özokur’dan dinleyelim:

Ülker Grubu tarihinde en önemli ve en trajik olay, 1979 yılında yaşandı. O dönemde, ülkemizde anarşi ve terör kol geziyordu. Yoğun bir sermaye düşmanlığı vardı. Bizim işyerimizdeki işçiler de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı Gıda-İş Sendikası’nın üyeleriydi. Dolayısıyla, toplu iş sözleşmesi, söz konusu sendikayla yapılırdı. Sendikanın başkanlığını ise, Türkiye İşçi Partisi’nin kurucuları arasında yer alan, bir dönem milletvekilliği de yapmış bulunan Kemal Nebioğlu yürütüyordu.

Sabri Ülker, 1979 işçi olayları sırasında "lokavt operasyonu"nu damadı Orhan
Özokur’la birlikte yönetti. Bu dönemde, her ikisi de evlerine gidemeyip otelde kaldı.

DİSK’e bağlı Gıda-Iş Sendikası’nın Başkanı Kemal Nebioglu.
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

İşyerimiz, sendikalı olan dört işçiden rahatsızdı. Bu işçilerin durumu, sendika yönetimine bildirildi. Sendika, bizim şikâyetimizi haklı bulmuş olacak ki, söz konusu işçilerin, iş akitlerinin feshedilmesine karşı çıkmadı.

Yine o günlerde Gıda-İş Sendikası yönetiminde değişiklik oldu ve Kemal Nebioğlu’nun yerine, daha sert mizaçlı bir kişi sendika başkanlığına seçildi.

Yeni yönetim, bir süre önce işten çıkarılan dört üyesinin tekrar işe alınmaları için bize baskı yapmaya başladı. Bu baskı karşısında, kendilerini ikna etmek istedik. İşten çıkarılan üyeleriyle ilgili kararı, hem işçi sendikası, hem de işverenin ortaklaşa aldığını söyledik. Ancak, yeni yönetim diretiyor, “Biz, onları devirdik. Onlar, işçilerimizin hakkını korumadı, biz koruyacağız” diyordu.

Sendika yönetimi, 1979 yılı Ağustos ayının son haftasında tavrını daha da sertleştirdi, üretimi sabote etme yoluna başvurdu.

O yıllarda, bisküvi üretim makineleri henüz tam otomatik hale gelmemişti. Sendika yönetimi, işleri sabote etmek için bantlardan, paketlemeye doğru giden yeni ürünleri, direnişçi işçileri vasıtasıyla şeker çuvallarına doldurmaya başladı. İşçiler, bu yöntemi uygularken, bantların bitim noktasında da makinelerin başına çuval geçiriyorlar, dolayısıyla yeni ürünleri ıskartaya çıkarı- yorlardı. Bununla da yetinmeyen işçiler, içi bisküvi dolu çuvalların ağzını büzdükten sonra, ellerindeki odunlarla çuvallara vuruyor ve bisküvileri eziyorlardı.

İşçilerin, makineden çıkan bisküvilere karşı giriştiği bu eylemi, direnişlerinin ikinci gününde fark ettik ve tespit yaptırmak için fabrikaya noter çağırdık. Iskarta bisküvilerle dolu olan çuvallar, üç gün içinde adeta dağ gibi olmuştu.

“Sabri Bey, direnişçi işçilerle restleşti”

DİSK’in eylemi nedeniyle fabrikada olağanüstü hal yaşanıyordu. Hava çok gergindi. Bırakınız fabrikanın güvenliğini, bizlerin güvenliği de tehdit altındaydı. Teknik Müdürümüz Selçuk Berksan, eylemci işçiler arasında yapmış olduğu durum tespitini bana aynen şu cümlelerle açıklamıştı:

“Bu işçilerin niyeti kötü görünüyor. Her şeyi yapabilirler. Ama biz, soğukkanlılığımızı muhafaza edelim, onların yöneticilerini Sabri Bey’in huzurunda bir toplantıya çağıralım.”

DİSK’e bağlı Gıda-Iş Sendikası’nın 1974 yılında Ülker işyerinde başlattığı eylemler,
1979’da iyice çığırından çıktı. Hem sendikanın iç bünyesindeki, hem de
öteki sendikalarla rekabetten kaynaklanan bu olaylar sırasında bayan işçiler
pencerelerde, erkek işçiler ise sokakta gösteri yapıyordu.
(Fotoğraflar: Murat Çetin / Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

 

Selçuk Berksan’ın organize ettiği toplantı başladı. Sabri Bey, masanın başında oturuyordu. Ben sağında, Selçuk Berksan da solunda yer alıyordu. Ortam, çok gergindi. İnsanlar, birbirlerinin yüzüne bakmak istemiyorlardı. Sabri Bey, dirayetini korur bir havadaydı. İşçilere hitaben konuşmaya başladı:

“Arkadaşlar, ben de sizler gibi sıfırdan başlayarak, çalışarak, çabalayarak bir yerlere gelme gayreti içinde oldum. Hak, hukuk ve adalete inanırım. Hiç kimsenin hakkının yenmesine meydan vermem. Bu arada, sendikal faaliyetlerin de gerekliliğine inananlardanım. Sendika, işçi hakkını koruyan bir müessesedir. O müessesenin meşru faaliyetlerine saygı duyarım. Özellikle büyük işletmelerin, işçi sendikalarının faaliyetlerine zemin hazırlamaları ve yardımcı olmaları kanaatini taşırım. Kısacası, büyük işletmelerin, işçi sendikaları olmadan yürümeyeceği inancındayım.”

Sabri Bey, bir patrondan çok, herkesi kucaklayan, gerçekleri dile getiren, varlık-yokluk nedir, bilen; adil, insan haklarını savunan bir kişi olarak konuştu. Konuşma, yaklaşık yarım saat sürdü. Bu konuşma bittikten sonra, işçilerden biri oturduğu yerden ayağa fırladı ve “Bırakın o lafları, siz bu dört arkadaşımızı geri alıyor musunuz, almıyor musunuz, onu söyleyin” dedi.

Baktım, Sabri Bey’in şakakları adeta zonkluyordu. Sabırlıydı. Hoşgörülüydü. Toplantı başlamadan önce bizleri uyararak, “Sakın, yanlış laf etmeyin!” demişti. Sabır ve tevekkül içindeydi. Tabii, sabrın da bir sınırı vardı. Konuşmaya başladı ve şunları söyledi:

“Bakın beyler, bu zamana kadar hiç kimse, bana boyunduruk vuramadı; yani kimse, benim boynuma bir şey geçiremedi. Ben, düşüncelerimi ve yapılması gerekenleri sizlere söyledim. Benden, daha fazlasını beklemeyin...”

Sabri Bey, direnişçi işçilerle restleşmiş, toplantı gergin bir havada bitmiş, işçiler de gitmişti.

“Sabri Bey’in kararıyla, fˆabrikayı Ankara’ya taşıdık”

Ülker’in DİSK’le problemli olduğu dönemde, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit başbakandı. İstanbul Valiliği görevini ise Orhan Erbuğ sürdürüyordu.

Sabri Bey, işyerindeki huzursuzluğu devlet katına bildirmek amacıyla, mübalağasız söylüyorum, en az otuz kez Babıâli’deki İstanbul Valiliği’nde düzenlenen toplantıya katılıyor, Vali Erbuğ da, bu görüşmeler sırasında, “Ankara ȏhükümetȐ, Ülker Fabrikası’nın açık kalmasını istiyor” şeklinde konuşuyordu.

Sabri Bey’in işçi temsilcileriyle son toplantısını yaptığı günün akşamında Genel Koordinatörümüz Ercan Erdem, üç arkadaşımızla birlikte sendikanın Merter semtindeki merkezine gidiyor ve işçi temsilcilerine uzlaşma elini uzatıyordu. Ülker temsilcileri, bu görüşme sırasında sendika yöneticilerine, “Bakınız beyler, elimizde şöyle bir karar var. Bu kararı biz tek başımıza almadık. Kararın altında sizin sendika yöneticilerinizin imzası var. O kararı niçin görmemezlikten geliyorsunuz? Yönetimlerde devamlılık esastır. Sizden önceki yönetimin kararlarını inkâr etmenize bir anlam veremiyoruz” diyordu.

Ercan Erdem ve diğer arkadaşlarımız sendika yöneticileriyle görüşmelerini tamamladıktan sonra fabrikaya döndüler. Getirdikleri haberler, hiç de iç açıcı değildi. İşçiler, “Fabrikadaki eylemlerimize bayramdan hemen sonra devam edeceğiz” demişler.

Bu olayların yaşandığı günler, Ramazan Bayramı’nın öncesiydi. Nitekim, 24 Ağustos 1979 Cuma günü, mübarek Ramazan Bayramı’nı idrak edecektik.

Sabri Bey, tüm gelişmeleri takip etti ve bir değerlendirme toplantısı yapmaya karar verdi. 23 Ağustos 1979 Perşembe günü, Sabri Bey ve Selçuk Berksan’la birlikte toplandık. Toplantıda Sabri Bey, bizlere şu açıklamada bulundu:

“Bu işin sonu yok. Sendikadan gelen haberler hiç de iç açıcı değil. Bayramdan sonra ‘Greve gidiyoruz’ derlerse, ne yapacağız? Onun için bizim çok süratli ve ciddi bir karar almamız lazım. Kanuni lokavt hakkımızı kullanmak durumundayız.”

Sabri Bey’i dinledikten sonra, kendisine, “Peki, yaparız” cevabını verdim. Sabri Bey de buna karşılık, “İçerde, senin güvendiğin adamlar var mı?” sorusunu yöneltti. Tabii arife günü dışardan insan bulmak mümkün değildi. Sabri Bey’in bu sorusuna da, “Bir bakayım efendim” demek mecburiyetinde kaldım.

na da, “Bir bakayım efendim” demek mecburiyetinde kaldım. İşte o zaman bana bağlı olan birimlerden ve depolardan güvenilir 47 kişi topladım. Selçuk Berksan da kendisine bağlı birimlerden bazı elemanları hazırlamış. Hatırladığım kadarıyla, o zamanlar personel sayımız yaklaşık 1200 kişi civarındaydı.

Hem Selçuk Berksan’ın, hem de benim bu “özel görev”e davet ettiğim çalışanlar, istemeye istemeye yanımıza geldiler. Onların yanaklarından öptük, gönüllerini aldık. Bu işçilerden bir kısmı sendikanın yoğun baskısı altında olduklarını söylüyorlardı. Gerçekten fabrikada, üretimde bulunanlara karşı ağır bir baskı vardı. Onlara, “Biz, sizin hakkınızı koruyoruz. Sizin de bize tabi olmanız gerekiyor” diyorlardı. Tabii sendika yönetimi, işçilerine biraz da sopa gösteriyordu.

“Lokavt kararı alı’p, makineleri T IR’larla yola çıkardık”

Ramazan Bayramı arifesi, Ülker için yeni bir miladın başlangıcıydı. İşçiler arasında ayrım yapmaksızın hepsine hediye paketleri verdik ve onları bayram tatiline gönderdik. Son işçi çıkınca, kapıları kapattık.

Fabrika alanında, bambaşka bir hayat başladı. Ancak, içerde, daha önceden belirlediğimiz ve güvendiğimiz işçiler kalmış- tı. Özellikle belirtmek istiyorum, içerdeki işçilerin çoğu, fabrikanın civarındaki mahallelerde oturuyorlardı. Ancak, gönüllü olarak bayram süresince fabrika sahasından dışarı çıkmayacaklardı.

Çok önemli bir kararın arifesindeydik. Bu kararımız, ne olabilirdi?..

Evet, kararımızı vermiştik. Ankara fabrikasının ihtiyacı olan makineleri, bayram süresince başkente taşıyacaktık.

Taşınma işlemi için, eksiksiz bir planlama yapma mecburiyetindeydik. Belki, o günün şartlarında, telaş içinde eksiğimiz gediğimiz bulunabilirdi. Ama onu telafi etmek için büyük çaba harcıyorduk.

Montörler geldi, makineleri sökmeye başladı. Bu arada, TIR’lar da fabrika sahasına girdi. Türkiye, Ramazan Bayramı tatilindeydi. Ancak, bizim fabrika, taşınma telaşı yaşıyordu.

Burada bir hususu belirtmek istiyorum. Fabrikamızın kapısında yoğun bir TIR trafiği vardı. Fabrikanın önünden geçen bazı işçilerin, bu manzarayı gördüklerinde nasıl bir değerlendirme yapacaklarını da düşünüyorduk.

Makineler, olağanüstü bir hızla söküldü, TIR’lara yüklendi ve Ankara’nın yolu tutuldu. Şaka değil, dört günde koskoca bir fabrika taşınacaktı.

Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü, yani 26 Ağustos 1979 Pazar gününün akşamı, fabrikanın giriş kapısına bir yazı astık. Yazıda aynen şunları belirttik:

“Kanuni lokavt hakkımızı kullanıyoruz. İşçilerimizin, doğmuş bulunan haklarıyla ilgili ödemeleri en kısa zamanda yapacağız.”

27 Ağustos 1979 Pazartesi sabahı işyerine gelip, bu yazıyı okuyacak olan işçiler, acaba nasıl bir tavır takınabilirlerdi? Doğ- rusu, onu da düşünmüyor değildik. Ancak, Sabri Bey’le bizim asıl maceramız bundan sonra başlayacaktı...

“Ailelerimizi, güvenlik amacıyla Balıkesir’e gönderdik”

Lokavt kararı, beraberinde her türlü belayı getirebilirdi. İşçiler, fabrikayı basabilirler, mal güvenliğinin yanı sıra can güvenliğimiz de risk altına girebilirdi.

İşçiler, bayram ertesi işyerine geldiler, yazıyı okudular ve beklemedikleri bir durumla karşılaşınca şaşkına döndüler. Bu süre içinde biz, fabrika sahasına hiç gitmedik. Sabri Bey de, ben de, kendimize geçici işyerleri oluşturduk.

Kartal-Pendik arasında Dolayoba köyünde bir cam fabrikasının bodrum katını kiralamak üzereydim. Konuyu Sabri Bey’e açtım, “Uygun” dedi. Aslında, şehrin içinde kalmak istiyordum. İlk bulduğum yer, Gayrettepe’de, Nimet Abla Camii’nin yanındaydı. Yakın çevrem, bana, “Oradan vazgeç, seni bulurlar, başını ağrıtırlar” uyarısı yaptı. Daha sonra, Maslak’taki Paşabahçe mağazasının bulunduğu yeri keşfettim. O yıllarda Maslak, adeta terk edilmiş, döküntü alanıydı. O bölge de güvenli bulunmamıştı. Sonuçta, Dolayoba’da karar kılmıştık. Bu söylediğim yer, “Tam Cam” isimli oto camı imal eden bir fabrikaydı.

Benim için geçici işyeri oluşturulmuştu. Zaten aileden sadece Sabri Bey’le bizim İstanbul’da kalmamız kararı alınmıştı. Faruk Berksan, bu olaylardan önce Ankara fabrikasında göreve başlamış, Selçuk Berksan ise, o yıllarda faaliyet gösteren Antakya fabrikamızın başına gönderilmişti. Bu arada, amcamız Asım Bey de geçici olarak işini Ankara fabrikasına taşımıştı.

“Sabri Bey’le yerleştiğimiz otelde kimliğimizi gizledik”

Ailelerimizin durumuna gelince...

Ramazan Bayramı’nı İstanbul’da geçirdik. Bayram ertesi, kayınvalidem Güzide Hanım, eşim Ahsen Hanım ve çocuklar, Balıkesir’e gittiler. Murat Ülker ise o yıllarda henüz öğrenciydi.

Sabri Bey’le birlikte, evlerimizi terk edip bir otelde kalmaya karar verdik. Otele, kendimizi ithalat-ihracat işleriyle uğraşan kişiler olarak kaydettirdik. Ayrıca, çok önemli, stratejik kararları almak amacıyla bir dostumuza ait evde toplanmaya başladık. Bu çalışmaları sürdürebilmek için kurmay heyet oluşturduk.

Her sabah, çok erken saatlerde, genellikle 5’te, kaldığımız otelden elimizde çantalarla çıkıyor, ben Dolayoba yoluna koyulurken, Sabri Bey de bir başka istikamete gidiyordu.

Kısa bir süre sonra, ailemle buluşmaya karar verdik. Buluşma yerimiz Bursa olacaktı. Onlar Balıkesir’den geldiler, ben de İstanbul’dan gittim. Çünkü aile fertlerimiz merak içinde, bizlerle yüz yüze konuşup gelişmeleri öğrenmek istiyorlardı.

Çok yorgundum. Stres altında, uykusuz geceler ve yoğun çalışma temposundan dolayı, adeta çökmüş vaziyetteydim. Bursa’da karşılaştığım akrabalarımız, beni gördüklerinde tanıyamamışlardı.

İstanbul’dan Ankara’ya naklettiğimiz makineler, çok süratli bir şekilde monte edildi ve üretim başladı.

Bizler, İstanbul’da, adeta yeraltında yaşıyorduk. Lokavt kararından önce Dolayoba’daki depoda izimi kaybettireceğimi zannetmiştim. Oysa, bu adres de kısa zamanda deşifre olmuş, direnişçi işçiler depomuza dinamitle saldırıda bulunmuştu.

Lokavt süresince işyerimiz altı ay kapalı kalıyordu. Bu dönemde işverenin kısıtlı hakları vardı. Sadece fabrikadaki makinelerin bakımını yapan görevliler fabrika alanına girebiliyordu. İşte o dönemde, içeride çalışanlara yiyecek götüren bir şoför, maalesef grevciler tarafından katledildi. Rahmetlinin adı Ahmet’ti. Fabrika yakınındaki bir bakkal dükkânından temin ettiği gıda maddelerini lokavt alanına götürürken hayatından oldu. Bu ve benzeri olaylardan bir süre sonra da ülkede 12 Eylül 1980 İhtilali yaşandı.

Sabri Bey, olayları çok soğukkanlı bir şekilde karşılıyordu. Ama bizler, ailece, stres altındaydık.

Allah, o günleri hiç kimseye bir daha yaşatmasın.

Ahsen Özokur: “Babacığım, bize hiçbir şey anlatmazdı”

Ülker Fabrikası’nda 1974 yılında başlayan olaylar, 1979’a gelindiğinde dalga dalga büyüdü. Sabri Ülker, ailede huzurun bozulmaması için, yaşanan olayları evine taşımıyordu. Ancak, 23 Ağustos 1979 Perşembe akşamı, bir büyük operasyon hazırlığına girişti ve evine şu haberi gönderdi:

“Bu akşam fabrikada işimiz var, bizi eve beklemeyin.”

Güzide Ülker ve kızı Ahsen Özokur ise, ertesi gün idrak edilecek Ramazan Bayramı’nı karşılamak için son hazırlıklarını yapmış, eşlerinin eve gelişlerini gözlemeye başlamışlardı. Bayram arifesinde, fabrikada ne olabilirdi ki...

Ahsen Özokur, annesiyle karşı karşıya oturup, durum değerlendirmesi yapma ihtiyacı hissetti. Her şeyi hayra yormak istiyorlardı.

Ama içlerinde dinmeyen bir kuşku vardı. O kuşkuyu, gece boyunca gideremediler. Bakalım, sonrasında neler olmuş:

1979 yılında, oğlum Ali, ilkokulu henüz bitirmiş, İstanbul Erkek Lisesi’ne girmek için hazırlık yapıyordu

O dönemde işçiler, fabrikayı ele geçirmişler. Ama babacığım, bize hiçbir şey anlatmaz, asla şikâyet etmezdi.

Direnişçi işçiler, makinelerden çıkan ürünleri ambalajlamıyor, çuvallara dolduruyorlarmış. Tavana kadar yığılan, içi bisküvi dolu çuvalları da demir sopalarla dövüp, içindeki ürünleri eziyorlarmış. Düşünebiliyor musunuz, ezdikleri, bisküvi... Bizim, onların, hepimizin ekmeği olan bisküvi...

Bu olaylar sırasında, maalesef işçinin iyi huylusu da, kötü huylusu da aynı eylemin içindeymiş.

Bayram arifesinde, babamlardan, “Bu akşam, eve gelmeyeceğiz” şeklinde bir haber ulaştı. Annemle endişelenmeye başladık.

Ertesi gün, Ramazan Bayramı. Fabrikada, babamların yanı sıra bütün akrabaların gençleri, tanıdıkları toplanmışlar. O gece, fabrikadaki bazı makineleri alıp Ankara’ya göndereceklermiş.

Ankara’da, “Anadolu Gıda Sanayii” adı altında bir fabrikamız kurulmuştu. Üç gece içinde, Topkapı’daki fabrikaya vinçler gelmiş, makineler sökülmüş, TIR’larla Ankara’ya taşınmış. Kimse duyup, görmemiş. İşte bu, Allah’ın bir mucizesi.

Bu arada, taşınma sırasında makinelerden birisi yüksekten düşmüş. Sevindirici olan, kimseye bir zarar vermemiş.

Babamlar, sabaha karşı geldiler. Eşim Orhan, “Aman beni uyutma, bayram namazına gideceğim” dedi. Murat, dayanamamış yazık, uyumuş. Babamla Orhan, bayram namazına gittiler, geldiler. “Şimdi, biz uyuyalım” dediler.

Vaniköy’deydik. Babam ve Orhan uyudu. Allah’tan, erken saatlerde bayram ziyareti için pek gelen giden de olmadı.

Bayramın ilk iki gününü evde geçirdik. Üçüncü gün, babam “Haydi hazırlanın, siz gidiyorsunuz” dedi.

“Bursa’da, zorunlu ikamete tabi tutulduk”

Murat, şoförümüz oldu. Onun kullandığı arabada annemle birlikte, Ali ve Ömer de vardı. Ahmet, henüz dünyaya gelmemişti. Murat, bizi Bursa’ya ulaştırdı. Çelik Palas’ın yanında yeni açılmış bir otele yerleştik. Zorunlu ikamet dönemimiz başladı.

Bizim gittiğimiz sırada, DİSK yönetiminden bazı kişiler, hemen yanı başımızdaki Çelik Palas Oteli’ne gelmişler. Murat, onları fark etmiş. O yüzden, otelin çevresinde dolaşamıyorduk. Otele kapandık, kaldık. Yanımda, iki çocuğum var. Yaz günü. Çok sıkılıyorlar.

Bursa’da kalırken, ister istemez çok tedbirli hareket ediyorduk. Babam, bize, “Uludağ’a bile çıkmayın!” tembihatında bulunmuştu. Biz de, “Peki” dedik, çıkmadık. Söylediğim gibi, çocuklar çok sıkılıyordu. Sıkılan sadece onlar değil, Murat ve ben de aynı durumdaydık.

Otelimizin önünden Heykel Meydanı’na dolmuşlar giderdi. Dolmuşçular da, “Heykel, Heykel” diye bağırırlardı. Murat’la ikimizin gezme yeri, Bursa’daki Heykel’di.

Babamın sözünü dinliyorduk, ama kendisinden bir isteğimiz vardı. “Buradan uzaklaşalım, başka yere gidelim” dedik. Güre kaplıcalarının olduğu yere gitmemiz için izin çıktı. Bir süre de orada kaldık. Sonra, İstanbul’a döndük.

“Işçi olayları sırasında, ailece silah kullanmayı öğrendik”

Bizim İstanbul’u terk ettiğimiz günlerde, sevgili babamla, eşim Orhan Bey, Mecidiyeköy’de bir otelde kalmışlar. Hatırladığım kadarıyla adı “TEM Otel”di. Babamlar, akşam giriyor, sabah çıkıyorlar, ama değişik saatlerde de gelip gittikleri oluyormuş. Mesela, gece geç vakit gelir, tabii o saatte restoran kapalı olduğu için odalarına yiyecek isterlermiş. Aradan günler geç- miş. Resepsiyon görevlisi, babamlara “Beyefendi, biraz ödeme yapsanız iyi olur” demiş. Tabii rahmetli babam, bunu hem anlatır hem de tebessüm ederdi.

İstanbul’a gelmeden önce, sıkıntımızı babama ilettim. “Müssaade edin de, artık evimize gidelim” dedim. Babam, İstanbul’a dönmemizi şarta bağladı. “İstanbul’daki evinize ulaştıktan sonra, çocuklar salona dahi çıkmayacak, camdan bile bakılmayacak” dedi. Kabul ettim. “Olsun baba, hiç olmazsa evimde yaşarım. Komşularım da var” cevabını verdim. Babam, “Tamam” dedi, o anlaşmayla İstanbul’a geldik. Gelir gelmez babam, evin camlarına film kaplattı. Film kaplanınca, dışardan içerisi görünmüyordu. Bu sayede, camdan dışarıya bakabilir olduk.

1979 işçi direnişi sırasında yaşadığımız olaylar, anlatmakla bitmez. O dönemde, Haseki Hastanesi’nin sırasındaki bloklarda oturuyorduk. Bir gün evimize bir asker geldi. Orhan Bey’i kapıya çağırdılar. Eşim gitmeye hazırlanırken, “Hayır gidemezsin, ben de seninle birlikte geleceğim!” dedim. Malum, Sıkıyönetim dönemi. Birtakım karanlık insanlar, asker kılığına da girmiş olabilir. Ailece, terörün hedefinde, liste başı olduğumuzu biliyoruz.

Benim tavır koymam üzerine, Orhan Bey aşağıya inmedi, biraz sonra komando elbiseli, eli telsizli kişi yukarı geldi. Eşimle görüşmek istediğini söyledi. Orhan Bey, bu kişiyi salona aldı. Çocuklarımı, bir odaya kapattım. Onlar da gelen askeri merakla görmek istiyorlardı. “Hayır göremezsiniz. Babanızın asker arkadaşı. Şimdi onları rahatsız etmeyelim, baş başa sohbet etsinler” diyerek geçiştirdim.

yerek geçiştirdim. Eşimle görüşmeye gelen subay, “Teröristlerin hedefisiniz, liste başısınız. En ufak bir sıkıntıda ve şüphede bizi arayınız. Hemen geliriz” demiş. O dönemde Sıkıyönetim’in üç haneli bir telefon numarası vardı. İhtiyaç hissedildiği an, o numara aranıp, yardım istenebiliyordu.

1979 işçi direnişiyle başlayan olaylar tırmanınca, babam bize silah kullanmayı öğretti. Talim yaptırdı. Daha önce de biliyordum, ama talimden sonra çok iyi silah kullanacak hale geldim. Halen, taşıma ruhsatım da var.

“Babam Başbakan Ecevit’le konuşurken tehdit aldım”

Bu arada, yine evimizin bulunduğu bölgede yaşadığımız bir olayı anlatmak istiyorum. Evimizde, film çekili camın önünde bir arkadaşımın gelişini bekliyordum. O dönemde İstanbul adeta Tešas gibiydi. Birden silahlar patladı, koskoca caddede insan kalmadı. Herkes, bir yerlere saklandı. Elinde silahla etrafı tarayan bir saldırgan geldi ve geçti. Herkes şokta. O saldırganı kimse yakalayamadı. Haseki tarafından, yukarıdan koşup gelmişti.

Bütün bu olaylar olurken, aynı anda hem kapı zilimiz, hem de telefon çaldı. Telefondaki şahıs, “Orhan Bey evde mi?” dedi, arkasından da ekledi: “Şu anda arabasını imha ettik. Sırayla bütün sevdiklerini yok edeceğiz.” Bu meçhul kişi, benim, kendisine karşılık vermeme fırsat bırakmadan, telefonu kapattı.

Aslında tüm arabalarımız, amcamın Kısıklı’daki evinin bahçesindeydi. Araba umurumda değildi, ama işin aslını öğrenmek istiyordum. O sırada misafirimiz de gelmişti. Gözüm hep yoldaydı. Çocukların okuldan gelmesini bekliyordum. Ama sıkıntımı da misafire belli etmeme çabası içindeydim.

Bir ara misafirden müsaade istedim, telefonla babamı aradım. “Babanız yok, Belediye Sarayı’nda, Başbakan Bülent Ecevit’le görüşüyor. Kendisine şu anda ulaşamayız” dediler. O dönemde babam, daha çok Ahenk Han’daki şirket binasına uğruyordu. Zaten fabrika da kapanmıştı.

“Kazasız belasız geçen her gün için şükrederdik”

Bir müddet sonra, babam beni aradı. Kendisine, telefon tehdidini naklettim. Beni dinledikten sonra, “Orhan’ı aradın mı?” diye sordu, “Aradım, ama konuyu açmadım” dedim. Bunun üzerine babamdan “Aferin” aldım. Babacığım, beni sükûnetle dinledikten sonra, “Camlardan uzak durun, dikkatli olun yavrum. Arabaya da baktırırım şimdi. Ayrıca size takviye kuvvet göndereceğim” dedi.

Tabii arabayı merak ettiğimden değil de, işin ciddiyetini anlamak için konunun üzerine gittim. Bunlar, yavaş yavaş yanımıza geliyorlar. İşte bu sırada, çocuklar da okuldan gelecek, endişesiyle beklemeye başladım.

Ardından da eşimi aradım. Orhan bana, “Hanım, hiç aramazsın, hayrola, bir fevkaladelik mi var?” dedi. Ben de kendisine, “İçim sıkıldı da, onun için aradım” cevabını verdim. Telefonu kapatırken, “Bu akşam geç kalma” uyarısını yaptım. Kendisi de “Tamam, gelmeye çalışırım” dedi.

Bir müddet sonra, eşim Orhan eve geldi. Hem sivil hem de üniformalı polisler tarafından evimiz güvenlik çemberine alındı.

alındı. Sürekli kuşku içindeydik. İster istemez çevremizi kontrol ediyor, endişe ettiğimiz kişilerle ilgili durum değerlendirmesi yapıyorduk. Evimizin yanında bir laboratuvar vardı. Oraya değişik tipte insanlar geliyordu. Onlardan da şüphe etmeye başladık. Hatta Murat’a, “Bu laboratuvara gelen gidenler, sürekli bizi gözetliyor gibi” dedim. Sonradan öğrendik ki, o laboratuvarda, yasadışı kan ticareti yapılıyormuş. Durumu öğrendikten sonra rahatladık.

Hedefte olduğumuz dönemde, Orhan, Dolayoba’ya gidip geliyordu. Orada, Kuşçuluların bir fabrikası vardı. Babamlar, bu fabrikanın deposundan istifade ediyorlarmış. Ankara’da üretilen mallar bu depoya getiriliyor, daha sonra İstanbul piyasasına veriliyordu. Orhan da, o koordinasyonu sağlamak için devamlı Dolayoba’ya gider gelirdi.

Babam, bir gün bana şöyle bir uyarıda bulundu: “Orhan’a söyle, pek ortalarda görünmesin, Dolayoba’ya gitmesin.” Ben de, babamın uyarısını Orhan’a naklettim. Orhan bunun üzerine, “Hanım, ben kadın mıyım? Evde oturup, yemek mi yapacağım?” cevabını verdi. Baktım, çok dolu. “Peki” dedim, üzerine gitmedim. Onları Allah’a emanet ettik. Her akşam annemle; babamın, Murat’ın, Orhan ve çocukların eve gelip gelmediklerini karşılıklı takip ederdik. Onlar sağ salim eve gelince, “Çok şükür kazasız belasız bir günümüz daha geçti”derdik.

“Babam, çelik yelek giyer; Orhan, çelik levha taşırdı”

O günlerde, Orhan Bey’in sakalı vardı. 1978 yılında hacdan gelmiştik, o zaman sakal bırakmıştı. Bu arada babam, Orhan’a, “Oğlum, bu sakalı kes. Şimdi zamanı değil” demişti. Orhan da sakalını kesmişti.

Bu olaylar sırasında, insanlardan şüphe etmeye başladık. Evin zili çaldığı an, “Acaba kim geldi?” korkusu içinde, kapıyı açarken, kırk defa düşünüyorduk. Zaten Orhan’ı ve çocukları, korumalar götürüp getiriyordu. Orhan’ın bindiği arabayı, babamın şoförü Erol kullanıyordu.

Bir gün kapımız çalındı. Kapı gözünden baktım, zili çalan kişiyi göremedim. Sonra, “Kapıyı açın, bir şey söyleyeceğim” şeklinde bir ses duydum. O kişiye, “Siz söyleyin, ben dinliyorum” dedim. Kapıdaki kişi, “Kapıyı açın” diye ısrar etti. Orhan, kapıyı açmak istedi, ben mani oldum. Hemen Emniyet’in özel telefonunu aradım. Bir süre sonra polisler geldi. Kapıdaki adamı konuşturdular. Bizim şoför Erol’un yeğeniymiş. Erol’un ruhsatsız silahı varmış, yakalanmış. Şehremini Karakolu’na götürmüşler. Mesele anlaşıldı. Rahatladık.

İşte o sıkıntılı günlerde, çok kitap okuyordum. Okuduğum kitaplarda Hazreti Ali’nin başından geçen bir olayı öğrendim. Biliyorsunuz, Hazreti Ali, bir suikast neticesi öldürülmüştü. Bu olaydan önce, kendisine camiye gitmemesini söylüyorlar. Bu uyarıyı yapanlar, “Ya Ali, başına kötü bir şey gelecek. Bak, herkes tuzak hazırlıyor” diyor. Hazreti Ali de şu cevabı veriyor: “Göktekiler ve yerdekiler beraber olsanız, beni yine koruyamazsınız. Beni, sadece ecelim korur.”

Doğrusu, Hazreti Ali’nin bu sözünden büyük güç aldım. Evet, tamam, hakikaten biz ailece teröristlerin listesindeyiz, hatta liste başındayız. Bunu, hem gördük hem duyduk. Bu durumu hakediyoruz, etmiyoruz, o ayrı bir şey. Hazreti Ali’nin söylediği gibi, eğer eceliniz geldiyse, sizi hiç kimse koruyamaz. O söz, bize çok büyük bir mesaj vermişti.

Şükrü Balcı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne 1979 yılının sonunda
atandı ve Ülker Fabrikası’nda yaşanan olaylara el koydu.
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

 

Teröre hedef olduğumuz dönemde, babamların, çelik yelekler giydiğini biliyorum. İşte o günlerde, Orhan, elinde “bond” çantasıyla gidip gelmeye başlamıştı. Görünüşte, bir evrak çantasıydı. O çantayı bir ara kaldırmam gerekti. Baktım, çok ağır. İster istemez, “Orhan, bunun içinde ne var?” diye sordum. “Hanım, bir şey yok” cevabını verdi. Israr ettim. Çantanın içinde çelik levha olduğunu söyledi. Orhan, elinde o çantayla dolaşıyormuş.

Babam, çok tedbirli bir insandı. Orhan’ın, Murat’ın can güvenliği konusuna çok önem veriyordu. Yani, onların mesuliyeti de babamın üzerindeydi. Babam, çelik yelekle birlikte, çelik levha tedbirini de düşünmüş. “En ufak bir durumda, bu çantayı başınıza tutun” diye uyarmış. O zaman anladım ki, çanta, içindeki çelik levhadan dolayı yerinden kalkmıyormuş.

Ayrıca babamlar, bindikleri arabalara da çelik zırh yaptırmışlardı. O yıllarda, bugünkü gibi özel zırhlı otomobiller yoktu. İlkel usullerle yerli zırh geçirilirdi.

Aradan yıllar geçti. Yaşadığımız bu olaylara zaman zaman gülüp geçiyoruz şimdi. Ama her şeye rağmen o günler, zor günlerdi. Sıkıntıyı, özellikle çocuklara hiç hissettirmemeye çalıştık.

12 Eylül öncesi, yani 1979’un sonunda, Süleyman Bey ȏDemirelȐ, tekrar başbakan olunca, rahatladık. Aslında tek partili iktidarlar döneminde ortalık daha rahattı. Emniyet Müdürü Şükrü Balcı da sürekli bizimle ilgiliydi. Evden dışarı çıktığımız zaman, yanımızda daima bir polis memuru oluyordu.

Murat Ülker: “Muhbirle, cami avlusunda buluştuk”

Ülker Fabrikası’ndaki işçi olayları sırasında, ortalıkta muhbirler cirit atıyordu. Bu özel görevlilerin (!) kimisi işçi, kimisi de imamdı. Sabri Ülker, her şeyin farkındaydı. Oğlu Murat Ülker’le birlikte muhbirleri dinliyor, bu sayede sendikacıların yeni eylemleri hakkında da ipuçları yakalıyordu. Hatta bir defasında baba-oğul Sultanahmet Camii’nin avlusunda bir muhbirle buluşmuşlardı. O buluşma sırasında, Murat Ülker’i hayretler içinde bırakan konuşmalar oluyordu.

İşçi olayları sırasında yaşanan o ilginç sahneleri Murat Ülker anlatıyor:

Fabrikamızda üst üste yaşanan işçi olayları sırasında babam Sabri Bey’le bir işçinin restleşmesine tanık olmuştum. İşçi, kabadayılık sergiliyor, babam da ona gereken cevabı veriyordu.

Bir gün, direnişçi işçiler, fabrikanın kapılarını tutmuştu. Bir taraftan işçiler, bir taraftan da Sabri Bey kapıya asılıp duruyorlardı. İşçiler açmak istemiyor, Sabri Bey ise kapının açılması için ısrar ediyordu. Nihayet, Sabri Bey galip geldi. Bu arada işçilere “Niçin böyle yapıyorsunuz?” dedi. İçlerinden birisi, kendince savunmaya geçti, her zamanki sakin tavrını koruyan Sabri Bey, “Fabrikanın tapusunu mu aldın? Yanılıyorsun. Tapusu bende” dedi. Bu sahneden sonra da hiçbir şey olmamış gibi, günlük işlerine devam etti. Kapıdaki direnişçi kişiler ise alanı terk etmek zorunda kaldılar.

Fabrikamızda, olaylar çıktığı sırada, lise son sınıftaydım. O günler, çok kritik günlerdi. İki taraf arasında gidip gelen muhbirler de cirit atardı. Yani, bizden topladıkları haberleri sendikaya, sendikadan topladıkları haberleri bize taşırlardı.

Hiç unutmuyorum, babam, bir muhbirle buluşmaya karar vermişti. Beni de yanına aldı. O muhbirle, Sultanahmet Camii’nin avlusunda buluştuk. Muhbir anlattıkça, ben hayretler içinde kalmıştım. Laf söz bitmiyordu. Zaman zaman cemaat arasında bulunan babamın tanıdığı kişiler yanımıza gelip oturuyor, konuşmalara kulak veriyordu. Orası Allah’ın evi olduğu için, biz de gelen bu kişiye “Git” diyemiyorduk.

Topkapı’da, fabrikamıza yakın bir cami vardı. O caminin imamı bizde çalışırdı. İmam, sendikanın da bir numaralı adamıymış. Sabri Bey bir gün imama, “Yahu Hoca, senin fikrin ve zikrin ile sendika yöneticilerinin fikrinin birbiriyle uyuşmaması lazım. Doğrusu, onlarla nasıl imtizaç ȏuyum sağladığınıȐ ettiğini merak ediyorum” dedi.

Hoca, babamın bu merakını gidermek için şunları söylemişti:

“Sabri Bey, Genel Başkan Kemal Nebioğlu’na, işçileri azdırdığını söyledim. Durumu, hadislerle izah ettim. Kemal Bey de bana, ‘Biz iktidara geleceğiz, hepsini hallederiz’ dedi. Ben de Kemal Bey’e cevaben, ‘Adam azmış. Nasıl çalıştıracaksın? İktidara gelince sana fabrika lazım değil mi?’ dedim. Kemal Bey de, ‘Çekeriz sopayı, çalıştırırız’ demişti.”

Evet, Hoca Efendi’nin söyledikleri bunlar. Sendikal olaylar sırasında epey sıkıntı çektik. Ülker’de sendika var, ama yeni kurulan şirketlerde sendikaya yer vermedik. Ülker, çok büyüktü. Şehrin ortasındaydı. Sendikasız yönetim mümkün değildi. Onun için, Ülker’de sendikayı sürdürdük.

Ali Ülker: “Dedemlerin silah talimlerini izlemiştim”

Ali Ülker, 1979 olayları sırasında 12 yaşını tamamlamıştı. Aklı, her şeye eriyordu. Yaz tatilinde arkadaşları gönlünce koşup eğlenirken, kendisi İstanbul Erkek Lisesi’ne girebilmek için sınavlara hazırlanıyordu.

Bir anda ne olduysa, aile apar topar Balıkesir’e gitti. Ali, yaşanan olaylardan bir anlam çıkaramıyordu. Çünkü aile büyükleri kendisine hiçbir şey yansıtmamıştı. Buna rağmen, dikkatini çeken sahneler, zihnini çok meşgul ediyordu. Bunlardan biri de, dedesi Sabri Bey’in silah talimi yapmasıydı.

Bakalım, henüz çocuk yaştayken yaşadığı olağanüstü olaylar Ali Ülker’i nasıl etkilemiş:

Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali
Ülker, 1979 olayları yaşanırken, henüz ilkokuldan mezun
olmuştu. Ülker, aile büyükleriyle birlikte ansızın
İstanbul’dan uzaklaşmalarını "sürgün" olarak tanımlıyor.

1970’li yılların sonunda, Ülker Grubu büyük bir grev tehdidiyle karşı karşıyaydı. Ama aile büyüklerimiz bu konuyu bana mümkün olduğu kadar az yansıtmışlardı. Yaşanan olayları gördükçe, çok özel durumlar olduğunun farkındaydım.

İyi hatırlıyorum, şoförlerin yanında, korumalar vardı. Arabaların camları, kırılmaz camdan üretilmişti. Bir de ortalıkta silahlar görüyordum. Ayrıca, fabrika sahasında koruma polisleri de geziyor, ailenin erkekleri de, üzerlerinde silah taşıyordu.

Henüz 12 yaşındaydım. Bindiğimiz arabanın camları asla açılmazdı. Sokaklarda, ortam gergindi. İlkokuldan çıkıp evimize giderken, Millet Caddesi’nde eylemcilerle karşılaşırdık. Arka sokaklardan kaçar, kendimizi eve zor atardık. O dönemde sı- kıyönetim olduğu için zırhlı askeri araçlardaki makineli tüfekli askerler, yolda insanların üzerine silahlarını doğrulturlardı. Zor yıllardı...

Yine o dönemden hatırladığım bir başka sahneyi nakletmek istiyorum. Sabri Bey ve Asım Bey, Altunizade’de Asım Beylerin konağının arka bahçesine ailenin erkeklerini toplamış, tabancayla atış eğitimi yaptırıyorlardı. Doğrusu, niçin gittiğimi bilmiyorum ama, o sahneyi heyecanla seyretmiştim.

O kasvetli dönemde, fabrikaya gidemiyorduk. Zaman zaman eve telefonlar geliyor, annem muhatap oluyordu. Bu konuşmalar sırasında annemin suratı değişiyor, ama bize hissettirmemeye çalışıyordu. Sonradan, annemden dinledim; telefondaki meçhul kişiler, aynen şunları söylüyormuş: “Kocanı bu akşam bekleme, biz hallettik” veya “Kapıya bomba yerleştirdik”...

Evet, o yıllar, fırtınalı yıllardı. Sabri Bey, o dönemde, bu terörü yaratanların istese aileye ciddi zarar verebileceğini, fakat DİSK yönetiminin buna mani olduğunu söylemişti. Çünkü Ülker’de çalışan çok fazla sayıda üyeleri varmış. Bu kadar işçiye başka yerde iş imkânı yaratmanın zor olacağını bildikleri için, Ülker’in üzerine fazla gitmemişler.

“Bursa ve Balıkesir’de ailece sürgün yaşadık”

Dedem Sabri Bey, fabrikada lokavt ilan etmiş, o tarihte dayım Murat Bey, 20’li yaşlardaydı. 1979 yazında zorunlu sürgü- ne gittiğimizi hatırlıyorum. Sürgün ekibinde kardeşim Ömer’le birlikte Murat Bey, anneannem ve annem vardı. Orhan Bey ile Sabri Bey, İstanbul’da kalmışlardı.

Bizler önce Bursa’ya gittik, Gönlüferah Oteli’ne yerleştik. Otelden dışarı çıkamıyorduk. Gönlüferah’tan Heykel’e kadar arabayla bir tur atıp dönüyorduk. Allah’tan, otelin karşısında kırtasiyeci vardı, oradan bol bol kitap alıp okuyordum.

Bursa’dan sonra Balıkesir istikametine gittik. Kaz Dağı’nın eteklerinde Güre Kaplıcaları’nın bulunduğu bölgede bir pansiyona yerleştik. Bursa’daki otelde geçirdiğimiz iki haftalık hapis hayatından sonra, orada birkaç hafta açık havalarda kalmak, bizi çok rahatlattı. Zamanla olaylar yatıştı, biz de İstanbul’a döndük.

İstanbul’a döndük, ama hâlâ travma yaşıyorduk. Babamın eve geldiği günkü halini hiç unutamıyorum. Köprüaltında yatan evsizler gibiydi. Meczup bir görüntüsü vardı. Babam kapıdan içeri girince, ben kendisini tanıyamamıştım.

Ailemizin karşı karşıya bulunduğu bu sıkıntılı dönemde, dedem Sabri Bey, benim devlet okulunda okumamı istememişti. Çünkü ailemizin güvenlik sorunu vardı. Bir bakıma, terör yaratan işçilerin hedefi halindeydik. O yüzden dedemin almış oldu- ğu karar üzerine İstanbul Erkek Lisesi’nden vazgeçip, Nişantaşı’ndaki Fevziye Mektepleri’nde öğrenimimi sürdürmek zorunda kaldım.

Fabrikadaki işçi eylemlerinin çok yoğun olduğu bir dönemde, kimse cesaret edip, fabrikaya giremiyormuş. Ancak, Sabri Bey gelince, herkes kenara çekiliyor, dedeme yol veriyormuş. Bu sahneden sonra şunu söylemek istiyorum; dedemin çok etkili bir otoritesi vardı. Karşısındaki insanların adeta dili tutulur, konuşurken terlerdi. Bu durum, torunu olmama rağmen, zaman zaman benim de başına gelmişti.

İnsanlar, Sabri Bey’i gördükleri zaman, çok etkilenirlerdi. Haşmetli bir duruşu vardı. Aslında iç dünyası hiç de öyle değildi. Hiç bağırıp çağırmazdı. Bence otoriter de değildi. Sabri Bey’i erişilmesi güç bir kişi olarak gösteren unsur ise, istikrarlı yapısıydı.

Selçuk Berksan: “İşçi memnun, işverenler şikâyetçiydi”

Selçuk (Ülker) Berksan, 1979 olaylarını hem gıda işverenleri, hem de sendikalar açısından değerlendirirken “İyi ücret veriyorduk. İşçiler bizden memnundu. Ancak, gıda işverenleri ‘Niçin çok ücret veriyorsunuz?’ diye şikâyetçiydi” diyor.

Şimdi, 1979 olaylarını bir de Selçuk Berksan’dan dinleyelim:

1979 işçi olayları sırasında iyi kazanıyor, iyi ücret veriyorduk. İşçiler de bizden memnundu. Ancak, işçi sendikalarının bitmez tükenmez talepleri vardı. Bunun yanı sıra, Türkiye Gıda İşverenleri Sendikası’nın da üyesiydik. İşverenler ise, bizden “Niçin çok ücret ödüyorsunuz?” diye şikâyetçiydi.

İşte, böyle bir psikolojik ortamda, 1979 olayları tezgâhlandı. İşçi eylemleri sırasında, sabahları üretim başlıyor, ancak makinelerden çıkan mal toplanmıyordu. Ürünler, yerlere dökülüyordu. Bu durum karşısında, “Üretim yapmasalar daha iyi olur” diye düşünüyorduk. Ancak onlar, üretimi durdurmaları halinde, suç işlemiş olacaklarını biliyorlardı.

işçilerin yaptığı bu eylem, “üretimde ağırlaştırma” olarak tanımlanıyordu. Aslında üretimde ağırlaştırma yok, toplamada ağırlaştırma vardı. Bu olaylar yaşanırken, noter getirerek tespit yaptırmak istiyoruz. İşte o zaman işçiler, hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya başlıyordu.

Hiç unutmuyorum, bir bayram tatiliydi. Önceden konuşmuş ve demiştik ki, “Biz işyerini kapatalım...” Bu arada amcam, Ankara formülünü açıkladı. “Selçuk, Ankara’da ne yapabilirsin?” diye sordu. Ben de kendisine, “Buradan Ankara’ya makineleri götürürsek, hayli iş yaparız” dedim. Ankara’daki fırın kapasitesi, İstanbul’dan daha yüksekti. Ama üretim, ambalaj ve çikolata makinemiz yoktu. Ankara tesislerimizde “Çokomel” adını verdiğimiz ürünlerin üretimine başlamıştık.

Şimdi gelelim, Ramazan Bayramı’nın ilk gününe...

Bayram tatili başlamış, işçiler paydos etmişti. İşçiler gitmeden önce, tüm teknik elemanlar ile kapsam dışı elemanların fabrikada kalmasını sağlamıştım.

Arzu ettiğimiz ortam oluştuktan sonra, fabrika sahasına kademeli olarak 70 TIR getirdik. Teknik elemanlarla birlikte ambalaj ve çikolata makinelerini hemen söküp TIR’lara yükledik

Bu sırada bir makinemiz TIR’lara yüklenirken düştü ve parçalandı. Zamana karşı yarıştığımız için, o kazayla ilgilenmedik. Bayram süresince taşınma işlemini tamamladık.

Tabii bu arada şunu da belirtmek istiyorum; bayram tatili süresince nakliye aracı temin etmek zor olacağı için, biz bu araçları daha önceden temin ettik. TIR’lar, fabrika sahasına girdikçe, elimizdeki tek yükleme vinciyle makineleri yerleştiriyor, Ankara’ya doğru yola çıkarıyorduk.

Faruk Berksan: “70 TIR’ı uzun sürede boşaltabildik”

İstanbul’da 1979 olayları yaşanırken, Faruk (Ülker) Berksan, Ankara’daki Anadolu Gıda Sanayii Fabrikası’ndaki genel müdürlük görevini sürdürüyordu.

İstanbul’dan gelen 70 TIR dolusu makineyi Faruk Berksan teslim alıyor, onlarla Ankara’da üretime geçmeye çalışıyordu. Makineler, hammadde ve ambalaj malzemeleri, bu 70 TIR’a, sınırlı sayıda elemanla beş günde yüklenmişti. Ancak, yüzlerce işçi, boşaltma işlemini kademeli olarak üç ayda yapabildi. Aslında, Sabri Ülker’in kumanda ettiği İstanbul ekibi, kelimenin tam anlamıyla bir mucizeye imza atmıştı.

Şimdi de, Ülker’in Ankara cephesinde yaşananları Faruk Berksan’dan dinleyelim:

27 Ağustos 1979 Pazartesi günü sabaha karşı makinelerin Ankara’ya sevk işi tamamlanmıştı. O sırada Ankara’daydım. Hazır vaziyette bekliyorduk. Makineler Ankara’ya intikal ettikten sonra, İstanbul ekibi de geldi. Çünkü makinelerin montaj işini sadece onlar biliyordu. Hiç unutmuyorum, İstanbul’da beş günde yüklenen TIR’ların üzerindeki makineleri, Ankara’da kademeli olarak üç ayda boşaltabildik. Onlar, bu makineleri 30-40 kişiyle yüklemişler. Biz ise, bu iş için yüzlerce işçi çalıştırdık.

Ankara’da, sendikadan yana bir sıkıntımız yoktu. Çünkü MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) duruma hâkimdi.

Biraz önce ifade ettiğim gibi, İstanbul’daki makineler sökülüp Ankara’ya getirildi, ama onların yeni yerlerine yerleştirilmesi büyük mesele oldu. Fabrikanın büyük bahçesi TIR parkına dönmüştü. Hangi kamyonda, hangi makinenin olduğunu bilmiyorduk. Makineler alelacele geldiği için, büyük bir kargaşa yaşanıyordu.

Bin işçi çalıştırdığımız fabrikada, sadece bir telefon hattı olduğu için İstanbul’la iletişimimiz de mümkün değildi. Esenboğa bölgesinde yeterli telefon hattının bulunmaması nedeniyle, çözüm arayışlarına giriştik. Şehir merkezinde bir büro tuttuk. Oraya, üç telefon çektirdik. Telefonla işimiz olduğu zaman fabrikadan, şehir merkezindeki büromuza gidip görüşmelerimizi yaptıktan sonra tekrar işimize dönerdik.

Ankara’da işlerimizin yoğunlaşması üzerine, ağabeyim Selçuk Berksan da evini Ankara’ya taşıdı. Ben zaten Ankara’daydım. Ankara’daki yaşantımız, bizim için büyük bir tecrübe oldu. Bilmediğimiz pek çok üretim hakkında bilgi ve deneyim kazandık. Bu arada, yeni yeni elemanlar yetiştirdik. Ankara’daki fabrikada, o dönemde Ankara ekibinin yanı sıra İstanbul ekibi de çalışıyordu. İstanbul’dan gelenleri el üstünde tutuyor, onları zaman zaman yemeğe götürüyorduk.

Tabii, bu kadar personel, ailelerini ve çocuklarını İstanbul’da bırakıp, hiç hesapta olmayan bir şekilde zorunlu olarak Ankara’ya gelmişlerdi. Onların Ankara’daki iş hayatları, neredeyse bir sene kadar sürecekti. Bu, zor bir görevdi.

İşçilerimizin bağlı bulunduğu MİSK’in genel başkanlığını Mete Beşen yapıyordu. Bu sendika döneminde işçi-işveren ilişkilerinde herhangi bir sorun yaşanmadı.

Avni İman: “Allah, 1979 olaylarını bir daha yaşatmasın”

Sabri Ülker’in kayınbiraderi Avni İman da, kendisini bir anda 1979 olaylarının içinde bulmuş. O dönemde, ablası Güzide Hanım, eniştesi Sabri Bey ve yeğenlerinin can güvenliğinin sağlanması için oluşturulan organizasyona nezaret etmiş.

 

Sabri Ülker’in kayınbiraderi Avni İman, kendisini 1979 olaylarının içinde bulmuş.
 

Avni İman, o günleri anlatırken, “O günler, zor günlerdi. Ölüm tehlikesi vardı. Allah, bir daha öyle durumlara düşürmesin” diyor ve unutamadığı o olayları şöyle naklediyor:

Eniştem Sabri Bey’in boş vakti olmazdı. Gündüzünü ve gecesini adeta işine hasretmişti. Bununla ilgili bir olayı nakletmek istiyorum.

Ablamlara oturmaya gittiğimiz bir gün, akşam 11 civarında kalkma vaktimiz gelmişti. Hazırlanıyorduk. O sırada fabrikadan telefon geldi, eniştem hazırlandı. Bizimle birlikte evden çıkmak üzereydi. Ben de kendisine, “Enişte, seninle geleyim” dedim. Gittiğime gideceğime pişman oldum. İnanır mısınız, sabahı orada yaptık

Fabrikada, 1979 olaylarını bizatihi yaşadım. Bu olaylar sırasında, bize düşen görev, ailenin korunmasını sağlayacak tedbirleri almaktı. O ortamda korunmak büyük bir meseleydi. Herkes, başının çaresine bakmak durumundaydı. Eniştemlerin özel korumasını sağlamak için, vallahi hayatımda hiç karşılaşmak istemediğim insanlarla karşılaştım ve hiç görmediğim, gitmediğim yerlere gittim. Allah, bir daha öyle durumlara düşürmesin. Bu işe giriştiğim andan itibaren, mesuliyeti de aldığımı hissettim. Çoğu günüm, o meselelerin koordinasyon ve kontrolüyle geçti. O günler, zor günlerdi...

Fabrika, çok uzun süre kapalı kalacağa benziyordu. Bu nedenle Sabri Bey’e aynen şunları söyledim:

“Ağabey, şu paranla, şu aklınla bu işi terk et, bırak... İthalatçılık yap, ticaret yap. Öyle olursa, bu kadar yorulduğun kadar yorulmazsın, üzülmezsin, insanlarla mücadele edip, boğuşmazsın.”

Sabri Ağabey, beni bir müddet dinledi. Hiç cevap vermedi. Daha sonra şu karşılıkta bulundu:

“Avni, işyerimizde şu kadar insanın karnı doyuyor. Senin söylediğin işleri yaptığım zaman, bu kadar insanın karnı doyar mı?”

Eniştemin bu düşüncesi, büyük bir insanlık görüşüdür. O günkü sıkıntılar, normal bir insanın çekeceği sıkıntı değildi. Ölüm tehlikesi vardı.

Necdet Buzbaş: “Koskoca fabrikayı üç gecede taşıdık”

Ülker İstişare Kurulu Üyesi Necdet Buzbaş, 1975 yılından beri Ülker’de görev yapıyor. Buzbaş, Ülker’in 38 yıllık kurumsal yaşamının tanığı... Bu dönem içinde, Sabri Ülker’le de kesintisiz 25 yıl yakın planda çalışmış. Necdet Buzbaş’ın yaşamı, adeta Ülker’le bütünleşmiş. Buzbaş, Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, aynı zamanda Ülker’in de yarım asra yaklaşan kurumsal tarihini günümüze taşıyor. İşte, Necdet Buzbaş’ın anılarında önemli bir yer işgal eden 1979 olayları:

1977 yılında yeni makinelerle üretime geçmiştik. 1979 yılına geldiğimiz zaman, sendikal problemler baş gösterdi. Ülker’de faaliyet gösteren sendika, DİSK’e bağlıydı. Türkiye’nin genel politik ortamı da problemliydi. Olaylar tırmanınca, 23 Ağustos 1979 günü fabrikayı kapattık. O gün, Ramazan Bayramı’nın arifesiydi.

Ülker’in fabrikayı kapatmasına neden olan olaylar, özellikle o yılın Temmuz ve Ağustos aylarında yoğunlaşmıştı. Aslında, bu olaylar, Ülker Gıda Sanayii yönetimi ile işçiler arasındaki bir problemden oluşmuyor, tamamen DİSK’in bünyesinde bulunan iki farklı grubun çatışmasından kaynaklanıyordu.

Arife günü, öğleye kadar çalıştık. Tatille birlikte Sabri Bey bizi toplayarak şunları söyledi:

“Eve gitmek yok. Biz, bu hareketlerden dolayı bayramdan sonra fabrikayı açmayı düşünmüyoruz!..”

O tarihte, fabrikanın imalat müdürüydüm. Bana bağlı olan takımda mühendis ve bakımcı olarak çalışan on kişi vardı. Takım elemanlarımı da çağırdık, kendilerine, “Fabrikadan ayrılmayın” dedik.

Ülker Istişare Kurulu üyesi Necdet Buzbaş, 1979 olayları sırasında fabrikanın imalat
müdürüydü. 70 TIR’la Ankara’ya nakledilen makinelerin hem sökümünde hem de
montajında aktif görev aldı. Buzbaş, o günleri naklederken,
"Sabri Bey, savaş yöneten bir komutan gibiydi" diyor.

Bu arada Ankara fabrikasından da on kişilik teknik bir ekip geldi. Sabri Bey’in talimatıyla, gece çalışılmaya başlandı ve makineler söküldü. İlk aşamada, bu makineler yaklaşık 33 TIR ve kamyona yüklenerek, Ankara’ya sevk edildi. İlk gece, sabah ezanına kadar çalışılmıştı. Bayramın ikinci ve üçüncü günü de, İstanbul’dan Ankara’ya makine sevkıyatı devam edecekti.

Bayram ertesi, İstanbul’da kurduğumuz takımı, Ankara’ya götürdük ve orada montaja başladık. Ankara tesisleri olağanüstü bir çalışma sonrasında devreye girdi, üretime geçildi.

Sabri Bey, sık sık Ankara’ya geliyor, işleri denetliyordu. Bu arada dikkatini çekmiş olacak ki, “Ambalaj için koli yok. Ne yapacağız?” dedi. Ankara tesislerinde, üzerinde “Ülker” yazan kraft kâğıtları vardı. O kâğıtları kullanarak, “Pötibör” gibi köşeli ürünlerin ambalaj işini hallettik. Paketleme işinde bayan işçiler çalışıyor, bisküvileri kraft kâğıdına sardıktan sonra, seloteyple bantlıyorlardı.

Ambalaj işini halletmiştik, ama çikolata tesislerinde kullanılan tel bant sıkıntısı yaşıyorduk. Bu bantlar, yurtdışından ithal ediliyordu. İthalat şartları da iyice zorlaşmıştı. Kısa sürede buna da bir çözüm üretecek, piyasadan aldığımız çelik tellerden, geceleri lojmanlarımızda tel bandı dokuyacaktık. Yokluk, bir yerde, icadı da beraberinde getiriyordu.

“Sabri Bey, savaş yöneten bir komutan gibiydi”

Şimdi, bu mücadelenin stratejisini anlatmak istiyorum. Zaman geçtikçe, şunu gördük ki; Sabri Bey, fabrikayı kapatma kararını açıklamadan önce, dört dörtlük bir planlama yapmış. Bu; strateji, hedef ve eylem... Adeta, askeri bir plan gibi... Burada, lojistik plan, çok büyük önem arz ediyor.

Bilindiği gibi, fabrikanın kapatıldığının açıklandığı gün, Türkiye bayram tatiline girmişti. Makineleri nakledecek TIR ve kamyon temini başlı başına bir işti. Ama bütün bunlara rağmen, her şeyin Sabri Bey’in kafasında planlandığı, zamanla ortaya çıkacaktı. Öyle tahmin ediyorum ki Sabri Bey, bu planını ailesiyle dahi paylaşmamıştı. Çünkü Asım Bey’in oğulları Selçuk ve Faruk Beylere, fabrikanın kapatılma kararı açıklandıktan sonra, “Bundan sonra ne olacak?” dediğimizde, “Vallahi bilmiyoruz, amcama sorun” cevabı almıştık.

Bu olaylar yaşanırken, Sabri Bey, adeta savaş idare eden bir komutan gibiydi. Sürekli direktif veriyordu. Direktif vermekle yetinmiyor, yapılan işleri denetliyordu. Fabrika sahasında güvendiğimiz çok az sayıda insan vardı. Onlarla fabrikanın bir kısmı söküldü, TIR’lara ve kamyonlara yüklendi, yola çıkarıldı.

Yönetimde klasik bir örnek vardır. Önünüze bir cisim koyarlar; biri kulağını tutar, biri kuyruğunu... Ama hiç kimse “fil” diyemez. Anladığım kadarıyla, Sabri Bey de o yöntemi uygulamış. Girişeceği operasyonu yakın çevresine parça parça söylemiş. Mesela, lojistikle görevlendirdiği kişiye, “Bana şu kadar kamyon lazım, şu saatte gelsin, mal göndereceğim” tembihatında bulunmuş. Bu, dört dörtlük bir savaş planından başka bir şey değildir.

Biz ekip halinde Ankara’da çalışmaya başlayınca, Sabri Bey sık sık başkente gelmeye başladı. Akşamları, fabrika sahasındaki lojmanımızda bizlerle beraber oldu. İstanbul’dan gelen ekip mensupları, ailelerinden kopuk yaşadığı için, Sabri Bey bize moral motivasyonunda bulunuyordu.

Aslında Sabri Bey, çalışma hayatında çok sert ve disiplinliydi. Ama insani ilişkilerde, çok yumuşak, şefkatli bir yüreği vardı. Geceleri, bizlerle saatlerce oturur, hatıralarıyla birlikte, iş dışındaki hayatını anlatırdı.

Tekin Küçükali: “Türkeş ‘Sabri Bey’e destek verelim’ dedi”

Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) ve Kızılay’ın eski Genel Başkanlarından Tekin Küçükali de, 1979’da Ülker Fabrikası’nda meydana gelen olayların canlı tanığı... Küçükali, o dönemde MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in talimatıyla, Ülker Ailesi’ne yardımcı olmak için devreye girmiş. İşe, ailenin ve fabrikanın güvenliğini sağlamakla başlamış. Küçükali, bu arada Sabri Ülker’i yakından tanıma fırsatı elde etmiş.

“Sabri Bey, bir orkestra şefi gibi, herkesi hizaya soktu” diyen Tekin Küçükali, 1979 olaylarının ayrıntılarını şöyle anlatıyor:

1970’li yıllar, ülkenin zor yıllarıydı. O dönemde, ülkemizde de kimin, neyi, ne zaman, nasıl yapacağı belli değildi. Her tarafta, bir kargaşa vardı. Kimse, yarınından emin değildi. Hele hele sanayici, son derece tedirgindi. Biz de, o yıllarda işçi örgütleriyle meşgul oluyorduk.

Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu MİSK’te görev almıştım. Bu konfederasyonun bir dönem genel başkanlığını da yaptım.

Sabri Ülker Bey’le 1976-1977 yıllarında tanıştım. O dönemde, biz, MİSK mensupları olarak, Ülker firmasının yaşamakta olduğu problemleri takip ediyorduk. Sıfırdan başlayarak, bir büyük marka haline gelen bu kuruluşun, ayak oyunlarıyla yok edilmesini istemiyorduk.

Bu arada, Alparslan Türkeş Bey, bizi makamına çağırarak şöyle bir görev verdi: “Sabri Ülker Bey, dostumuzdur. Zora düş- müş. Gidin, benim selamlarımı söyleyin. Bir talimatları var mı, bakın. Şartlar ne olursa olsun, mutlaka Sabri Bey’in problemi çözülsün.”

Sayın Türkeş’ten aldığımız talimat üzerine, Sabri Ülker Bey’i ziyaret ettik. İlk karşılaşmamızda, Sabri Bey’i, bir sanayiciden çok, derviş gönüllü, tavırlarıyla İstanbul beyefendisi bir kişi olarak gördüm. Karşısındaki insana güven veren bir yüz ve sevgi dolu bir göz ifadesiyle muhatabını süzüyordu. Düzgün giyimliydi. Dalgalı, gür saçları vardı.

Ülker͚'de baş gösteren işçi olayları, MHW lideri Alparslan Türkeş’i de hareket geçirmişti.
Türkeş, yakın dostu Sabri Ülker’e yardımda bulunmaları için teşkilatını uyarmıştı.

Kızılay eski Genel Başkanı Tekin Küçükali, 1979 olayları
sırasında Alparslan Türkeş’in talimatıyla Sabri Ülker’e
yardımcı olduklarını açıkladı.
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

Sabri Bey, muhatabıyla konuşurken, karşısındaki kişiyi mutlaka ikna etme ihtiyacı hissediyordu. Göz göze geldiğiniz zaman, sizin ikna olup olmadığınızı, adeta bir makine gibi tespit ediyor, eğer ikna olmadığınız kanaatine varırsa, konuştuğunuz meseleleri bir daha, bir daha anlatıyordu. Anladım ki, Sabri Bey, hakikaten hem zeki hem de akıllıydı. Bunlar, Cenab-ı Allah’ın her kula nasip etmediği özelliklerdi. İşte bu ölçüler içinde Sabri Bey’le tanıştık.

“Sabri Bey, bir orkestra şeˆfi gibi herkesi hizaya soktu”

İlk günkü sohbetimizde Sabri Bey, ülke meselelerinden yana çok endişeliydi. “Biz bu ülkede sıfırla başladık. Malımız gitmiş, çok önemli değil, ama ülkenin kurtulabilmesi imkânı gittikçe zorlaşıyor” demişti. Bu görüşmemiz sırasında Sabri Bey’e, olay çıkaran işçilerin arkasındaki sendikayı kastederek, “Karşınızdaki gücün farkında mısınız?” dediğimde, “Evet, farkındayım” cevabını almıştım.

Sabri Bey’le tanışıp görüştükten sonra, evimi de İstanbul’a naklettim. Daha sonra, MİSK olarak, Ülker Grubu’na yapabileceğimiz hizmetleri belirledik. Hiç zaman kaybetmeden, işçiler üzerine birebir çalışmaya başladık.

Fabrika, adeta işgal altındaydı, ama Sabri Bey, azimli, kararlı ve cesurdu. Aile içinden bazı fertlerin moral yıkıntısı içinde olduğunu işitiyorduk. Hatta, “Fabrika elimizden gitti, bizi buradan içeri sokmayacaklar” psikolojisi içinde oldukları haberini aldık. Oysa, Sabri Bey, büyük bir cesaret örneği gösteriyor, anarşi ve terörün kol gezdiği bir ortamda, direnişçi işçilerin arasına dalarak yoluna devam ediyordu.

Fabrika sahasında silahlı insanlar dolaşıyordu. Zaman zaman itişme kakışmalar oluyor, buna rağmen Sabri Bey direnişçi işçilerin arasından büyük bir kararlılıkla geçiyor ve bir orkestra şefi gibi herkesi hizaya sokuyordu. Kısacası Sabri Bey, çoğu zaman işçilerle bir ustabaşı gibi birebir görüşüyor, bir psikolog gibi de onları, içine düştükleri ruh halinden kurtarmaya gayret ediyordu. Çünkü Sabri Bey, işinin sevdalısıydı.

Biz, Ülker’de devreye girdikten sonra yapılması gerekli işleri tespit ettik. Önce fabrikaya giriş-çıkışların kontrol altına alınması gerekiyordu. Çünkü fabrika kapısında ve çevrede hem silahlı çatışmalar, hem de fiili güç denemeleri vardı. Bu olaylar, çevre sokaklara da taşıyordu. Öncelikle, Ülker Ailesi’nin fertleri için can güvenliği önlemi aldık. Onları, başka mekânlara naklettirmek mecburiyetinde kaldık.

Bu gibi olaylarda ailenin tavrı çok önemliydi. Yani, ailenin zafiyet göstermemesi gerekiyordu. İşçi, zafiyeti fark ederse, “İşte aile vazgeçti, bıraktı” denilir, mücadele kaybedilirdi. Ancak, “Hayır, işte bakın, fabrikanın sahibi işinin başında. Buraları birilerine terk etmek gibi bir anlayışın içinde değiller” denilince direniş kırılırdı.

Birinci meseleyi hallettikten sonra, bütün ağırlığımızı fabrikaya verdik. Doğru ile yanlışı ayırt etmekte zorluk çeken işçilere psikolojik tedavi uyguladık. Ardından da, personel taşıyan servis araçlarının içerisine arkadaşlarımızı koyarak, karşı tarafın gücünü kırmak için gayret sarf ettik. Zor kullanmak kolaydı. Oysa biz, akla dayalı organizasyon yapmak istiyorduk. Sabri Bey de, aklıyla, bizim fabrikadaki gücümüzü çok iyi organize ediyordu.

Metin Emiroğlu: “Sabri Bey için Özal’dan talimat aldım”

Ülker Grubu’nun terör ve anarşiye maruz kaldığı dönemde, grubun hukuk müşavirliği görevini üstlenen eski Milli Eğitim Bakanlarından Metin Emiroğlu, Sabri Ülker’le ilgili anılarını anlatırken, “1979 yılında Turgut Özal Bey’in ‘Sabri Bey’e yardımcı olun’ talimatları üzerine bu değerli şahsiyeti tanıma fırsatı elde ettim. O dönemde yaşanan işçi olayları sırasında Ülker Grubu’nun hukuk müşaviri olarak görev yaptım” diyor.

Metin Emiroğlu, 1979 işçi olaylarının hukuki ve siyasi boyutlarını anlatırken, önemli bilgiler de veriyor:

Sabri Ülker Bey’le 1979 yılında merhum Turgut Özal Bey vasıtasıyla tanıştım. O dönemde hukuk büromuz vardı. Özellikle iş hukuku alanında çalışıyorduk.

Sabri Beylere ait Ülker Fabrikası’nda kanunsuz grev uygulanıyormuş, Turgut Bey beni telefonla arayarak, bu konuda aynen şunları söylemişti:

“Metin Bey, bildiğiniz gibi, Sabri Ülker Bey, Ülker Grubu’nun başkanı. Büyük bir sanayicimiz. Başına bir iş gelmiş. Fabrikasında kanunsuz grev olayı patlak vermiş. Çikolata hattı, kanunsuz greve karışan işçiler tarafından kesilmiş. Çikolatalar yerlere akmış, fabrika kapanma noktasına gelmiş. Bütün bu olaylar, bir toplusözleşme arifesinde oluşmuş. Hem kanuna karşı bir hukuksuzluk var, hem haksız grev var, hem de toplusözleşme görüşmelerinin başlangıcında haksız bir engelleme var. Bu mesele, iş hukuku alanında bir konu. Senin, avukat olarak görev almanı istiyorum.”

Eski Milli Eğitim Bakanlarından Avukat Metin Emiroğlu da, 1979 işçi olayları sırasında,
Turgut Özal’ın talimatıyla Ülker Grubu’na hukuki destek vermeye başladığını anlattı.
(Fotoğraf: Hürriyet Dokümantasyon Merkezi)

Hemşerimiz, büyüğümüz, Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası’nın ȏMESSȐ genel sekreterliğini yaptığım dönemde, Yönetim Kurulu Başkanımız olan Turgut Özal Bey’e, telefonda, “Başüstüne” dedikten sonra, Sabri Bey’i ziyaret ederek, görüştüm. Bir süre sonra da Ülker Grubu’nun hukuk müşaviri olarak işe başladım. Grupta, benimle birlikte iki avukat daha görev yapıyordu.

O günlerde, bu fiili durumlar nedeniyle, Sabri Bey fabrikayı kapatmak mecburiyetinde kalmıştı. Dönemin valisi de bizi makamına çağırarak, “Fabrikayı niçin kapattınız?” diye sormuş, biz de İstanbul Valisi’ne şu cevabı vermiştik: “Olayların önünü alamıyoruz. Aslında işçi sendikasıyla müzakere yapıyoruz, ama üretimde büyük engellemeler oluyor. Bu nedenle fabrikayı tatil ettik.”

İstanbul Valisi, bizden aldığı bilgiden sonra, “İşçi ve işveren tarafları olarak müzakerelerinizi Vilayet binasında yapınız” talimatı verdi. Biz de bunun üzerine Babıâli’deki Vilayet Konağı’na gidip gelmeye başladık.

Turgut Özal, 1979’da MSS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) Genel Başkanı iken
DİSK  Genel Başkanı Kemal Türkler’le birlikte bir sendika toplantısına katılmıştı.

Sabri Bey’le birlikte İstanbul Valiliği binasına gidiyor, bize tahsis edilen büyük bir salonda işçi temsilcileriyle görüşmelerimizi yapıyorduk. Bu görüşmelerden birisinde, salonda bulunan telefona Sabri Bey çağrılmıştı. Sabri Ülker Bey, toplantı masasından kalkarak, telefona gitmiş, konuşmasını tamamladıktan sonra adeta sapsarı bir yüzle tekrar masaya dönmüştü. Konuşamıyordu. Merak ettik, “Hayırdır inşallah?” diye sorduk. Sabri Bey, soğukkanlı olmaya çalışıyordu. Şunları söylemişti:

“Fabrikamızın servis araçlardan birisini Mecidiyeköy’de yakmışlar. Şu anda yangın devam ediyormuş. Maalesef şoförümüzü de katletmişler.”

“Işçiler, yönetimde söz sahibi olmak istiyordu”

Ülkede terör ve anarşinin kol gezdiği dönemde, sendikalar meselelere ideolojik olarak yaklaşıyordu. Yani fabrikanın yö- netiminde söz sahibi olmak istiyorlardı. O yıllarda bilindiği gibi “özyönetim” gibi birtakım yaklaşımlar vardı. Zaten bu hedefe ulaşılmak isteniyordu. İşçi-işveren temsilcileri arasında geçen görüşmelerde ücretler meselesi ise hiç ele alınmıyordu. Yani, işçi temsilcileri ücret meselesini önemsemiyorlardı. İdeolojik meseleleri çözemediğimiz için, ücret meselesini gündeme getiremiyorduk.

1979 yılında baş gösteren olaylar, 12 Eylül 1980 Darbesi’ne kadar devam etti. Bu sekiz aylık süre içinde Ülker Grubu’nun işçi ve işveren temsilcileri İstanbul Valiliği’ndeki görüşmelerini zaman zaman sürdürdü. Darbeden sonra anarşi ortamı önlendiği için, toplusözleşme yapıldı ve fabrika yeniden açıldı.

Bu olağanüstü dönemde, Sabri Bey’i yakından tanıma fırsatı buldum. Kendisi, gerçekten olağanüstü bir insan, olağanüstü bir kişilik... Vatanını, memleketini, toprağını ve insanını çok seven, adalet duygularına çok değer veren, insani değerleri ön planda tutan müstesna bir kişi.

Sabri Bey, manevi bakımdan çok güçlü bir insan. Hep içimden şunu geçirmişimdir. “Bu ülkede keşke Sabri Bey gibi beş on kişi daha olsa, ülkemiz çok daha farklı noktalara gider.”

Ahmet Davutoğlu: “Sabri Amca, bezginlik içine girmedi”

Ülker Grubu’nun 1979 yılında yaşadığı büyük işçi olaylarının bir başka canlı tanığı ise, o dönemde Murat Ülker’le birlikte Boğaziçi Üniversitesi’nde yükseköğrenim gören Ahmet Davutoğlu idi.

Prof. Dr. Davutoğlu, yaşanan olayları adeta günü gününe izlemiş. Bu olayları, aradan yıllar geçtikten sonra değerlendirirken, şu tespitte bulunuyor: “Sabri Amca, grevci işçilere hiçbir zaman ‘sabotör’ gibi bakmadı.”

1979 olaylarıyla ilgili kapsamlı değerlendirmeyi, şimdi de Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yapıyor:

1970’li, 80’li yıllarda işçi olaylarının yoğunlaştığı sırada, bir ara ailenin ciddi şekilde şu sorgulamayı yaptığını hissettim: 

“Bu kadar mücadeleye değer mi?”

Tabii bu sorgulama, iş hayatının ihmal edilmesi veya bırakılması gereken bir yer olması manasında değil de, konuştuğunuzda, insan şöyle bir hissiyata kapılıyor: 

“Şu anda bu işi bıraksak, biz ailemizin geçimini, elimizdeki birikimle belki bir asır sağlayabiliriz. Bir taraftan, bu birikimi huzur ve sükûn içinde yemek var tabiri caizse, bir taraftan da o zor, çetrefil şartlarda işçi grevleriyle uğraşmak, sürekli bir tehdit algılaması içinde yaşamak, sürekli hayatına dikkat ederek yaşamak var...”

Şimdiki şartlarda bakmayalım olaya.

1979 şartlarında bakıldığında, bir vatan sevgisi, biraz iş aşkı, o işçilerin ne olacağı konusunda biraz kaygısı olmayan insan için birinci tercih kolay bir şey.

Ülker Ailesi ile hısımlık ilişkisi bulunan Dışişleri
Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, 1979 yılında Ülker
Fabrikası’nda yaşanan işçi olayları sırasında üniversite
öğrencisiydi. Olayları, günü gününe izliyordu...

Diyebilirdi ki, “Ben fabrikayı kapattım...” Birikimini bir emlakte, bir rantta veya bir ticarette değerlendirerek, büyük kârlar edebilirdi. Sanayiden elde ettiği kârı, o zaman emlake yatırmış olsaydı, belki yine büyük kârlar sağlanabilirdi, ama o anlamda hep sorumluluk, duyarlılık, yani “Biz bıraktığımızda, bu işçiler ne olacak?..” düşüncesi Sabri Amca’da hep vardı. Nihayet o potansiyelin şahsen edilmiş müktesep bir hak değil de, emanet olarak verildiğini ve bunun hakkını vermek gerektiğini hep düşünürdü.

Fabrikadaki o çok zor grev şartlarında, biz de başka gençlik olaylarını yaşıyorduk, ama iş hayatında yaşanan zorlukları, alı- nan tedbirlerle görüyorduk. Okula gidiş gelişlerde daha dikkatli davranılması isteniyordu.

Bir taraftan bir tedirginlik vardı, ama öbür taraftan da “Bu işi her ne şartta olursa olsun sürdürmek gerekir” düşüncesi hâkimdi. O şartlarda biliyorsunuz tehditler geliyor, baskılar yapılıyor, grevler yaşanıyor. Olayların yoğunlaştığı zaman gidiş gelişler sırasında alınan tedbirler dolayısıyla bir huzursuzluk olduğunu hep hissederdik. Fabrikanın geçici olarak kapatılması şeklinde tezahür eden olaylar oldu, ama hiçbir zaman Sabri Amca’da bıkkınlık, bezginlik ve pes etmiş hal görmedik açıkçası. Yani Sabri Amca, hiçbir zaman bıkma noktasına gelmedi.

Fabrikadaki olayların o günlerde yoğun şekilde tartışıldığını Murat’la ȏÜlkerȐ olan görüşmelerimizden de biliyordum. Fakat öylesine yaygın bir psikolojik bezginlik hali ve özellikle Sabri Amca’ya sirayet etmiş bir hal yoktu. Asım Amca tarafından nasıl karşılandığını çok sağlıklı değerlendiremiyorum, ama Sabri Amca’nın “Şuraya kadar!” dediği yer olmadı. Çünkü Sabri Amca, iş üzerinde tam bir aşkla çalışmasını sürdürdü.

“Sabri Amca, grevci işçilere 'sabotör’ gibi bakmadı”

Sabri Amca, fabrikadaki grev sırasında “kolay” tercihe yönelseydi, daha sonra karşılaştığı bazı zor durumlara da psikolojik olarak hazırlanmayacaktı. Yani, her zorluk, size bir şey öğretiyor ve o size bir mücadele direnci kazandırıyor.

Dikkat ederseniz, daha sonra 28 Şubat sürecinde çok yoğun bir psikolojik baskı ortamı oldu. Orada da büyük bir panik hali olmadı. Ama 12 Eylül öncesi şartlarda panik haliyle davransa, daha sonra zorluklarla karşılaşıldığında, belki daha kolay bezginlik psikolojisine girilebilirdi.

Nihayet, bu bir ekonomik aktivite. Olaylar, nihai kertede ve hiçbir zaman Sabri Amca tarafından ideolojik aktivite olarak algılanmadı. Yani Sabri Amca, yanında çalıştırdığı işçiye, “muhtemel bir düşman” ya da “sabotör” gibi bakmadı hiç. Grev de yapsalar, belki oradaki sendikacıya kızmış olabilir, ama hiçbir zaman işçiye dönük olarak, “Bunlar, karşı bir sınıf, başka bir sınıf, bir gün gelip bizim elimizden bu imkânlar alınacak” psikolojisinde hiç görmedik. Hep işçiyi düşünen bir tavrı vardı. “Bugün kapatsak, bunlar ne yapacak?” dediğini hatırlıyorum. Yani, “Ne olacak bu fakirin, fukaranın hali?.. Sendika liderleri onu düşü- nemeyebilir, ama ben düşünmek zorundayım...”

Bir Kırım’dan göçü düşünün, bir de o günkü Türkiye’nin şartlarını...

“Bir kış sonra, Türkiye’ye komünizm gelecek” diye Celal Bayar’ın açıklamaları vardı, hatırlarsınız. Öyle bir hal var ve siz daha önce bunu Kırım’da yaşamışsınız. O irtibatların da (bağlantı) kurulabilecek olmasına rağmen, Sabri Amca’nın memleket ve iş aidiyetinde hiçbir sarsıntı görmedik. Hep, “Bu yatırımlar sürmeli, çünkü bu memleketin ihtiyacı var” derdi.

Sabri Amca’da, “Burası bizim sığınağımız, ayağımızı sağlam basmamız gereken bir yer” düşüncesi vardı. Hep güvende... İnsanları da öyle görüyordu... Nihayet, en fazla kızdığında, kızgınlığı, “Bunlar anlamıyorlar, göremiyorlar” şeklinde olurdu. Kendisini düşünen bir şey değil de, karşı tarafın psikolojisini anlayan ve onlara içinden biraz acıyan bir havayı sezerdik, ama iş hayatı içinde olmadığımız için, fabrikada o zor şartlarda ne kadar tepki verdiğini ölçebilecek bir imkâna sahip değildik.

Selçuk Berksan: “Olaylar üzerine soyadımızı değiştirdik”

İstanbul’da yaşanan olaylar, güvenlik sorununu da beraberinde getirmişti. Asım ve Sabri Ülker kardeşlerin tüm aile fertleri, oluşturulan özel güvenlik timi tarafından koruma altına alındı. Bu arada, Selçuk ve Faruk Ülker kardeşler, düşündükleri güvenlik önlemine bir başka boyut daha getirerek, “Soyadımızı değiştirelim. Eski soyadımız olan Berksan’a dönelim” dediler. Babaları, bu öneriyi kabul etmedi. Oğullar ise, ısrarlıydı.

Alınan bu önemli kararın detaylarını Selçuk Berksan anlatıyor:

İşçi olayları sırasında, kardeşim Faruk’la birlikte alacağımız ailevi tedbirleri görüşürken, “Soyadımızı değiştirelim” dedik. Hiç unutmuyorum, bu kararımızı Ankara’da bir yaz döneminde aldık. “Ülker” soyadını bırakıp, ailemizin ilk soyadı “Berksan”a dönecektik.

Soyadımızı değiştirmek, önlemlerden biriydi. Bu kararımızı aile büyüklerimize bildirdik. Babam ve amcam, soyadı değiştirme işine yanaşmadılar. Kardeşim Faruk’la birlikte biz bu değişikliği mahkeme kararıyla yaptık. Çocuklarımız, yeni eğitim döneminde okula yeni soyadlarıyla gittiler.

Bu arada, çocuklarımızın eğitim gördüğü okulların müdürlerine, durumun hassasiyetini anlattık. Çocuklarımızın ailelerini, yani bizleri, üçüncü şahıslara açıklamamalarını rica ettik.

“Çocuklarımızın kaçırılmasından endişe ediyorduk”

İşte o kritik günlerde, hem amcam hem de avukatlarımız, bize bir başka öğütte daha bulundular. “Çocuklarınızı iyi koruyun” dediler. Amcamın öğütleri arasında şunlar da vardı:

“Hem kendinizi hem de çocuklarınızı koruyun. Çocuklarınızı kaçırır, size şantaj yaparlarsa, bizim elimiz ayağımız kesilir, aman buna dikkat edin!..”

Avukatlarımız da uyarıları sırasında şunları söylüyorlardı:

“Çocuklarınızı iyi koruyun. Çünkü çocuğunuzu kaçırırlarsa, bütün hukuk mücadelesi bitiyor.”

Nasıl korunduğumuz konusuna tekrar dönmek istiyorum. Biz, Ankara’da, ailece fabrikadaki lojmanda oturuyorduk. Faruk ise, şehirde oturduğu için, hayatını o şekilde devam ettirdi. Devlet, babama ve amcama polis koruması tahsis etmişti. Bizler de, kendi başımızın çaresine bakıyorduk. Cebimizde, ruhsatsız silah taşıyorduk. Gerçi silahlarımızın bulundurma ruhsatı vardı, ama taşıma ruhsatı yoktu.

Zaman lehimize işledi, haklar kazanıldı. Bu arada, sendikacılarla da işi kavgaya dökmeden görüşmeler oldu. Bir süre sonra sendika, gücünü kaybetti.

Faruk Berksan: “Fabrikada, özel güvenlik timi kurduk”

Faruk Berksan da, hem Ankara fabrikasında yöneticilik yaptığı dönemde alınan güvenlik önlemlerini, hem de İstanbul’da DİSK’e mensup sendikanın yöneticileriyle yapılan gizli görüşmeleri anılar dağarcığından gün ışığına çıkarıyor:

1979 olayları, hem ailelerimiz, hem de fabrikanın üst düzey yöneticileri için bazı güvenlik önlemleri almamızı zorunlu kıldı. Kullandığımız otomobillere kurşun geçirmez camlar taktırdık. Bir de kaportalara kalın metallerden zırh kaplattık. Ayrıca, aile fertlerimiz ile fabrika üst düzey yöneticilerimizin, özel şoförlerin kullandığı otomobillerle korumalar refakatinde gidip gelmeleri için sıkı kurallar koyduk.

Işte bu kritik dönemin yaşandığı bir gün Ankara’daki büromuzun kapısında bomba patladı. Büronun bulunduğu apartmanın bütün camları kırıldı. Komşularımız, bu durumdan şikâyetçi oldu. Bu patlama sırasında üç çukur açılmıştı. Biz, bu olayın sendikal rekabetten kaynaklandığını sandık. Durumdan, MİSK yöneticilerini haberdar ettik. Geldiler, baktılar, “Bomba, aşağıya doğru çukur açmış” dediler. Sendikacılar, bombanın tahribatından, bu patlayıcıyı kimlerin koyduğunu tahmin ediyorlardı. Ama o bombanın sahiplerini öğrenemedim.

Fabrikada yaşadığımız olaylardan aldığım çok büyük dersler var. Gördüm ki, devletin emniyet güçlerine güvenerek canınızı ve malınızı koruma gayreti içine girmeniz boşuna...

Düşünebiliyor musunuz, Sabri Bey’in odasına kapanmışız, adeta can pazarındayız. Polis de size diyor ki: “Olaylarda adam ölmeden, müdahale edemem!”...

İşte bu acı olaydan sonra başımızın çaresine bakmak için tedbir aldık. Sabri Bey’in kayınbiraderi rahmetli Ahmet İman, işyerimiz için adeta bir özel güvenlik timi kurdu. Bunlar, yaklaşık 40 kişiydi. Hem fabrika içinde güvenlik sağlıyor, hem de bizlerin yakın korumalığını yapıyorlardı. Ne yapalım, başka çaremiz yoktu. Şartlar bizi, bu yola sevk etmişti. Bir iki ay canımızı onlara emanet ettik. Fakat zaman içinde fabrikada düzen bozuldu. Yeni arayışlara giriştik.

“Sabri Bey, DISK yöneticileriyle gizlice buluştu”

Bir süre sonra Sabri Bey, DİSK yöneticileriyle konuşmaya karar verdi. Tabii biz, genç halimizle bunca mücadeleden sonra sendikayla masaya oturulamayacağını düşünüyorduk. Bu duruma büyük tepki göstermiştim. Hatta, “Biz burada büyük bir savaş veriyoruz, hayatımızı ortaya koyuyoruz. Siz şimdi, onlarla masaya oturup görüşeceksiniz. Bu nasıl iştir!” diye isyan etmiştim. O zaman Sabri Bey bana şunları söyledi:

“Biz, siyasi bir mücadelenin içinde değiliz. Taraf da değiliz. Sadece fabrikada düzenin sağlanmasını istiyoruz. Sonuçta biz, işvereniz. Bu mücadeleyi yaptık, ama DİSK kazandı. Bu durumda ya fabrikayı kapatıp gideceğiz ya da onlarla anlaşacağız.”

Sabri Bey, adeta Süleyman Demirel’in, “Dün dündür, bugün bugündür” özdeyişinde olduğu gibi, olayı bana fevkalade güzel bir şekilde izah etti. Sonuçta ikna oldum.

1970’li yıllarda DİSK’in Genel Sekreterliğini Kemal Nebioğlu yürütüyordu. Kendisini, babam Asım Bey’in yazlık evine gizli bir görüşme yapmak üzere davet ettik. Nebioğlu, “Tarzan” lakaplı yardımcısıyla birlikte geldi. Biz de Sabri Bey’le beraber babamın evinde hazır bulunduk. Çok gergindim. Görüşmenin başında adeta tir tir titriyordum. Ölümüne bir mücadele vermiştik. Bu, çok ağır bir mücadeleydi. Bunca mücadeleden sonra onlarla karşı karşıya gelmeyi içime sindiremiyordum. Çünkü bu kişiler, fotoğraflarımı bütün DİSK camiasına dağıtmış ve beni hedef olarak göstermişlerdi. İki taraf, babamın yazlığında buluştuk. Kendilerine çay ikramı yapılacaktı. Bu görevi ben üstlendim. Babamlar, sendikacılarla görüşmeye başladılar. Ben de kendilerini dikkatlice izliyordum. Anlaşma oldu, taraflar rahatladı.

Bu vesileyle şunu söylemek istiyorum: Sabri Bey, çok değişik özellikleri olan bir kişilik sahibidir. Bütün hayatı boyunca yaptığı mücadelelerde işi sınıra kadar götürmüş, ama oradan aşağıya düşmeye müsaade etmemiştir. Yani, son anda geri dönmesini bilmiştir. Tarzı öyledir. Tabii bu, çok özel insanlarda olan bir özelliktir. Kendisinden, çok büyük dersler aldım ve tecrübeler kazandım. Bunun yanı sıra, güvenini de...

Murat Ülker: “Kemal Nebioğlu ile helalleştik...”

1970’li yıllarda Ülker Fabrikası işyerinde meydana gelen işçi olaylarının üzerinden 35 yıl geçmişti. DİSK’e bağlı Türkiye Gıda-İş Sendikası’nın eski genel başkanı Kemal Nebioğlu rahatsızdı. Murat Ülker, bu sendika liderinin hastalığını haber alınca, kendisini ziyaret edip, helalleşme ihtiyacı duydu. Nebioğlu ile babası Sabri Ülker de yıllar önce buluşmuş, görüşmüş ve helalleşmişti.

Murat Ülker, bu önemli ziyareti kısaca şu sözlerle anlatıyor:

Aradan yıllar geçtikten sonra DİSK eski Genel Başkanı Kemal Nebioğlu’nun hasta olduğunu işittim. Ziyaret edeyim, helalleşeyim, geçmiş olsun diyeyim istedim. O sırada sendikanın Genel Başkanlığını Süleyman Çelebi yürütüyordu. Süleyman Çelebi ve Rıdvan Budak’la birlikte Kemal Bey’i ziyarete gittik. Bu hasta ziyareti sırasında, aramızda derin sohbetler oldu. Kemal Bey, şunları söylüyordu:

“İşçi hareketleri sırasında pek çok olay yaşandı, ama aslında Sabri Bey, daima işçinin iyiliğini isterdi...”

1979 olayları çok gerilerde kaldı. Hem Rıdvan Budak, hem de Süleyman Çelebi ile dostluğumuz hâlâ devam eder. Herhangi bir işçi problemi veya başka bir konu olursa, beni ararlar. Konuşur, çözeriz. Ben de kendilerini ararım. Üzerime düşen görev olursa, destekte bulunurum...

“Murat Bey, Nebioğlu ile kırk yıllık dost gibi kucaklaştı”

Murat Ülker, Kemal Nebioğlu’na yaptığı “geçmiş olsun” ziyaretine giderken, beraberinde, Ülker Grubu’nun danışmanlarından, Çalışma Bakanlığı eski İş Müfettişi İsmail Bacacı da vardı. Bacacı, Murat Ülker’le, DİSK’in üç eski genel başkanının bir araya geldiği o insani ziyareti ayrıntılarıyla günümüze taşırken, Kemal Nebioğlu’nun evinde konuklara ikram edilen nefis suböreğini dahi anlatıyor. Bu, “çok özel” görüşmeyi İsmail Bacacı’dan dinliyoruz:

Murat Ülker, Kemal Nebioğlu’nu, rahatsızlığı sırasında Büyükçekmece’deki
evinde ziyaret ederken, konuklar arasında DİSK  eski genel başkanlarından
Rıdvan Budak da bulunuyordu.

Çalışma Bakanlığı’nda 30 yıl görev yaptıktan sonra, emekliye ayrıldım. Ardından da Ülker Grubu’nda “çalışma mevzuatı” konusunda danışmanlık görevi yapmaya başladım.

Göreve geldikten bir süre sonra, Ülker Grubu’nun Başkanı Sayın Murat Ülker, DİSK’e bağlı Türkiye Gıda-İş Sendikası’nın eski başkanı Kemal Nebioğlu’nun rahatsız olduğunu söyleyerek, kendisini birlikte ziyaret etmemizi istedi.

Nebioğlu’nu ziyarete gitmeden önce, DİSK’in eski genel başkanları Süleyman Çelebi ve Rıdvan Budak’la temasa geçildi. Murat Bey, Süleyman Çelebi ile görüştü; ben de, Rıdvan Bey’i aradım. Bu iki genel başkan, Kemal Bey’i söz konusu ziyaret arzusundan haberdar etmiş ve kendisinden randevu almışlar.

Murat Bey’le birlikte, Kemal Nebioğlu’nu ziyaret amacıyla yola koyulduk. Kemal Bey’in Büyükçekmece’deki evine gidecektik. Önce, Merter’e uğradık. Orada, Süleyman Çelebi ve Rıdvan Budak’la buluştuk. İki otomobilden oluşan konvoy, E-5 Karayolu’ndan hareket etti. Önde, Süleyman ve Rıdvan beylerin bindikleri otomobil vardı, biz de onları takip ediyorduk.

Büyükçekmece’ye ulaştık, Kemal Nebioğlu’nun bahçe içindeki müstakil evine girdik. Kemal Bey, üzerine eşofman giymişti. Tavırlarından, duygulandığı anlaşılıyordu. Mevsim bahardı. Tabiat uyanmıştı. Biraz evin içinde, biraz da bahçesinde oturduk. Bahçede, meyve ağaçlarının yanı sıra, bostanı da vardı.

Nebioğlu, Karadenizli olduğu için, bostanda karalahanalar dikkatimi çekti.

Ziyarete giderken, beraberimizde geleneksel olarak Ülker ürünlerinden götürmüştük. Koliler içindeki ürünleri, Kemal Beylere armağan olarak sunduk. Önce, dereden tepeden konuşuldu. Sağlık meseleleri gündeme geldi. Daha sonra, Kemal Bey’in eşi, bizleri sofraya davet etti. Hiç unutmuyorum, hanımefendi, çok güzel bir suböreği yapmıştı. Onu, hep birlikte iştahla yedik.

Nebioğlu’nun evinde yaklaşık iki saat kaldık. Murat Bey, her zamanki olgun tavrını sergiliyordu. Nebioğlu da, konuşmaların akışı içinde, meseleyi mazide yaşanan olaylara getirerek, şunları söyledi:

“Olaylar sırasında akıllıca hareket edebilirdik. Ülker Ailesi’nin bize göstermiş olduğu nezakete, aynı şekilde cevap veremedik. Sabri Ülker, çok büyük bir insandı ve olayları, akılla çözmesini bildi.”

Murat Bey, olaylara daima rahmetli babası gibi pozitif bakmayı tercih ettiği için, bu ziyaret sırasında da konuşmasını o üslup içinde sürdürdü. Çünkü Ülker Ailesi, olumsuzlukları biriktirmeyi sevmez. Güzel bir deyim vardır; derler ki: “Olumsuzlukları biriktirip de, birden kovayı dökmek, aciz insanların işidir.”

Kemal Nebioğlu, maalesef tedavisi güç bir hastalığa yakalanmıştı. Ziyaretimizden hoşnut oldu. Duygu yüklüydü. Ayrılırken kucaklaşıldı. Bu, çok güzel bir kucaklaşmaydı. Sanki kırk yıl boyunca dost olarak yaşamış insanların veda sahnesini andırıyordu.

Süleyman Çelebi: “En büyük dostluklar, kavgayla başlar”

DİSK eski genel başkanlarından, CHP İstanbul Milletvekili Süleyman Çelebi, 1970’li yıllarda hem Ülker işyerinde cereyan eden sendikal olayları, hem de Sabri Ülker’i ilginç anekdotlarla anlatıyor. Çelebi’nin anılarında, Sabri Ülker’in DİSK yöneticilerine armağan ettiği şık kalemlerin öyküsü de var. İzleyelim:

Ülkemizdeki sanayileşme sürecinde ve sendikalaşmada, özellikle 1980 öncesi ciddi anlamda gerilimli bir dönem yaşandı.

DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası ile Ülker Grubu arasında da bu anlamda karşılıklı büyük mücadeleler verildi.

Aslında, Ülker Grubu, uzun bir süreden beri sendikal sürecin içinde yer alıyordu. 1970’li yıllarda Ülker işçilerinden bir kısmı, DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası’nda örgütlenme tercihinde bulundular. Bu tercihi yaparken de, söz konusu sendika sayesinde daha çok hak sağlayacaklarını, sosyal hakların ve çalışma koşullarının daha iyi olacağını düşünüyorlardı.

DİSK eski Genel Başkanı, CHP  Istanbul Milletvekili Süleyman Celebi, Sabri Ülker’le
ilgili anılarını anlatırken, "Sabri Ülker’de kin ve nefret yoktu" diyor.

Ülker işçilerinin DİSK’e geçtiği dönemde, mevcut işyerinde bir başka sendika bulunuyordu. Bu sendika, konumunu korumak istiyordu. İşçilerin DİSK’e doğru yönelmesi üzerine, Ülker Grubu’nda büyük bir sendikal rekabet başladı. Bu rekabet, ister istemez işveren konumundaki Sabri Ülker’e de yansıdı.

Gıda-İş Sendikası’yla Ülker Grubu arasındaki olaylar sırasında, Sabri Ülker büyük kaygı duyuyordu. Bir süre sonra, karşılıklı anlayışla o büyük mücadele, kendi aralarındaki gerilim sona erdi, diyalog başladı. Toplu iş sözleşmesine kadar ulaşıldı.

“Sabri Ülker, DISK yöneticilerine kalem armağan etti”

Şimdi, Gıda-İş ile Ülker arasında yapılan toplusözleşme imza töreniyle ilgili bilgilerimi paylaşmak istiyorum.

Anlaşmazlık ve huzursuzluk geride kalmış, Sabri Ülker, Gıda- İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Nebioğlu ile masaya oturma noktasına gelmişti. Sözleşme, törenle imzalanacaktı. Törenden bir gün önce Sabri Ülker, Nebioğlu’na, “İmza töreni sırasında neler yapmamızı tavsiye edersiniz?” demiş. Nebioğlu da kendisine “Bizde bir gelenek vardır, toplusözleşmeyi imzaladığımız kalemleri karşılıklı birbirimize armağan ederiz” cevabını vermiş.

Toplusözleşme günü, Sabri Ülker, Kemal Nebioğlu ve arkadaşlarına çok büyük bir jest yapmış. Özel olarak hazırlattığı ve üzerine Gıda-İş Sendikası yöneticilerinin isimlerini yazdırdığı şık dolmakalemleri önce armağan etmiş, ardından da imza tö- reni başlamış.

Sendika yöneticileri Sabri Ülker’in bu jesti karşısında çok duygulanmış, kendisine teşekkür etmişler. Karşılıklı imzalar atılmış. Sabri Ülker, toplusözleşmeyi imzaladığı kalemi Kemal Nebioğlu’na, Nebioğlu da kendi kalemini Sabri Ülker’e vermiş. El sıkışmışlar, ayrılmışlar:

İşte o gün kullanılan kalemlerden biri, o dönemde Gıda-İş Genel Sekreteri olan arkadaşımız Yurdakul Gözde tarafından özenle muhafaza ediliyor. Bu arkadaşımız, zaman zaman bizlere anılarını anlatırken, hem armağan edilen kalemi koruduğunu söylüyor, hem de Sabri Ülker’den övgüyle söz ediyor:

DİSK’e bağlı Gıda-Iş Sendikası’nın 34 yıl boyunca genel sekreterliğini yapan
Yurdakul Gözde, emeklilik yaşamını Bodrum’un Kıyıkışlacık köyündeki
Iasos Sitesi’nde sürdürüyor. Gözde, Sabri Ülker’in kendisine armağan ettiği
dolmakalemi hala değerli bir anı olarak sakladığını ve kullandığını belirtiyor.
Yurdakul Gözde’nin verdiği bilgiye göre, DİSK ile Ülker arasında anlaşmanjlığın
baş gösterdiği yıllarda, henüz ilkokul öğrencisi olan oğlu Alper de,
tesadüfen Ülker’in reklamlarında oynamış.
(Fotoğraf: İsmail Gener, Bodrum)

 

“Sabri Ülker, Vilayet’te Kemal Nebioğlu’nu övdü”

Gelelim, 12 Eylül’e doğru yol alınan döneme...

Bilindiği gibi, 12 Eylül arifesinde işveren ile sendika arasında baş gösteren uyuşmazlıklar, Vilayet’te oluşturulan bir komisyonda görüşülürdü. Bu görüşmeye, İstanbul Valisi’nin görevlendirdiği bir Vali Yardımcısı ile Çalışma Bakanlığı’nın müfettişleri de katılırdı.

Kemal Nebioğlu, 1978 yılında seçimi kaybetmiş, Gıda-İş Sendikası Başkanlığına bir başka kişi seçilmişti. Ülker, sendikanın yeni yönetimiyle ihtilafa düşmüştü. Bu ihtilafın giderilmesi amacıyla İstanbul Vilayeti’nde gerçekleşen toplantıya, Sabri Ülker’in yapmış olduğu şu konuşma damgasını vurmuştur:

“Geçmişte, Gıda-İş Sendikası yönetimiyle ve başkanıyla dişe diş mücadele etmiştim. Ama onlar, bana verdikleri bütün sözleri aynen tuttular. Benim, onlara karşı korkularım ve kaygılarım vardı. Ancak, Kemal Nebioğlu döneminde üretimde daha verimli, sosyal diyalogda çok uyumlu ve uygar bir ilişki içinde olduk. Kendisine saygı duyuyorum.”

“Nebioğlu’nu ha’pishanede de ziyaret etti”

12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte, tutuklanan binlerce kişi arasında Kemal Nebioğlu da vardı. Sabri Ülker, o dönemde üretimini sürdürüyordu. Nebioğlu ile sendikal bir bağı kalmamıştı, ama insani bağı vardı. Biliyorum, Sabri Bey, o sıkıntılı dönemde Nebioğlu’nun evini ziyaret ediyor, ailesine moral veriyordu.

Aslında, kolay dönemlerde insanlar birlikte oluyor, esas olan zor dönemde birlikte olmayı başarabilmektir. “En büyük dostluklar kavgayla başlar” deyiminin en gerçek örneğidir Ülker ve Nebioğlu arasında yaşananlar. Sabri Ülker, Kemal Nebioğlu’na zor dönemde sahip çıkmıştır... Ülker, herkesin saklandığı, gizlendiği o dönemde Nebioğlu’nun ailesini açık açık ziyaret etme cesareti gösteriyordu. Ben o zaman Kemal Nebioğlu’yla askeri cezaevinde birlikte yatıyordum. Hem genel koğuş sorumlusu, hem de DİSK örgütlenme daire başkanıydım. Sabri Ülker’in bu jestini Kemal Nebioğlu bize anlatıyordu. Sabri Ülker bizim camiada büyük takdir alıyordu.

Sabri Ülker’in Kemal Nebioğlu’nu ziyareti, evle sınırlı değildi. Hem hapishane, hem de hapishane sonrası ziyaretler sürüp gidiyordu.

“Murat Ülker de, babası gibi uygar...”

Sabri Ülker’de kin ve nefret yoktu. İnsana önem veriyordu. Babanın bu meziyetleri, oğul Murat Ülker’e de aynen yansıyacaktı

Murat Ülker, görevi babasından devraldıktan sonra, bu defa hasta yatağındaki Kemal Nebioğlu’nu evinde ziyaret etti. O ziyarette, Rıdvan Budak ile biz de bulunduk. Baba kültürünü aynen devam ettiren Murat Ülker, fabrikasından getirdiği ürünleri Nebioğlu Ailesi’ne armağan ediyor, bu nezaket, ailede büyük bir memnuniyet oluşturuyordu.

Evet, Murat Ülker, baba kültürünü aynen sürdürüyor. Sosyal ilişkilerinde, Sabri Ülker’i hiç aratmıyor.

Aslında, Murat Ülker, “Bunlar babama çok çektirmişler. Onlarla niçin görüşeyim?” diyebilirdi. Kendisi de babası gibi kin, nefret ve intikam duygusundan uzak, insana değer veren bir düşünce yapısına sahipti. Uygar kişilere de böylesi yakışır.

1975-1979 yılları arasında yaşanan olaylar

Türkiye, 1975-1979 yılları arasında siyasal ve ekonomik istikrarı bir türlü sağlayamadı. Kıbrıs’a askeri müdahaleden sonra Amerika ambargo başlatmıştı. Ardından, döviz darboğazı nedeniyle petrol krizi başladı. Yurtdışı seyahatlerine sınırlama getirildi. İktidar, sık sık el değiştirdi. Yurt genelinde güvenlik sorunu had safhaya ulaştı. Bazı kentler, savaş alanına döndü.

CHP lideri Ecevit’in başbakanlığı döneminde TÜSİAD gazetelere ilan verip, hükümetin çekilmesini istedi. Bunun üzerine, iktidarla işverenler arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Şimdi, yakın tarihimizdeki bu sıkıntılı beş yılın önemli olaylarına bakalım...

  • 7 Ocak 1975 - AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ve CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu “Milliyetçi Cephe Hükümeti” kurmak istediklerini açıkladılar.

  • 30 Ocak 1975 - ABD, Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başladı.

  • 8 Şubat 1975 Ȃ Türkiye’ye ABD askeri yardımının kesilmesi üzerine, bu ülkeye bir nota verildi. Ayrıca Amerikan üsleriyle ilgili ikili antlaşma askıya alındı.

  • 13 Şubat 1975 - Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Devlet Başkanlığına Rauf Denktaş getirildi.

  • 31 Mart 1975 - AP Genel Başkanı Süleyman Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe Hükümeti açıklandı. MSP, MHP ve CGP genel başkanları da başbakan yardımcısı olarak kabinede yer aldı. Yeni hükümet, 12 Nisan 1975’te güvenoyu alacaktı.

  • 13 Mayıs 1975 - Güvenlik barajını aşıp, başbakanlık binasına giren Vedat Önsel isimli bir kişi, Başbakan Süleyman Demirel’e saldırarak, hafif şekilde yaraladı.

  • 12 Ekim 1975 - Parlamento ara seçimleri yapıldı. AP, 27 senatörlük 5 milletvekilliği, CHP 25 senatörlük 1 milletvekilliği kazandı. 27 Mayıs 1960 İhtilali ile birlikte Yassıada’da yargılanan altı eski Demokrat Parti milletvekili de parlamentoya girmeyi başardı.

  • 2 Ekim 1976 - İstanbul’da benzin sıkıntısı başladı. İtalya’dan gelecek benzin bekleniyor.

  • 1 Mayıs 1977 - DİSK’in İstanbul Taksim Meydanı’nda kutladığı 1 Mayıs İşçi Bayramı sona ermek üzereyken, bazı binaların pencere ve damlarından meçhul kişiler tarafından açılan ateş sonucu 34 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. Tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçen olaylarla ilgili olarak 350 kişi gözaltına alındı.

  • 5 Haziran 1977 - Milletvekili genel seçimleri yapıldı. Sonuç- lar şöyle: CHP 212, AP: 189, MSP: 24, MHP: 16, CGP:3 ve DP: 1

  • 14 Haziran 1977 - Cumhurbaşkanı Korutürk, hükümeti kurma görevini CHP lideri Bülent Ecevit’e verdi. Ecevit’in kurduğu hükümet, Millet Meclisi’nin 3 Temmuz 1977 tarihli oturumunda güvenoyu alamayacaktı.

  • 21 Temmuz 1977 - AP Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından kurulan II. Milliyetçi Cephe Hükümeti açıklandı. Yeni koalisyon hükümetine, AP’nin yanı sıra MSP ve MHP de katıldı. Hükümet, 1 Ağustos 1977’de Millet Meclisi’nden güvenoyu alacaktı.

  • 30 Ağustos 1977 - Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na, Ege Ordu Komutanı Orgeneral Kenan Evren getirildi.

  • 31 Aralık 1977 - II. MC Hükümeti, gensoru ile düşürüldü. Bunun üzerine Başbakan Demirel, Cumhurbaşkanı Korutürk’e istifasını sundu.

  • 1 Ocak 1978 - Cumhurbaşkanı Korutürk, hükümeti kurma görevini, Başbakan Ecevit’e verdi. Ecevit’in 2 Ocak 1978’de ilan edilen yeni hükümetinde AP’den ayrılan 11 milletvekili ile CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi) Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu ve DP (Demokratik Parti) Genel Başkanı Faruk Sü- kan da görev aldı.

  • 6 Mart 1978 - Yaş haddinden emekli olan Genelkurmay Baş- kanı Orgeneral Semih Sancar’ın yerine Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Kenan Evren atandı.

  • 11 Haziran 1978 - İşlenecek ham petrol bulunamadığı için, Mersin’deki Ataş Rafinerisi üretimini durdurdu.

  • 25 Aralık 1978 - Kahramanmaraş’ta 18 Aralık 1978’de bir sinemaya bomba atılmasıyla başlayan olaylar, daha sonra Sünni ve Alevi vatandaşlar arasında sokak savaşına dönüştü. Son bir hafta içinde 98 kişi hayatını kaybetti, binlerce kişi de yaralandı. Bakanlar Kurulu, sıkıyönetim ilan etti.

  • 1 Şubat 1979 - Milliyet gazetesi Başyazarı ve Genel Yayın Mü- dürü Abdi İpekçi, İstanbul Nişantaşı’ndaki evinin yakınında otomobiliyle giderken silahla öldürüldü. Cinayeti, daha sonra Mehmet Ali Ağca’nın işlediği tespit edildi.

  • 1 Şubat 1979 - Uzun yıllardan beri yurtdışında sürgünde ya- şayan İran’ın dini lideri Ayetullah Humeyni, Fransa’dan, baş- kent Tahran’a geldi ve iki milyon kişi tarafından karşılandı.

  • 27 Mart 1979 - Ülkedeki döviz yokluğu nedeniyle İstanbul Yeşilköy Havaalanı’na pist lambası alınamadığı için pilotlar “kör iniş” yapmaya başladı.

  • 1 Nisan 1979 - İran İslam Cumhuriyeti kuruldu.

  • 27 Nisan 1979 - Bisküvi ve sandviç fiyatlarına yüzde 25-30 oranında zam yapıldı.

  • 1 Mayıs 1979 - I. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı, 1 Mayıs münasebetiyle sokağa çıkma yasağı koydu. Bu yasağa uymayan Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran ile 1059 kişi gözaltına alındı.

  • 14 Mayıs 1979 - TÜSİAD, gazetelere ilan vererek Ecevit Hükümeti’nin çekilmesini istedi. TÜSİAD’ın aynı mahiyetteki ikinci bildirisi 22 Mayıs 1979’da, üçüncüsü 28 Mayıs 1979’da ve dördüncüsü de 11 Haziran 1979’da yayımlanacaktı.

  • 14 Mayıs 1979 - İstanbul’da benzin, savaş yıllarında olduğu gibi karneye bağlandı. Bu nedenle, ticari ve özel taşıtlara benzin karnesi dağıtılmaya başlandı. Benzin kuyrukları, yollara taştı.

  • 30 Haziran 1979 - Ankara’nın Bahçelievler semtinde bulunan MHP Genel Merkezi’ne önce bomba atıldı, daha sonra makineli tüfeklerle tarandı. Olayda iki kişi hayatını kaybetti. Eylemi yapanların, polis oldukları ortaya çıktı.

  • 14 kim 1979 - Cumhuriyet Senatosu kısmi ve milletvekili ara seçimleri yapıldı. Boş bulunan 5 milletvekilliğinin tamamını AP kazandı. Cumhuriyet Senatosu seçimlerinin sonucu ise şöyle: AP 33, CHP 12, MSP 4, MHP 1.

  • 16 Ekim 1979 - Başbakan Bülent Ecevit, partisinin seçimleri kaybetmesi üzerine görevinden istifa etti.

  • 18 Ekim 1979 - Hükümeti kurma görevi AP lideri Süleyman Demirel’e verildi.

  • 1 Aralık 1979 - Başbakan Süleyman Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığı’na Turgut Özal’ı atadı. Özal’a aynı zamanda DPT Müsteşar Vekilliği görevi de verildi.

 

Önceki
Hikaye
Sonraki
Hikaye